ŞÂRİHU’L-FUSÛS ABDULLÂH-I BOSNEVÎ ve SÛFÎ ŞAHSİYETİ
Abdullâh-ı Bosnevî, İbnü’l-Arabî’nin meşhur eseri “Fusûs”a yazdığı şerhle tanınan bir sûfîdir. Tam adı “Abdullah Abdi b. Muhammed el-Bosnevî er-Rûmî el-Bayramî” olan Abdullah Efendi “Bosnevî”, “Şârihu’l-Fusûs”, “Abdi Efendi” ve “Gâibî” gibi lakaplarla meşhur olmuştur. 992/1584’te Bosna’da doğan Abdullah Efendi, ilk tahsilini doğduğu şehirde yapmış, ardından İstanbul’a gelerek ilmî gelişimini tamamlamıştır. Ailesi ve sosyal durumu ile ilgili detaylı bilgi bulunmayan Bosnevî’nin felsefe, kelam ve tasavvufî disiplinleri hakkıyla tahsil ettiği eserlerinden anlaşılmaktadır.[1] İstanbul’dan sonra bir başka ilim merkezi olan Bursa’ya giden Bosnevî, burada, Bayramî Melamîleri’nden Hasan Kabaduz’a (ö.1010/1601) intisap etmiştir. Doğum tarihi ve hayat hikâyesi hakkında çok fazla bilgi bulunmayan Kabaduz, Melâmî neşvenin bir yansıması olarak terzilik mesleğini ifa ettiği için bu isimle anılmıştır. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan (Halet Efendi, 800) iki mektubu dışında eseri bulunmayan Kabaduz’dan istifade eden Bosnevî, Bursa’da birçok şeyhin manevî tesir halkasına da dâhil olmuştur. Bosnevî’nin asıl istifadesi ise Halvetiyye yolunun Şemsiyye koluna müntesip bir şeyh olan Abdülmecîd-i Sivâsî’den olmuştur.[2] Bosnevî, Melâmîlik düşüncesinin Arap dünyasında yakından tanınmasına vesile olmuş bir sûfîdir. Mısır üzerinden Hicaz’a hac niyetiyle gittiği h.1046’da üst düzey birçok isimle görüşen Bosnevî, dönüş sürecinde Suriye’de İbnü’l-Arabî’nin kabrini ziyaret etmiş ve kabri yanında bir müddet münzevî bir hayat yaşamıştır. Şam ziyaretinin ardından Konya’ya İbnü’l-Arabî çizgisinin en önemli temsilcisi olan Sadreddîn-i Konevî’nin (ö.1274) kabrini ziyarete gitmiş ve burada 1054/1644 yılında hastalanarak vefat etmiştir. Vasiyeti üzerine Konevî’nin yanına defnedilen Bosnevî, geride birçok talebe ve eser bırakmıştır. Şeyh Garsuddin Hüseynî, Şeyh Muhammed Mirza Dımeşkî Sûfî, Şeyh Muhammed Mekkî Medenî ve Seyyid Muhammed İbn Ebi Bekr Ukud onun yetiştirdiği önde gelen talebelerindendir.[3] Velûd bir yazar olan Bosnevî’nin altmışın üzerinde eseri günümüze ulaşmıştır.[4] Abdullâh-ı Bosnevî’nin Düşünce Dünyasının Kilometre Taşları Eserlerinden, özellikle de Fusûs’a yazdığı şerhten hareketle Bosnevî’nin İbnü’l-Arabî takipçisi bir sûfî olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. O, İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd şeklinde formülize edilen “Varlığın Birliği” düşüncesini benimsemiş ve neredeyse bütün görüşlerini ve çalışmalarını bu fikrî altyapı üzerine inşa etmiştir. İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin Hakk’ın zatından başka varlık kabul etmeyip, âlemleri Hakk’ın tecellileri olarak gören tecrübelerini Bosnevî de aynen benimsemiştir. Ona göre âlem, Hakk’ın tecellilerinden ibarettir. O, tecelli konusuna Hac Suresi’nde yer alan “O, geceyi gündüzün içine sokar ve gündüzü de gecenin içine sokar.”