Manevî Kemâlin Aynası: Edep
“Ey iman edenler! Râinâ demeyin! Unzurnâ deyin.”[1] Râinâ ve unzurnâ kelimeleri “bize bak, bizimle ilgilen” anlamlarına gelen aynı mânaya sahip iki ayrı kelimedir. Ancak Allah (c.c.) mü’minlere ilkini kullanmalarını yasaklamış, ‘unzurnâ’ demelerini emretmiştir. Çünkü Yahudiler, kendi dillerinde gayr-ı ahlâkî bir mâna ifade ettiği için ‘râinâ’ kelimesinin kullanılmasından hoşlanırlar ve bu kelimenin kullanılmasını Efendimiz (s.a.v.)’e karşı kötü bir söz söyleme fırsatı olarak değerlendirirlerdi.[2] Dikkat çekici olan şudur ki, ashâb bu kelimeyi kötü niyetle kullanmadıkları halde Allah (c.c.) ‘râinâ’ kelimesinin kullanılmasını yasaklamıştır. Bu durumdan hareketle bir fiilin ve sözün edebe muvâfık olmasının sadece iyi niyetle mümkün olmadığını, muhatab ve müşahid kitlenin anlayışlarının da etkenlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Zira mü’minlerin söylenen sözün başka anlamlara çekilmesine karşı uyarılması, onların bu konuda da hassas davranmalarının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Allahu Teâlâ’nın önceki ümmetlere dair anlattığı kıssaların amacı, ümmet-i Muhammed’i onların düştüğü kötü durumdan sakındırmak, helâk sebebi olan işlerden onları uzak tutmak, sâlih amele teşvik etmek ve sonraki ümmetler arasında güzel sözlerle yâd edilmeleri içindir.[3] Bu inceliğin farkında olan sûfîler vahyin emir ve yasaklarına riâyet etmekle yetinmemişler, âyetlerin delâleten ve işâreten ortaya koydukları edep kurallarını ve kemâle dair meziyetleri de hayatlarında tatbik etmişlerdir. Bu minvalde mezkûr ayetin de telkin ettiği üzere tasavvuf geleneğinde güzel hitap güzel edebin tezahürü, güzel edep ise kemâle ulaştıran bir vesile addedilmiştir. Zira “Kim, kemâl yolunda sülûk ettiğini düşünür de edepten yoksun olursa o kimse iddiacı ve iddiasında yalancıdır.”[4] Yukarıdaki örnekten anlaşılacağı üzere Kuran’a göre güzel ahlâklı ve edepli olmanın tayin edilmiş bir sınırı yoktur. Her bilenin üstünde bir bilen olduğu gibi[5] her kemâlin üstünde bir kemâl, her edebin üstünde bir edep vardır. Çünkü kemâl fiillerin, fiiller fikirlerin, fikirler bilgilerin ürünüdür. Mezkûr mânaya işaretle “Sûfî, iki güzel hal ve huyla karşılaştığında daha güzelini seçebilendir” denir.[6] Tasavvufî terbiyenin nihâî gayesi olan manevî kemâl, amelden çok edeple ilişkilendirilmiş ve bu minvalde “Amelin tuz gibi az olsun, fakat edebin ekmeğin unu gibi çok olsun” sözü kullanılagelmiştir.[7] Abdullah b. Mübârek’in benzer mânaya işaret eden bir sözü şöyledir: “Çok ilimden ziyâde az edebe muhtacız.”[8] İbrahim b. Şeybân ise bunu bir adım öteye taşır ve ne kadar ilmi olursa olsun, bir mürşidden edep öğrenmeyen kimseye uymanın câiz olmadığını söyler. Ancak kişinin ahlâkî meziyet noksanlığı ile sahip olduğu ilmin arasını ayırmak daha doğru olabilir ve ilmî meselelerde böyle kimselerden istifade edilebilir. Bu düşüncenin metaforik bir ifadesi olarak edepsiz âlim, yanan muma benzetilmiştir.[9] Âlim her ne kadar edepsizliği ile kendini yaksa da ilmi ile başkalarını aydınlatmaktadır. Benzer şekilde İmâm-ı Rabbânî (ö. 1034/1624) de teferruatta gevşek davransalar bile âlimlerin ilimlerine tâbi olmak gerektiğinden söz eder.