Sûfîlerin Mi'râc Terennümü
Tasavvuf geleneğinde ilk defa mi'râc edip semalara çıktığını¸ Allah'ı müşahede edip O'nunla konuştuğunu söyleyerek tasavvufî tecrübelerini anlatan sûfî¸ Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 231/845) olmuştur. O¸ daha evvel var olan¸ Hakk'a doğru yapılan mânevî yolculuğu bir mi'râc olayı gibi tasvir etmiş¸ bunu yaparken de Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mi'râcını örnek almıştır. Onunla başlayan tasavvufî anlamdaki mi'râc¸ ondan sonra da devam etmiş¸ bu konuda özellikle İbnü'l-Arabî onun tesirinde kalmış ve büyük sûfîlerin gerçekleştirmeyi başardıkları en yüksek seviyede ruhun Hakk'a yükselmesi şeklinde anlaşılmıştır. Bâyezîd'in mi'râcı her şeyden evvel Allah'a ermek isteyen bir kulun mânevî çabalarının¸ rûhî gayretlerinin bir ifadesidir.[1]
Ubeydullah Ahrâr (ö. 895/1489) iki çeşit mi'râcın olduğunu söyler. Biri manevî diğeri ise şeklîdir. Manevî mi'râc da iki türlüdür: ilki¸ kötü sıfatlardan güzel sıfatlara geçmektir. Diğeri ise¸ masivâyı terk edip Hakk'a yönelmektir.[2]
İbnü'l-Arabî'nin mi'râcını konu alan Kitâbu'l-isr⸠ilâ makâmi'l-esrâ isimli müstakil bir eseri bulunmaktadır.[3] İbnü'l-Arabî¸ Peygamber (s.a.v.)'in aksine velilerin mi'râcının sadece rûhî olabileceğini ifade etmektedir.[4] Peygamber Efendimize mi'râcta namaz farz kılınmıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mi'râcı¸ hüküm getiren bir mi'râctır. Velinin mi'râcında öngörülen herhangi bir dinî hüküm söz konusu değildir.[5] Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mi'râcı bedenen ve ruhen gerçekleştiği halde¸ Hak dostlarının mi'râcları¸ ruhların mi'râcı¸ kalplerin müşahedesi ve berzah sûretleri tarzındadır.[6]
Muhyiddin İbnü'l-Arabî (ö.638/1240) eserlerinde farklı nitelikte yaşanan mi'râcdan bahsetmektedir. Bunlardan en önemlisi Fütuhat'ın ikinci cüzünde "Kimya-yı Saadet" başlığıyla kaleme aldığı mi'râctır. Bahse konu olan kişilerden biri mümin diğeri filozoftur. Mümin peygamberin yolunu takip eder¸ filozof ise hakikate vâsıl olma konusunda aklına güvenir. Mümin¸ peygamberin rehberliği altında yoluna devam ederken¸ filozof¸ yolculuğu kendi kendine tamamlayacağını zanneder.
İbnü'l-Arabî burada saadet veya kemal iddiasında bulunan kimseye Hz. Peygamber (s.a.v.)'e uymayı¸ yarı yolda kalan filozof ve mütekellimler gibi sadece aklının yol göstericiliğiyle yetinmemesini öğütlemektedir. Filozof nazarıyla¸ diğeri ise şeriat olarak isimlendirilen üstadı ve mürşidinin kendisine çizdiği yoldan gitmektedir. Bunlar cisim bağlarından kurtulunca göklerin kapıları açılmakta¸ başlangıçta her ikisi de yollarında yürümekte¸ daha sonra ise ayrılmaktadırlar.
