VELİLERİN BAZI İMTİHANLARI
İnsanlarındünya hayatındaki imtihanları çeşit çeşittir. İmtihanlar içerisinde en zor olanlarından birisi de insanların birbirleri ile imtihanıdır. Anadolu irfanında “çiğ süt emmek” diye bir deyim vardır. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir ve bazı insanlardan her türlü kötülük beklenir. Bilhassa dedikoducu, yalancı ve iftiracı olanların şerrinden korunmak için özel gayret sarf etmek zorunda kalırız. Endülüslü bilgeİbniHazm insanlardan gelebilecek tehlikeler konusunda şöyle der: “İnsanlardan gelecek hastalık yırtıcı hayvanlardan, zehirli yılanlardan gelecek tehlikeden daha büyüktür. Zira onlardan sakınmak mümkündür ancak insanlardan gelecek tehlikeden sakınmak asla mümkün değildir.”[1] Allah dostları da yaşadıkları çağda içi fesat dolu kişilerin hasetlerinden kurtulamamışlardır. Bir takım ham kişilerin dilleriyle attıkları oklara hedef olmuşlardır. Bu gibi insanların dillerinden kurtulmak mümkün değildir. Bu konuda İbni Hazım şöyle demiştir: “İnsanların ayıplamalarından ve iğnelemelerinden kendini kurtarabileceğini zanneden mecnundur.”[2] Mürşid-i kâmiller insanın "sükûnet ve derinlik" hâline ulaşabilmesi için bazı sıkıntılar çekmesi gerektiğini söylerler. Olgun insanlar ulaştıkları kemâlata, çıkıntılar ve engeller olmayan düz bir yolda, dert, tasa çekmeden ulaşmış değillerdir. Her birisinin hayatı çile ve sabır numuneleri ile doludur. Nitekim Abdulkadir Geylani Hazretleri şöyle demiştir: “Hak yakınları bu âlemde zindan hayatı yaşar. Gariplik çeker. Ömrü gam, kederle tükenir. Mihnet, şiddet ve zulmetle ömür sürer.”[3] Çileyi ekmeğine katık yapan büyük velilerin imtihanları da büyük olmuştur. Allah dostlarının kimisi iftiralara uğramış, kimisi bulunduğu şehirlerden kovulmuş, kimisi zalimlerin zulmüne maruz kalmış, kimisi zehirlenmiş, kimisi de zındıklıkla suçlanmıştır. İlk dönemden günümüze kadar sufiler asılsız iftiraların muhatabı olmuşlardır. İlk dönem sufilerindenHasan Basri’ye yaşadığı çağda kaderi inkâr ettiği iftirası yakıştırılmıştır. Tâbiîn neslinin hadis âlimlerinden Eyyûb Es Sahtiyani şöyle demiştir: “Hasan Basri’ye iki kısım insan iftira etmiştir. Birinciler, kaderi inkâr edenlerdir. Onlar Hasan Basri'den kaderi inkâr eden görüşler nakletmek suretiyle kendi görüşlerini benimsetmeye çalışırlar.İkinciler ise kalplerinde Hasan Basri'ye düşmanlık ve kin olan kimselerdir ki bunlar 'Hasan şöyle demedi mi? Hasan böyle demedi mi?' diyerek söylemediği sözleri ona nisbet ederler.”[4] Yaşadığı çağda haksız ithamlarla karşılaşan büyük zatlardan birisi de Bâyezîd-i Bistamî’dir. Bu durumu tasavvuf akademisyeni Prof. Dr. Süleyman Uludağ Hoca şöyle anlatıyor: “Coşkun ve taşkın bir tasavvuf anlayışının temsilcisi olan Bâyezîd ilahi aşkın tesiriyle kendinden geçince zahir ulemasının hoş karşılamayacağı bazı şeyler söylüyor, bu yüzden onların hücumuna uğruyor, husumetlerine hedef oluyordu. Şeyhu’lMeşayih, Bâyezîd’in oturduğu mahalleden kovulduktan sonra Vafidan Mahallesine gidip orada ikamete başladığını söyledikten sonra her veli gibi onunda bir sınav verdiğini ve her temiz kişi gibi belaya duçar olduğunu kaydeder. Bâyezîd baskılara uğrar ve işkence görürken hem kendisini hem de başkalarını teselli etmek için şöyle diyordu: ‘Allah’ın dost edinip zikriyle meşgul ettiği ve muhaliflerinden koruduğu hiçbir kimse yoktur ki Allah ona eziyet eden ve onu reddeden bir firavun musallat kılmasın.”