[10] İnsanın kemâle eriştiren yolda ihtiyacı olan amel ve edebin, un ve tuz metaforu ile anlatılması amelin kıymetsizliği veya farzların terki gibi anlaşılmamalıdır. Zira amelin yokluğu değil azlığı söz konusu edilmiştir. Dolayısıyla hiçbir edep, ameli gereksiz kılmayacağı gibi hiçbir amel de edepsizliği meşru kılmaz. Sûfîlerin şeriatsız bir tarikat anlayışını reddettikleri göz önüne alındığında, nafile amelin azlığına rağmen çok edebin kişinin seyrini hızlandıracağı anlaşılmaktadır. Amelin tuza, edebin una benzetilmesi şöyle de yorumlanabilir. Tuzsuz unla ekmek yapılabilir, karın doyurulabilir ancak bu halk nazarında makbul değildir. İnsanlar sadece zaruret ve hastalık hallerinde tuzsuz ekmek tercih ederler. Unsuz tuz ise tek başına insanı beslemez. Nitekim Hucurât Sûresi’nde Efendimiz (s.a.v.)’e karşı yapılacak bir edepsizliğin kişinin amellerini iptal edeceğine değinilir.[11] Şu hâlde insanı ahlaksızlıktan ve kötülükten alıkoyan ibadet ile ibadetleri taçlandıran edebin bir arada bulunması hedeflenen ideal noktadır. Bir başka açıdan bakıldığında ise amel Allah’ın kulu ile olan hukukunun gereğidir. Şu halde Allah (c.c.) dilerse kulunun noksanını giderebilir, hatasını affedebilir. Edep ise kulların kullarla olan münasebetini tanzim eden kurallar bütünü olduğu için yokluğu kul hakkına tecavüz tehlikesini barındırır. Edebin çok una amelin az tuza benzetilmesi bu minvalde de değerlendirilebilir. Nihai olarak ifade edilebilir ki edep, müridin gayesi, kemâle ermiş sûfînin hâli ve manevî kemâlin aynasıdır. Edep şeriatın emirlerini, iyi niyet ve güzel tatbik ile yerine getirmek, mübah dairesinde kalan husûslarda takvâ sahibi olmak, her fiil ve sözde Allah’ın rızasını gözetmektir. Mezkûr husûslar birbirinin mütemmim cüzüdür. Herhangi birinin yokluğunda ilâhî rıza hâsıl olmayacaktır. [1] 2/Bakara, 104. [2] Bedrettin Çetiner, Fatihâ’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl Kur’ân Âyetlerinin İniş Sebepleri, 5. Basım, İstanbul, Çağrı Yayınları, 2016, I, s. 38. [3] Ahmed b. Muhammed İbn Acîbe, el-Bahru’l-medîd, Beyrut, Darü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 2010, V, s. 17. [4] Ahmed İbn Acîbe, el-Fütuhatü’l-İlâhiyye, Beyrut, Dâru’l-Kütüb’l-İlmiyye, 1971, s. 175. [5] bk. 12/Yûsuf, 76. [6] Sühreverdî, Avârîf, s. 43. [7] Ebû Hafs Şehâbeddin Ömer Sühreverdî, Avârifü’l-meârif, Mısır, Mektebetü’l-Allamiyye, 1939, s 282. [8] Abdulkerim Kuşeyrî, Risâletü’l-Kuşeyriyye, thk. Abdulhalim Mahmud, Kahire, Dâru’l-Meârif, s. 447. [9] İbn Acîbe, el-Fütuhatü’l-İlâhiyye, Beyrut, Dâru’l-Kütüb’l-İlmiyye, 1971, s. 183; Rivâyet için bk. Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, 2/178. [10] Ahmed Fâruk Sirhindî İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, hzl. Orhan Ençakar, İstanbul, Yasin Yayınevi, 2017, I, s. 312. (286. Mektup). [11] “Ey inananlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Farkına varmadan, işlediklerinizin boşa gitmemesi için, Peygambere birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle bağırmayın.” bk. 49/Hucurât, 2.
Hamit DEMİR
YazarEdip Ahmed b. Mahmud Yüknekî tarafından XII. yüzyılda yazılmış, Türk dili, edebiyatı ve kültür tarihinin önemli kaynaklarından olan Atebetü’l-Hakâyık, Hakikatler Eşiği anlamına gelmektedir. Dâd İspehs...
Yazar: Hamit DEMİR
Mezarlıklar bizim uhrevî definelerimiz, hazireler de manevî hazinelerimizdir. Bu mekânlar, şehirlerimizi, ilçelerimizi, kasabalarımızı, köylerimizi süsleyen bedestenlerdir âdeta. Süheyl Ünver’in tabir...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
Tanıtımını yapacağımız eser, H. Hulûsi Ateş Darende Şeyhzâdeoğlu Özel Kitaplığı, Kitap No: 62, Tasnif No:297’de kayıtlıdır. 1277/1860-61’de istinsah edilen nüshanın müstensihi es-Seyyid el-Hâfız Hüsey...
Yazar: Fatih ÇINAR
Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de geçen her bir cümleye âyet dendiği gibi Cenâb-ı Allah’ın varlığının ve kudretinin delillerinden olan bazı eşya ve hadiselere de âyet denmektedir. Söz konusu ontolojik ...
Yazar: Hamit DEMİR