Akılcı filozof yolunu şaşırıp üzüntüye kapılmakta¸ kaçırdıklarına ah vah etmekteyken¸ Hz. Muhammed (s.a.v.)'e tabi olan mümin iman nuru ile şuhûda ulaşmakta¸ kendisine bu şuhûdda esrar-ı Zatiye keşf olmakta ve en yüce saadeti elde etmektedir. Bütün bunlarla birlikte İbnü'l-Arabî fena mertebesine ulaşan arifin nefsinden kurtulamayacağını ve ondaki ubudiyet izlerini tamamen silemeyeceğini açıkça söylemektedir. Bu yüzden de arife rububiyet makamı iddiasında bulunmamasını¸ ubudiyet makamında durmasını öğütlemektedir.[7]
İbnü'l-Arabî ömrü boyunca Endülüs'ten Fas'a¸ Tunus'tan Mekke'ye¸ Kudüs'ten Bağdat'a¸ Konya'dan Şam'a kilometrelerce yol kat etmiş¸ düzinelerce ülkeden geçmiştir. Ama yine de¸ seyahatlerinin en uzun ve en harikuladesi 594/1198'de Fas'ta gerçekleşmiştir. Zira söz konusu seyahat ufkî değil şakulî¸ arzî değil semavî¸ cismanî değil ruhanîdir. Bu seyahat yolcuyu her türlü coğrafî kaydın ötesine taşıyarak Huzur-i ilahi'nin "İki yay arası kadar¸ ya da daha yakın"[8]ına ulaştırmaktadır.
İbnü'l-Arabî'ye göre her bir velinin fethi¸ keşfi¸ hâli¸ makâmı farklı olduğu gibi¸ her bir sûfînin mi'râcı da diğerlerinden farklıdır. İbnü'l-Arabî bu seyahatinden bahsederken¸ "Seyahatim¸ kendimden başka bir yerde vukû bulmadı." değerlendirmesinde bulunmaktadır. Bu durum¸ "kendini bilenin Rabbini bilmesi" gerçeğinin bir ifadesidir. Her velî aslında mi'râcla kendini keşfedip¸ gerçekleştirme yoluna girmektedir.[9]
Mi'râc sûfînin yolculuk¸ yükseliş ve tekâmül sürecidir. Mi'râc akıl ve iradenin¸ gönül ve arzunun¸ duygu ve sezginin¸ eylem ve tecrübenin birbirini tamamlayarak oluşturduğu bir manevî tecrübenin ifadesidir. Mi'râcda kemale eriş ancak aşk sayesinde gerçekleşmektedir. Çünkü sahip olduğu ilahi aşk sayesinde Hz. Muhammed (s.a.v.)¸ mi'râcta tam bir bezeniş ve donanıma ermiştir. Süleyman Çelebi bu gerçeği şu şekilde ifade etmektedir:
"Gel berü ey aşk oduna yanıcı
Kendüyi ma'şûka âşık sanıcı"
Dinle mi'râcını ol şâhın âyân
Âşık isen aşk oduna turma yan.[10]
Mi'râc tecrübesi kişinin kendine dalması ile gerçekleşen bir yükseliş seyridir. Kişinin kendine dalması¸ kendini fark etmesi ve kendisini bilmesi ile mümkündür. Her veli mi'râcla kendini keşfetme ve gerçekleştirme yoluna girmektedir.[11] Kendini bilmek de benlik davasından vazgeçme anlamına gelmektedir. Kendini gerçekleştirmek¸ kendi gerçekliğini idrak etmek¸ farkındalık bilincine ermek ve benlik davasından geçmek isteyenleri İsmail Hakkı Bursevî (ö.1137/1724)¸ şu dizlerinde mi'râc tecrübesini yaşamaya davet etmektedir:
Gel âlem-i mânâya mi'râc edegör mi'râc
Azm ile ev-ednâya mi'râc edegör mi'râc
Var ol ulu dergâha¸ er kurb-ı şehinşâha
Her demde sen Allah'a mi'râc edegör mi'râc
Hak cezbesin âşıklar¸ bu yolda burâk eyler
Buldunsa o hâli¸ ger mi'râc edegör mi'râc
Bu âlem-i ferşi ko ol âlem-i arşı ko
Bas ayağını yâhû mi'râc edegör mi'râc
Tut dâvet-i Rahmân'ı gir yoluna bul ânı
Ko Hakkî ten ü cânı mi'râc edegör mi'râc[12]
Mevlânâ da benlikten geçip yokluğu seçmenin mi'râcla olan alâkasını şu şekilde ifade etmektedir:
"Mi'râc edenlerin safında durursan yokluk¸ seni Burak gibi göklere yüceltir. Yere mensûb ve ancak aya kadar yüceltebilecek bir mi'râc değildir bu Kamışı¸ şekere ulaştıran mi'râca benzer! Bu mi'râc¸ ana karnındaki çocuğun bilgi ve irfân derecesine ulaşmasına benzer! Yokluk küheylanı¸ ne de güzel bir buraktır Yok olduysan seni varlık makamına götürür! Dağlar¸ denizler ancak tırnağına dokunabilir; o derece süratlidir. Duygu âlemini derhal geride bırakıverir! Ayağını gemiye çek de¸ cân sevgilisine giden can gibi¸ oturduğun yerde yürüye dur! Elsiz ayaksız¸ evveline evvel olmayan Tanrı'ya kadar git."[13]
Ferîdüddîn-i Attâr (ö.627/1229) İlâhînâme isimli eserinde Peygamber Efendimizin mi'râcını tasavvufî neşve içerisinde şu şekilde terennüm etmektedir:
Bir gece Cebrâil¸ sürünerek kapısına geldi
Ey âlemin ulusu dedi¸ hadi hazırlan.