[5] Bâyezîd-i Bistamî’ye olan düşmanlıkları onu zehirlemeye kadar gitmiştir. “Bir gün Bâyezîd’e saf zehirden bir şerbet verdiler. Bunun etkisinde kalan Bâyezîd acı çekmeye başladı. Her gördüğüne derdinin dermanını soruyordu. Herkes ona bir ilaç tavsiye ediyor ama o bunların derdini bilmediklerini, âşıkların gönül dertlerini ancak âşıklar tarafından bilineceğini düşünüyordu. Bir gün hacdan dönen bir kafile Bistam’a gelmişti. Bâyezîd aynı soruyu kafiledeki kişilere de sordu. İçlerinden biri bu derdin dermanını ben biliyorum dedi ve ekledi: ‘Önceki semavi kitaplardan birinde görmüştüm. Allah bir kulunu kendine dost edinmek istediği zaman onun bela potasına koyar, ondaki, her türlü gıllıgışı temizler. Gönlü arınan ve saflaşan kişi Hakk’a talip olur, talip olunca âşık olur. Âşık olunca yerinde duramaz. Yerinde duramayınca ona gayb hazinesinden muhabbet şerbeti gönderilir. Ta ki muhabbet şerbetinin tadı acı belaya merhem olsun. Sonra da sevenlerini acıyı hissetmesinler diye sermest eder.”[6] Ünlü sufilerden Ebu Abdullah Muhammed Fazl da Bâyezîd’inkine benzer imtihanlar yaşamış, Belhlilerin eziyetlerine maruz kalmıştır. En sonunda da muarızları tarafındanBelh’ten kovulmuştur.[7] Yunus Emre’nin “Ey bana ta’na vuranlar” diye başlayan şiirindeki “Ey Yunus fasık olmak yeğ/ Aşksız Müslüman olunca” dizelerinden anlıyoruz ki çağının henüz olgunlaşmamış kafaları Yunus’a “fasıklık” suçlamasında bulunmuşlardır. ”Bana namaz kılmaz diyen,/ Ben bilirim namazımı,/ Kılar isem kılmaz isem/ O Hak bilir niyazımı” dizelerinden de anlıyoruz ki ona “namaz kılmaz” şeklinde de bir iftira atmışlardır. Elbette ki hiçbir Allah dostunun İslâm’ın şartlarından namaz konusunu ihmal ettiği düşünülemez. Bırakın farzları, sünnet ve nafilelere bile hassasiyet gösterirler. Yunus Emre Hazretleri bir şiirinde namaz konusuna vurgu yapmış ve bu konudaki hassasiyetini şöyle ifade etmiştir: ”Müslüman’ım diyen kişi,/ Şartı nedir bilse gerek,/ Tanrı’nın buyruğun tutup,/ Beş vakt namaz kılsa gerek.” Döneminin kaba softalarının dar kalıplarına sığmadığı için her zaman ona karşı çirkin tavırlar sergileyenler olmuştur. O ise hakkındaki ithamlara hiç aldırmamış ve her zamanki coşkunluğuyla;“Bana seni gerek seni” diyerek sevgisini haykırmış,“Dağlar ile taşlar ile” Mevla’sını zikretmeye devam etmiştir. Onu asrının anlayışsız kafalarıyla kıyaslamak büyük haksızlık olur. Zira Yüce Allah;“Hiç kör ile gören bir olur mu?”[8]buyurmaktadır. O kendisine karşı sergilen tavırları bir şiirinde şöyle dile getirir: Ben dost ile dost olmuşum. Kimseler dost olmaz bana, Münkirler bakıp gülüşür. Selam dahi vermez bana. Mevlâna’nın can dostu Şems-i Tebrizî de insanların eleştiri oklarına maruz kalan velilerdendir. Fakat kendisinin de sert ifadeler ve cesur tavırlarla şekil üzerine kurulmuş dini törenleri, kalıplaşmış tarikat kıyafetlerini şiddetle eleştirdiği bilinmektedir. Onun eleştirilerini kendi meşrebi içerisinde değerlendirmek gerekir. Mevlâna’nın bazı müritleri, üstatları onu çok sevdiği halde bir türlü onu sevip bağırlarına basamamışlardır. Altının değerini ancak sarraf hakkıyla bilebileceği için onu en güzel Mevlana anlamıştır. Şems, insanları riya ve gösteriş bataklığından kurtarmak isterken, onun ışığını söndürmek isteyenler Şems’i gördükçe kılıçlarına el atıp yüzüne karşı sövmüşlerdir. Birçokları Şems’in Konya’dan gitmesini yahut ölmesini beklemiştir.[9] Bir müddet sonra bir grup cani, o güzel insanı giydiği kırmızı elbisesinin rengine boyamak suretiyle çirkin emellerine ulaşmıştır. 1247 yılı Aralık ayının beşinci Perşembe günü yedi kişi, Şems’e bir pusu kurup onu öldürdükten sonra cesedini de battal bir kuyuya atarlar.[10]Tebrizli Şems’e bu acımasız suikastı düzenleyenler böylece büyük Hak aşığı Mevlâna’yı da hüzünlere gark etmiş olurlar. Oysa Mevlâna ile Şems aynı insanın yumuşak ve sert yüzleri gibidirler. Anlattıkları hakikatler ve gayeleri birdir. Mevlâna’nın, Şems’ten farkı; Şems gibi doğruları dik ve sivri bir üslupla söylemeyip acı ilacı şekerin içine katarak vermesidir.Şems gerçeklerin soğuk yüzünü insanlara çekinmeden anlatırken, Mevlâna acı gerçekleri yumuşak lisanıyla anlatmıştır. Onları birbirinden ayrı düşünmek, bu konuda yapılabilecek en büyük hatadır. Şu bir gerçektir ki Şems gibi, Yunus gibi Mevlâna da kendi çağındaki eleştirilerden nasibini almıştır. Mevlâna da tıpkı diğer bütün maneviyat büyükleri gibi kabuğun değil onun içindeki incinin peşindedir. Ama asla onun; “Şekil önemli değil, şekil olmadan da olur.” gibi bir söylemi olmamıştır. Nihayet onun bu özelliği, bazı talihsizler tarafından “kâfirlik” ithamına maruz kalmasına kadar gitmiştir. Günümüzde de hala onun hakkında ileri geri konuşanlar vardır. Bütün evliyaların hayatlarında buna benzer olaylara rastlanmaktadır. Son dönem mutasavvıflarından merhum Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’ye de bazı kimseler tarafından zaman zaman iftiraya varan aleyhinde sözler söyleyenler olmuştur.Bunlardan bir tanesini Prof. Dr. Nihat Öztoprak şöyle anlatıyor: “Elbistan’dan birisi gelir ve ‘Hulûsi Efendi sizi Elbistan’da çok severler. Ben belediye başkanlığı için adaylığımı koydum. Beraber Elbistan’a gidelim de propaganda yapalım. Söyleyin de bana oy versinler.’ der. Hulûsi Efendi o adama, ‘Ben kimseye oyunuzu falana verin diyemem. Benim siyasetle işim olmaz.’ der. Daha sonra bu adam Hulûsi Efendi’ye çok bozulur ve onun aleyhinde çeşitli sözler sarf eder. ‘Hulûsi Efendi kendisine rabıta ettiriyor.’ sözünü yayar. Bundan sonrasını Hulûsi Efendi şöyle anlatır: ‘Bu söz Sivas’taki Hazreti Pir Efendimize kadar gitti. Bu olay üzerine yedi yıl Hazreti Pir Efendimizle (İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi ile) görüşemedik. Bu söz aramızı açtı. Biz Hazreti Pir Efendimiz manen biliyor diye gidip söylemedik oğul. Fakat bilemedik oğul. Gidip zahiren söylemek lazımmış.”[11] [1]Nefislerin Tedavisi, Tercüme: Selahaddin Kip, s.76. [2]Nefislerin Tedavisi, Tercüme: Selahaddin Kip, s.15. [3]Sırrü’lEsrâr Ötelerden Haber, Çeviren Abdulkadir Akçiçek, Ankara, 2001, s. 116. [4]Bkz. Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir, Kitabü’sSünne Tercüme ve Şerhi, s.95. [5]Süleyman Uludağ, Bâyezid-i Bistâmî, Ankara, 1994, s. 25. [6]Uludağ, a,g,e, s.148. [7]Bkz. Feridüddin Attar, Tezkireü’l Evliya II, Ter: Süleyman Uludağ, İstanbul, 2002, s.107. [8]6/En’am,50. [9]Bkz. Gölpınarlı, Mevlâna. s. 13-14. [10]Bkz, Gölpınarlı, a.g.e, s. 13-14. [11]Aydın Başar, İrfan Yolculuğu, Asalet Yayınları, 2020, s.263.
Aydın BAŞAR
YazarKuşkusuz ki camiye, cemaate, hacıya, hocaya, imama, müezzine hürmet etmek bir anlamda dine hürmet etmek demektir. O yüzdendir ki kalbinde iman kıvılcımı olan herkes dini sembollere karşı hassasiyet gö...
Yazar: Aydın BAŞAR
Hastalıklar bize ölümü hatırlatır, hesap gününün yaklaştığını kulağımıza fısıldar... Bedenimizin Sahibi’nin dilediği zaman emanetini alabileceğini, kabirden hiç de uzak olmadığımızı söyler. Her an fil...
Yazar: Aydın BAŞAR
Bir gece Göynük‘te kaldıktan sonra, Akşemseddin Hazretleri’ni son bir kere daha ziyaret edip, son güllü dondurmalarımızı da yedikten sonra Göynük’ten ayrıldık. Her zamanki gibi nereye g...
Yazar: Aydın BAŞAR
2024 Ağustos’un ilk günleri, yıllardır hep görmek istediğim Göynük‘e gitmek etmek nasip oldu. Oraya adımımızı atmamızla beraber daha önce fark edemediğim bir duygu kapladı içimi. Osmanlı’yı ben b...
Yazar: Aydın BAŞAR