[5] âyetini referans olarak göstermiştir. Ona göre Allah, gaybın karanlığına tecelli eder ve bu tecellide mümkünlerin hakikatleri, aynadaki sûret ve şekil gibi zâhir olur, ortaya çıkar. A‘yânın aynalarından varlıksal (vücûdî) tecellinin nuru yayılır ve böylece âlem bu tecellide gölge gibi zâhir olur. Bu şekilde cüz/tikel, parça, küllün/tümel, bütün, sûretiyle gerçekleşir ve fer‘/dal, unsur da aslın sûreti üzerine zâhir olur. Burada zuhûrun ya da ortaya çıkışın durumu, hayal ve akıldan hissi şehâdet ve fiil derecesine doğru gerçekleşir.[6] Bosnevî, İbnü’l-Arabî’nin: Mahlûkta Hakk’ın kendisi vardır, gözlerin varsa, Hakk’ta mahlûkun kendisi vardır, aklın varsa, Şayet gözün ve aklının her ikisi birlikte varsa, İçinde bilfiil olan tek şeyden başka bir şey görmezsin[7] şiirinden hareketle feraset sahibi, akıl, göz ve aklın birlikte sergilediği bakışa dikkat çekerek varlık âlemini anlamlandırmaya çalışmıştır. Ona göre göz sahibi olmak, Hakk’ı halkta/mahlûkta görmek; akıl sahibi olmak, halkı Hakk’ta görmektir. Onun bu yorumuna göre, gerçek varlık olan Hak, halkın varlığına ayna olmakta ve bu konumu gereğince gizlenmektedir. Akıl ve göz birlikteliği ile varlığa bakıldığında ise aynı anda Hakk’ı halkta, halkı Hakk’ta müşahede gerçekleşmektedir ve biri diğerine gizli kalmayacak şekilde bir müşahede gerçekleşmektedir. Bosnevî’nin burada dile getirmeye çalıştığı aynı zamanda müşahede ehlinin de üç kategoride olduğu hususudur. Ona göre müşahede ehlinin ilki Hakk’ı halkta görenler, ikincisi halkı Hakk’ta görenler, üçüncüsü ise Hak ve halkın varlığını bir görenlerdir.[8] İhsan ve Tecelli Sırrı Hz. Peygamber (s.a.v.)’in: “İhsan, O’nu görüyormuşçasına Allah’a kulluk etmendir.”[9] hadisinden hareketle Bosnevî, örneğin namazda Hakk’ın kulunun ona olan inancı ve zannı hasebince hayal âlemi olan mahlûktaki namaz kılanın kıblesinde zâhir olmaktadır. Bunun ötesinde ise, kudsî hadiste de denildiği gibi: “Ben yerime göğüme sığmadım, ancak mü‘min kulumun kalbine sığdım.”[10] doğrultusunda kâmil insanın kalbinde zuhûru ve tecellisi bulunmaktadır. Bu durum Muhammedî kâmil kalpteki bütün ilahî isimleri kuşatan ve Allah’ın isimler ve sıfatlarla nitelendiği ve kendisini kullarına tanıttığı makam olan ulûhiyet/ulûhet makamından (hazretinden) gelen tecelli iledir. Bu durum, varlıksal tecellinin yayılmasından ve yaratılmış âlemin ortaya çıkışından sonraki müşahedededir.[11] İnsân-ı Kâmil Bosnevî, vahdet-i vücûd düşüncesinde önemli bir yeri olan “insân-ı kâmil” anlayışına değinmiştir. Buna göre Allah, hakikatlerini giydirdiği isimlerini insân-ı kâmilin görünen sûretine gizlemiş, onu kendisini nitelediği bütün niteliklerle nitelemiş ve onu bu özellikleriyle benzersiz yapmıştır. Bu yüzden Bosnevî, ittihad ve hulûlsüz bir şekilde Hakk’ın ilminin insan-ı kâmilin ilmi, onun zâtının da insan-ı kâmilin zâtı olduğunu ifade etmiştir. Ona göre, bu mertebenin üstünde en olgun ve en mükemmele doğru giden yüce mertebeler vardır ki bu da asıl olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’e özgüdür. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.), insân-ı kâmilin en güzel örneğidir. Bosnevî, insan-ı kâmilin özelliklerini şu şekilde sıralamıştır: “Onlar müşahede hazretindedir, onların nazarında mahlûkun varlığı yoktur. Aksine müşahede ettiklerinde, yokluk üzere olan mümkünlerin a‘yânlarını müşahede ederler. Onlar Hakk’ın varlığında yok olan, mutlak varlığın okyanusunda boğulan Muhammedilerin fakirleridirler. Ancak, onlar ekmeliyet mertebesinden hilafet mertebesine geri gönderilirlerse, küllî nizamı korumak için bu müşahede ve yücelikten gizli kalırlar. Böylece Hakk’ı mahlûkta ve mahlûku da Hakk’ta müşahede ederler. Fakat ilk müşahede gibi müşahede etmezler. Çünkü ilk müşahedede Hakk’ı mahlûkta gözle müşahede ediyorlardı, mahlûku da Hakk’ta akıl ile müşahede ediyorlardı. Bunu, müşahedelerden biri diğerinden gizli kalmayacak şekilde yapıyorlardı ve hatta varlıklarını, gözlerini, akıllarını tüketen sırf ilahî nurla müşahede ediyorlardı. (Hak) onları, Peygamber (s.a.v.)’in şu sözüyle işaret ettiği vahdet denizine attı: ‘Allah’ım beni nur kıl.’ Allah dilediğini nuruna ulaştırır. O dosdoğru yol üzeredir.”[12] Sonuç Bosnevî, seyyah bir sûfî, velûd bir müellif, ilmî ve irfanî görüşleri ile İbnü’l-Arabî çizgisinde düşüncelere sahip bir sûfîdir. O, İbnü’l-Arabî ve fikirlerinin aynı zamanda Melâmiyye yolunun İslâm dünyasında daha yaygın ve anlaşılır bir hâle gelmesinde etkin bir rol üstlenmiştir. İbnü’l-Arabî’ye olan hayranlığı dolayısıyla onun kabrini ziyaret etmiş, kabrinde bir süre münzevî bir hayat yaşamış ve İbnü’l-Arabî’nin fikirlerini büyük kitlelerin anlayabileceği bir şekilde gayret gösteren Sadreddîn-i Konevî’yi ziyaret için geldiği Konya’da vefat ederek Konevî’nin kabrinin yanına defnedilmiştir. Bosnevî, Bosna, İstanbul ve Bursa’da birçok gönül ehlinden istifade etmiş, hac yolculuğu dolayısıyla bulunduğu Hicaz ve Şam bölgelerinde birçok önemli isimle görüşerek fikirlerini onlarla paylaşma imkânı bulmuştur. O, vahdet-i vücûd düşüncesi etrafında tecelli, vücûd, adem, müşahede, ayân-ı sâbite ve insân-ı kâmil gibi birçok konuya dair eserler yazmış ve fikirlerini beyan etmiştir. [1] Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn ‘an esâmi’l-kütüb ve’l-fünûn Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1951, c.II, s.1263-1264, 2050; Şeyhî Mehmed Efendi, Vekâyi‘u’l-fudalâ, Çağrı Yayınları, İstanbul 1989, c.I, s.146; İbnü’l-Gazzî, Muhammed b. Abdurrahman, Dîvânü’l-İslâm, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut 1990, c.I, s.312-313; Müstakîmzâde Süleyman Sadeddin, Risâle-i Melâmiyye-i Bayrâmiyye, Süleymaniye Kütüphanesi, Nafiz Paşa, nr. 1164, vr.32b-33a; Bağdatlı İsmâil Paşa, Hediyyetü’l-ârifîn esmâu’l-müellifîn ve âsâru’l-musannifîn, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1951, c.I, s.476-477; Bursa Mebusu Muhammed Tahir, “Şârihu Fusûs Abdullah Bosnevî”, Sırat-ı Müstakim, c.VI, Sayı: 137, (7 Nisan 1326), s.104; aynı müellif, Osmanlı Müellifleri I-II-III ve Ahmed Remzi Akyürek Miftahü’l-Kütüb ve Esami-i Müellifin Fihristi, Hazırlayanlar: Mustafa Tatçı-Kemal Kurnaz, Ankara 2000, c.I, s.43-49; Mustafa Kara, “Abdullah Bosnevî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara 1988, c.I, s.87. [2] Abdullah Kartal, “Sadreddin Konevi’nin Osmanlı Düşüncesine Etkisi: Abdullah Bosnevî Örneği”, II. Uluslararası Sadreddin Konevi Sempozyumu Bildirileri, Konya 2014, s.140-141; aynı müellif, “Türkçe İlk Fusûsu’l-Hikem Şerhi: Tecelliyâtü Arâisi’n-Nusûs fî Manassâti Hikemi’l-Fusûs”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:VIII, c.VIII (1999), s.309-311, 312-313. [3] Abdülbaki Gölpınarlı, Melamîlik ve Melamîler, İstanbul 1931, s.79; Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, OSAV, İstanbul 2001, s.321. [4] Malik Bankır, “Te'lif ve Tercüme Bir Eser: Şerh-i Cezire-i Mesnevi”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı:XXVII, (Erzurum 2005) Prof. Dr. Şinasi Tekin Özel Sayısı, s.156-162. [5] Hac 22/61. [6] Abdullah Kartal‚ Abdullah Bosnevi ve Merâtib-i Vücûd ile İlgili Bir Risâlesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1996, s.1-11. [7] İbnü’l-Arabî, Fütühât-ı Mekkiyye, Çeviren: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2017, c.XII, s350. [8] Bosnevî, Kitâbü tahakkuk, vr.138a. [9] Buhari, İman 37. [10] Nureddin Ali b. Muhammed Aliyyü’l-Kâri, el-Masnûa fi ma‘rifeti’l-hadisi’l-mevzûa (Mevzûatu’s-suğra), Tahkik: Abdülfettah Ebu Gudde, Mektebetü’l-Matbuati’l-İslamiyye, Haleb 1969, s.130. [11] Bosnevî, Kitâbü tahakkuk, vr.139b; Bosnevî, Tecelliyâtu arâisi’n-nusûs fi menassât-i hikemi’lFusûs, c.I, s.2. [12] Bosnevî, Kitâbü tahakkuk, vr.140 a-140b.
Fatih ÇINAR
YazarCahiliye Dönemi müşrikleri mühim işlerine “Lat adına!”, “Uzza adına!” ve “Menat adına!” diyerek başlarlarken Hıristiyanlar “Baba-oğul ve kutsal ruh adına!” diyerek başlarlardı. Hanif dinine mensup ola...
Yazar: Aydın BAŞAR
Tekirdağ, Anadolu ile balkanlar arasında bir geçit bölgesi ve ilim, kültür, sanat ve mâneviyât merkezi İstanbul’u besleyen ana merkezlerden biri olması bakımından önemli bir şehirdir.[1] Tekirdağ’ın b...
Yazar: Fatih ÇINAR
17.yüzyılda, Anadolu’da, dildeki başarısı ve gönlünün zenginliği ile dikkat çeken birçok mâneviyât erinden bahsetmek mümkündür.[1] Onlardan biri, üstâdı Abdülehad Nûrî-i Sivâsî (öl. 1061/1651) ve onun...
Yazar: Fatih ÇINAR
İslâmiyet dini akla büyük önem vermiştir. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim, pek çok ayetinde, insanı göklerin ve yerin yaratılışını düşünmeye davet ederek şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz göklerin ve yerin yarat...
Yazar: Aydın BAŞAR