Bu karanlık yurttan kalk¸ geçiver
Tanrılık saltanatı yurduna sefer et.
Peygamber hemencecik bindi
Mekân âlemini geçti¸ mekânsızlık âlemine yürüdü.
Ulu Arş'a bir gürültüdür düştü
İki cihân ulusu geldi diye¸ melekler birbirine girdiler.
Yolda¸ bütün peygamberleri gördü
Birer birer hepsini de sırlara âgâh etti.
Sevgilinin yakınlığını anlayınca¸
Sevgilinin tapısına yürüdü¸ bu âlemden geçti.
Ahmed¸ Sidreye doğru yürüdü
Sevgilisinin zâtıyle birleşti¸ ondan göründü.
Cebrâil¸ o makâmda kaldı¸
Mustaf⸠pâdişâhın yakınlık yurduna yürüdü.
Cebrâil dedi ki: Ey sırları bilen pâdişâhım
Bana¸ bundan ileriye gitmeye izin yok.
Dosta kadar senin gitmen gerek
Sevgilinin yakınlığı¸ sana yaraşır.
O¸ yüceldi¸ yüceldi bu makâmdan da geçti
Gayb perdesinin ardından baktı.
Ne yer gördü¸ ne cihet. Ne akıl gördü¸ ne idrâk
Ne arş kaldı ne ferş ne de yeryüzü.
Bedenden geçti¸ cândan sefer etti.
Kendinden geçince¸ kendisinde Tanrı'ya baktı.
O küllî varlıktan ses geldi: yok ol da gel!
Bedeni ve cânı bırak da¸ öyle gel buraya!
Maksadımız da sensin¸ maksûdumuz da.
Gel! Vuslatımıza eriş¸ Zâtımızı seyret!
O dehşet âleminde Muhammed (s.a.)'in dili tutuldu.
Muhammed (s.a.)¸ Muhammed (s.a.)'den bezdi.
Muhammed (s.a.)¸ görmedi onu zâten.
Gören¸ o cânlara cân olandı.
Orada Ahmet yoktu¸ Tanrı vardı.
Orada¸ apaçık¸ vuslat gözüydü gören.
Tanrı'dan¸ "Ey her şeyin varlığı!
Her şeye emniyet de sendendir¸ fayda da.
Her şeyi¸ senin için yarattık. Ey basîretin tâ kendisi'
Dile ne diliyorsan!" diye hitab geldi.
Muhammed (s.a.) dedi ki: Ey keyfiyetsiz Tanrı! Her şeyi bilirsin.
İçteki sır da sensin¸ dıştaki sır da sen.
Sırrımı zâten sen bilirsin.
Niyâzım ancak¸ ümmet içindir.
Hakîkaten de günahkâr bir ümmetim var.
Fakat¸ hepsi de¸ senin ihsân ve kerem sahibi olduğunu bilir.
Lütûf ve ihsân denizinden haberdârdırlar.
Hepsine de rahmet etsen ne olur ki?
