ADALET VE TAKVA ABİDESİ ÖMER BİN ABDÜLAZİZ
Emevi halifelerinin sekizincisi olan Ömer bin Abdülaziz; daha hayatta iken “İkinci Ömer” diye ün salan İslâm’ın bu büyük halifesi, tam bir hak, adalet ve takva abidesidir.
Hazret-i Ömer’in torunu olan, Medine’de doğan halifenin babası Abdülaziz bin Mervan’dır. Babası Mısır’a vali olunca onunla Mısır’a gitmişti. Müteakiben ilim öğrenmek için Medine’ye dönerek Enes bin Malik, Abdullah bin Cafer ve Said bin el-Müseyeb gibi büyük âlim ve âriflerden ilim tahsil etti; ehli hâl ve kemâl sahibi oldu. Halife Velid bin Abdülmelik onu Şam’a davet ederek kızı Fatıma ile evlendirdi. Daha sonra kendisini 706 senesinde Haremeyn valiliğine tayin etti.
Verilen vazifenin ağır mesuliyetinin idraki içinde olan Ömer bin Abdülaziz, ilk iş olarak Medine’nin ileri gelen âlimlerini topladı ve onlara şöyle dedi:
“Ey kardeşlerim. Ben Haremeyn valiliğine değil, hizmetçiliğine tayin oldum. Asıl gayem, hakkın ve adaletin tevziidir. Eğer bunları çiğneyenleri bana haber vermezseniz, ind-i ilâhîde (Allah’ın katında) mesuliyet size aittir. İkazlarınızla bana yardımcı olmanızı istirham ederim...”
Âlimler, bu sözlerden memnun ve mesrur olarak her hususta kendisine yardımcı olacaklarını söylediler.
Halife Abdülmelik 717’de vefat etti. Veziri Recâ valileri toplayıp halifenin mühürlü vasiyetini açarak okudu, Halife Velid bin Abdülmelik, vasiyetinde iki oğlu olmasına rağmen, kendi yerine damadı Ömer bin Abdülaziz’i halife tayin etmekteydi.
Ömer bin Abdülaziz, hem çok şaşırdı, hem de böyle büyük bir mesuliyetli yükün altına gireceğinden korktu ve dehşete kapılarak hilafeti (halifeliği) kabul etmek istemedi ise de; âlimler, bu emaneti kabul etmediği takdirde Allah yanında mesul olacağını, bu yükün ancak kendisi tarafından taşınabileceğini bildirerek kendisini ikaz ettiler. Bunun üzerine Ömer bin Abdülaziz, bu kutsal görevi kabul etmek mecburiyetinde kaldı.
Kur’an ve Sünnetten Uzaklaşanlara Kızardı
Ömer bin Abdülaziz’in tereddüdünün nedeni büyük mesuliyetin yanında, zirveye çıkan İslâm toplumunun Emevilerle birlikte Kur’an ve sünnetten uzaklaşmaları, ten ve mal sevdasına düşmüş olmalarıdır. Ömer bin Abdülaziz İslâm cemaatini yeniden silkinişe geçirmiş ve yeniden bir Asr-ı Saadet devrine girilmiştir.
Bu büyük insan, halife olduktan sonra getirilen süslü alay atına binmemiş, hilafet sarayına değil “Benim kıl çadırım bana yeter.” diyerek evine gitmiş ve kendi de bir halife kızı olan hanımı Fatıma’yı yanına çağırarak “Eğer benimle yaşamak istiyorsan, ziynet ve mücevherlerini beytü’l-mâl’e bırak. Zira onlar, senin yanında iken, ben seninle olamam. Sen, bir halifenin zevcesi olarak ümmetin hanımlarına numûne (örnek) olmalısın.” dedi.
Asil kadın onun bu arzusunu severek hemen yerine getirmekle kalmadı, kendisinin 50 bin altınını da fakir ve kimsesizlere dağıttı. Hizmetkârlarını da serbest bıraktı.
Büyük gönül ve ruh Adamı halife seçilince, devrin âlim ve salihlerine mektuplar yazarak kendilerinden tavsiyelerini bildirmesini istedi. Bunun üzerine Muhammed bin Kâb şu veciz nasihatte bulundu:
“Ey halife! Yarın kıyamet günü bu ağır mesuliyetten kurtulup selâmete çıkmak istersen, Müslümanların yaşlılarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini evladın bil. Böylece babana iyilikte bulun. Kardeşinin hatırını sor; evladına da şefkat göster. O zaman bütün Müslümanlara kendi evindeki ana-baba-kardeş ve evlat gibi muamele etmiş olursun.”
Diğer yandan adaletin abidesi Hazret-i Ömer’in torunu Ömer bin Abdülaziz; Medine’ye de bir mektup yazıp dedesinin hayat hikâyesini ve devlet yönetimindeki usullerini istedi.
Bu büyük insan gençliğinde zarafet, dünyaya düşkünlük ve güzel giyinmekle şöhret bulmuştu ve hatta kendisine has bir havalı yürüyüşü vardı. Buna “Ömer yürüyüşü” diyorlar ve caka satmaya düşkün olanlar, onun gibi yürümeye özeniyorlardı. Ancak kendisi halife olduğu gün bütün bu hallerine son erdi. Her şeyi tepeden tırnağa, kendisinin delilik olarak görüp yorumladığı yürüyüşü bile değişti. Dedesi gibi, adil, dünya sevgisinden uzak ve kalbi Allah korkusu ile dolu, kıyamet gününü teninde ve ruhunda yaşayan bir halife (insan) oldu.
Ömer bin Abdülaziz halife olduğu zaman oldukça gelişmiş atletik bir vücuda sahipti. Fakat kısa zamanda mesuliyetin ağırlığı altında rengi değişti, saçları ağarmaya başladı, vücudu eridi ve kemikleri gözle görünür hale geldi.
Yine halife olunca saraydaki sazende, hanende, rakkase ve benzerlerini derhal çıkardı. Pahalı atları, lüks eşyayı hazineye irat (gelir) kaydetti. Dedesi Hazret-i Ömer gibi âdeta “Bir lokma, bir hırka” yaşadı.
Ömer bin Abdülaziz’in Cuma’dan Cuma’ya yıkayıp giydiği tek bir elbisesi, tek bir gömleği vardı, hep onu giyerdi. Bir gün Cuma namazını kıldırdı ve sohbete oturdu. Üzerinde önü ve arkası yamalı bir elbise vardı. Kalabalık dağıldıktan sonra oturanlardan birisinin:
“Ey mü’minlerin emiri. Allahu Teâlâ sana büyük imkânlar vermişken niçin böyle yamalı elbise giyiyorsun? Kendine şöyle güzel bir elbise diktirsen olmaz mı?” demesi üzerine ona tane tane şunları söyledi:
“İktisatlı davranmanın en faziletlisi, varlık anındadır. Affın da en faziletlisi, güçlü olduğun anda cezalandırmayıp bağışlamandır.”
Hak ve Adalet Timsali idi
Ümmetini huzur içinde yaşatan büyük mümtaz insan zamanında, adalet, takva, ibadet ve cihad fikri cemiyete hâkim olmuştu. Kendisi, Müslim ve gayrimüslim tebaasının haklarına çok dikkat ederdi. Hak ve adaleti yerine getirip getirmeme hususunda tir tir titrerdi. Bu tutumu ile Hattaboğlu Ömer sanki onda dirilmişti.
Ömer bin Abdülaziz ehl-i beyte dil uzatanların çirkin, iğrenç hareket ve sözlerine mani oldu ve bu kötü bidate son verdi; Emevi ırkçılığına kapıyı kapadı. Tek ölçü olarak İslâm kardeşliğini aldı ve Arap olmayanlar ile olanlar arasında hiçbir fark gözetmedi. Bundan başka Emevileri de akrabamdır, diye diğerlerine tercih etmedi. Tayinlerde liyakate önem verdi.
Adaletten kıl kadar ayrılmayan bu büyük Halife, her işinde, her icraatında insan haklarından hayvan haklarına kadar adalet anlayışından taviz vermedi. Valilerine yazıp gönderdiği talimatlarda bunları her fırsatta tekrar etti. Bu davranış ve tutumu karşısında hidayet bulanların sayısı artıkça arttı. İslâm ordularının doğuda ve batıda fütuhatı (fetihleri) hayli genişledi. Pireneler aşılarak Fransa’ya girildi. Endülüs Emevilerin temelleri atıldı. Afrika’da bütün Berberiler İslâm ile şereflendi.
Ömer bin Abdülaziz, halife olduğu günden vefat ettiği güne kadar hep gönül âleminde yaşadı. O; gecesini gündüze katıyor, dinlenme nedir bilmiyor, hep halkını memnun etmek için çırpınıyordu. Valilerini de sık sık uyarmaktan da geri durmuyordu. Medine, Küfe ve diğer valilere gönderdiği mektuplarda özetle şunları yazıyordu:
“Sakın evinizde oturup kalmayasınız. Sakın bunlar Emirü’l-mü’minin ailesindendir diye kimseye iltifat edip, farklı muamelede bulunmayasınız.
Biliniz ki, ben, sizi sırtımda bulunan ağır ve mesuliyetli işe ortak yaptım. Borçlulara, evlenmek isteyenlere, fakir ve yetimlere, hak ve ihtiyaç sahiplerine, mazlumlara elinizden geldiği kadar yardım ediniz.”
Allah’ın emrettiği bir hakkı yerine getirmeyip bir kimsenin hakkını yerseniz, size Allah’ın kullarını musallat ederim. Kıyamette, o hesap gününde şu Ömer sizlere asla yardımcı olmaz.
Hanımı Fatıma anlatır: “Bir gün yanına girdim. Seccadesinin üzerine oturmuş, elini alnına koymuş, büyük bir tefekkür halinde durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Kendisine neyin var diye sordum. Başını hafifçe bana doğru çevirdi ve gözyaşlarını silerek şöylece içini döktü:
‘Fatıma. Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarına almış bulunuyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, ilâç bulamayan hastalar, sırtında elbise olmayan muhtaçlar, boynu bükük yetimler, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarında Müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışamayan muhtaç yaşlılar, aile efradı kalabalık ve kendisi fakir olan aile reisleri ve bunlar gibi yakın ve uzak diyarlardaki nicelerini düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim, bunlar için beni hesaba çekerse, Hazret-i Peygamber (s.a.v.) bunlar için bana serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereyim?” dedi.
Ömer bin Abdülaziz, hazineden bir insanın doyabileceği kadar kâfi bir ücret alıyordu. Bu da, günde sadece iki dirhemdi. Kendisi yıllık 70 dinar bir ücret alırken, valilerine yıllık 300 dinar ücret verdirmekte idi. Bunun da nedeni gözleri doyup, rüşvete rağbet etmemeleri idi. Rüşveti, hediyeyi de yasaklamıştı.
Sabah güneşi gibi doğup, ikindi güneşi gibi kısa zamanda batan ve gerçek âleme giden bu büyük insanın; adı, hatırası o günden beri aynı canlılıkta yaşıyor. Herkes onun ahlâkını, adaletini hâlâ konuşuyor. Kabri nur olsun.