Tapıdan yine nidâ geldi: Ey tertemiz Peygamber'im!
Baştan başa¸ hepsini de bağışladım.
Ümmetin için gam yeme sen.
Rahmetimiz¸ onların suçlarından artıktir[14]
[1] Kadir Özköse ve Halil İbrahim Şimşek¸ Altın Silsile'den Altın Halkalar¸ Nasihat Yayınları¸ Ankara 2009¸ s. 98.
[2] Ali b. Hüseyin es-Safî el-Kâşifî¸ Reşahâtu ayni'l-hayât¸ çev.: Mehmed Rauf Efendi¸ İstanbul 1291 (taş baskı)¸ s. 405¸ 521.
[3] Muhyiddin İbn Arabî¸ "Kitâbu'l-isr⸠ilâ makâmi'l-esrâ"¸ Risaleler¸ ter. Vahdetin İnce¸ Kitsan¸ İstanbul 2007¸ c. II¸ s. 41-136.
[4] Muhyüddin İbnü'l-Arabi¸ el-Fütühâtü'l-Mekkiyye¸ Mektebetü's-Sekafeti'd-Diniyye¸ Kahire¸ ts.¸ c. III¸ s. 342-343.
[5] İbnü'l-Arabi¸ el-Fütüh⸠c. III¸ s. 55.
[6] İbnü'l-Arabi¸ el-Fütühât¸ c. III¸ s. 342-343.
[7] İbnü'l-Arabi¸ el-Fütühât¸ c. II¸ s. 273-299.
[8] Necm¸ 53/9.
[9] Claude Addas¸ Ibn Arabi Kibrit-i Ahmer'in Peşinde¸ çev. Atila Ataman¸ Gelenek Yayıncılık¸ İstanbul 2003¸ II. Baskı¸ s. 162-163.
[10] Hüseyin Vassâf¸ Mevlid Şerhi Gülzâr-ı Aşk-¸ haz. M. Tatçı-M. Yıldız-K. Üstüner¸ Dergâh Yayınları¸ İstanbul 2006¸ s. 434.
[11] Addas Claude¸ İbn Arabî Kibrît-i Ahmer'in Peşinde¸ çev. Atila Ataman¸ İstanbul 2003¸ s. 162.
[12] İsmail Hakkı Bursevî¸ Ferahu'r-Rûh Muhammediye Şerhi¸ haz.Mustafa Utku¸ Uludağ Yayınları¸ İstanbul 2000¸ c. II¸ s. 318.
[13] Mevlânâ Celâleddîn Rûmî¸ Mesnevî¸ çev.Velede İzbudak¸ haz.Abdülbaki Gölpınarlı¸ MEB Yayınları¸ Ankara 1998¸ c. IV¸ s. 45-46.
[14] Feridüddin Attar¸ İlâhîname¸ ter. Serkan Özburun¸ Semerkand¸ İstanbul 2004¸ s. 25-29.
Kadir ÖZKÖSE
YazarOsman Hulûsi Efendi’nin tasavvuf anlayışının merkezini vuslat arzusu oluşturmaktadır. Onun seyr u sülûk eğitiminde merasim, şekil, sûret ve gösterişe yer yoktur. Yaraları sarmak, sıkıntıları gidermek,...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
İbâdet; kulluk yapmak, itâat etmek ve boyun eğmek demek olup Rabb’imizin bildirdiği ölçüler dâhilinde yaşarken bütün hareketlerimizde, sözlerimizde, duygu ve düşüncelerimizde ilâhî ölçülere riâyet etm...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Herkes benimsediği sosyal çevresiyle bir anlam ifade etmektedir. Kaynaşabileceği, dertleşebileceği, halleşebileceği ve muhabbetle yaşayacağı bir sosyal çevresinin bulunması insan için büyük bir nimett...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Âriflerin bütün derdi Allah’ın rızâsını kazanmaktır. İlâhî rızâya gölge düşürecek her şeyden ellerini ve eteklerini çekmişlerdir. Bir bütün hâlinde Allah’a yönelen ârifler, ne dünyaya ne de âhirete il...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE