İbâdetle Dirilmek
İbâdet; kulluk yapmak, itâat etmek ve boyun eğmek demek olup Rabb’imizin bildirdiği ölçüler dâhilinde yaşarken bütün hareketlerimizde, sözlerimizde, duygu ve düşüncelerimizde ilâhî ölçülere riâyet etmemizdir. Kul ibâdete devamla Rabb’ine boyun eğer, sadece O’na kul olmanın ilânında bulunur ve O’nun buyruklarına gönülden itâat eder.[1]
İbâdet eden kul Allah'a karşı olan saygısını, sevgisini ve itâatini içtenlikle göstermiş olur. O'nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ibâdetini özenle yerine getirir.[2]
Kul olarak Rabb’imize ibâdet etmemiz, bizler için bir külfet ve sıkıntı değil, tam aksine büyük bir şereftir. İbâdet, Allahu Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakkı ve ihsan ettiği nimetler karşısında yapılması gereken bir şükrün ifadesidir. Yapılan ibâdetler itikâdî ve imânî hükümlerin kalbimizde ve rûhumuzda kökleşip sabitleşmesini sağlamaktadır.
Zira bilgi, ancak tecrübe ile artıp gelişir ve kökleşerek meleke hâline gelir. Tatbikata konulmayan kuru bilginin muhâfazası çok zor olduğu gibi faydası da yok denecek kadar azdır. İmanın insanda kökleşip yerleşmesi, meleke hâline gelmesi de ancak ibâdetler sayesinde mümkündür.
Dıştaki ibâdet kalesi zayıfladığında içteki iman kalesi için tehlike sinyalleri başlamış demektir. İman bir lâmba ise ibâdetler, çeşitli yönlerden esen rüzgârlar karşısında onu sönmekten koruyan ve ışığını daha da ziyâdeleştirmesini sağlayan şişe gibidir.
İnsanı üstün bir varlık olarak yaratan Allahu Teâlâ, onun bu mevkiini koruyarak rûhî yücelişini devam ettirebilmesinin ibâdetlere bağlı olduğunu haber vermiştir. Dolayısıyla insanın kalp âlemini ve mânevî yapısını geliştirmek için ibâdetler vazgeçilmez bir vâsıta olarak karşımızda durmaktadır.[3]
İbâdet ehli mü’min her an Rabb’ine sığınır, ibâdet ettikçe Rabb’ine yaklaşmaya çalışır, içtenlikle yapılan ibâdetler, kulun Rabb’i ile iletişim kurmasını sağlar. İbâdet tadından okunan Kur’ân-ı Kerim, okuyanın gönlüne ferahlık verir, rûhunu rahatlatır, zihnini diri tutar ve mâneviyatını güçlendirir.
Okuduğu âyetler mü’mine istikâmet sağlar, önceki insanların hâlinden ibret ve dersler çıkarır ve yoluna devam eder. Yapılan ibâdetler sâyesinde kişi insanlık şerefine nâil olur. İbâdetlerle Allah’a yaklaşabildiği nisbette kâinatın gözbebeği olma vasfını elde eder. İnsanın gönül dünyasını ve mânevî yapısını geliştirmesi için ibâdetler, vazgeçilmez bir vasıtadır.
Yaptığımız her ibâdet, bize ayrı bir huzur ve mutluluk verir. İbâdetlerimizi yerine getirerek, öncelikle Allah’a kulluk görevimizi yapmış oluruz.[4] Meselâ camiye gitmeden önce tertemiz bir abdest alırız.[5] Caminin ruhlarımızı cilâlayan tertemiz havasında namazımızı dosdoğru kılarız.
Namaz bizi her türlü kötülükten uzaklaştırır.[6] Mallarımızı temizleyen zekâtı verirken, fakirlerin sevinçlerini yakından hissederiz.[7] Oruç tutarak yoksulların halinden haberdar oluruz. Allah’ın müjdesini hak ederiz.[8] Hacca giderek bütün Müslümanlarla kardeş olduğumuzu gözlerimizle görürüz.[9]
İbâdetlerini titiz bir şekilde gerçekleştiren mü’minin kalbi marifetle, ruhu müşâhedeyle, nefsi hizmetle, lisanı da Allah’ı anmakla meşgul olacaktır. İbâdet dirisi konumundaki mü’min, içi ve dışıyla bir bütün hâlinde ve her zaman Allah’la beraber olmanın bilincine erecektir.[10] Kibir sıfatı ile benlik davası güden nefsi itâat altına almanın, yaratılış gayesi doğrultusunda hareket etmesini sağlamanın en tesirli reçetesi ibâdetlerdir.[11]
“Amellerin Allahu Teâlâ’ya en sevimli olanı, az da olsa devamlı yapılanıdır.”[12] buyuran Peygamber Efendimiz’in ibâdetini Hz. Âişe Annemiz; “Allah Rasûlü’nün ameli, hafif ve devamlı yağan yağmur gibiydi…”[13] değerlendirmesiyle yerinde bir benzetmede bulunmaktadır.
Peygamber Efendimiz başladığı bir ibâdeti bırakmaz ve özenle yapmaya devam ederdi. Az da olsa devamlı ibâdet etmek, ilk bakışta basit ve yetersizmiş gibi görünse de, ona sabır ve istikrar ile devam edildiği takdirde, neticede çok büyük birikimlerin meydana geleceği muhakkaktır. Zira deryaları derya yapan, yağmur damlalarının sürekliliğidir. Damlalar birike birike umman olur.[14]
İbâdetlerde İtidal
Peygamber Efendimiz’in en önemli özelliği itidal üzere hareket etmesiydi. O ibâdetlerinde bile aşırılıklardan kaçınır ve mutedil davranırdı. İstikâmet çizgisinden ayrılmayan, hidâyet üzere yaşamaya özen gösteren, ifrat ve tefritten uzak bir tutum sergileyen Peygamber Efendimiz, sahâbe-i kirâmı da böylesi bir hassasiyet içerisinde yetiştirirdi.
Her şeyden elini eteğini çekip sadece namaz ve oruçla meşgul olan kimi sahâbeyi uyarır ve onlara kendisini örnek almalarını tavsiye ederdi. Savm-ı visâli, yani iftar etmeden, bir günün orucunu öbür günün orucuna eklemeyi yasakladı. Ashâb-ı kirâm, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ama siz savm-ı visâl tutuyorsunuz?” dediklerinde Peygamber Efendimiz onlara; “Şüphesiz ben sizin gibi değilim. Ben, yedirilip içirilmekteyim.” buyurdu.[15]
Gerek gündelik hayatımızda gerekse ibâdet hayatımızda itidal ve denge korunmadığı zaman ifrat ve tefrit denilen aşırılıklar nüksetmeye başlar. İbâdetlerinde aşırılığa kaçanlar bir süre sonra yorulmaya başlar, yerine getirilmesi gereken asgarî yükümlülüklerini bile yapmaktan âciz kalırlar.
İbâdetlerin yerine getirilmesindeki en önemli sıkıntı, yapılan ibâdetlerden bıkkınlık ve yorgunluğun hâsıl olmasıdır. İbâdet eden bir kişi ibâdetlerinde usanmaya başlayınca içtenlik ve candanlığını kaybeder. İbâdetlerini iç huzuru ile gerçekleştiremez. Bu gerçeğe dikkat çekmek üzere Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Her şeyin bir zindelik hâli vardır, her zindeliğin de bir gevşeklik ve usanma hâli vardır...”[16] buyurmuştur.
Bizim güç ve kapasitemizi, yaratılış ve tabiatımızı bildiği için Rabb’imizin bize emrettiği her ibâdet âdetâ ilaç mesâbesindedir. Hastaya verilen ilacın dozajı gibi Allah’ın kullarına emrettiği ibâdetler de onları tedavi edecek düzeydedir. İlacın az veya çok verilmeyişi gibi ibâdetlerde de noksanlık ya da aşırılığa gidilmemesi esastır.
İbâdetleri yerli yerince, kıvamında, ölçülü ve itidal üzere yerine getirmenin gerekliliğini anlatan en güzel örnek, sahâbeden Bâhilî’nin başından geçen şu deneyimdir: Bâhilî bir gün Peygamber Efendimiz’e gelip, “Ey Allah’ın Rasûlü! Beni tanıdınız mı?” dedi. Peygamberimiz; “Sen kimsin? (Tanıyamadım.)” buyurdu. O; “Bir sene önce size gelmiş olan Bâhilî’yim.” dedi. Efendimiz; “Seni böylesine değiştiren nedir? Hâlbuki daha önce gâyet iyi görünüyordun!” buyurdu.
Bâhilî, “Senden ayrıldığım günden beri bütün günlerimi oruçlu geçirdim.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v.), “Kendine işkence etmişsin! Sabır ayı (Ramazan)ı bütünüyle, diğer aylardan da birer günü oruçlu geçir.” buyurdu. Bâhilî; “Bu sayıyı artırınız. Zira benim gücüm bundan fazlasına yeter.” dedi.
Peygamber Efendimiz; “O hâlde her aydan iki gün oruç tut!” buyurdu. O; “Daha artırınız.” dedi. Efendimiz; “Peki her aydan üç gün!” buyurdu. Bâhilî, “Biraz daha artırınız.” dedi. Peygamber Efendimiz; “Harâm aylarında (Receb, Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem) üç gün oruç tut, bırak; üç gün oruç tut, bırak; üç gün oruç tut, bırak!” buyurdu ve üç parmağını birleştirip bırakmak suretiyle de fiilen gösterdi.[17]
Enes b. Malik’in anlattığına göre, Rasûlullâh (s.a.v.) duruma uygun olarak hareket eder; bazı aylarda fazla oruç tutmaz, ashâbı o ayda hiç oruç tutmayacak zannederdi. Bazı aylarda da çok oruç tutar ve sanki bütün ayı oruçlu geçireceği izlenimini verirdi.[18]
Bununla birlikte Peygamber Efendimiz’in, üst üste bir kaç ay oruç tutarak aşırıya gittiği hiç olmamıştır. Nitekim Ümmü Selleme Vâlidemizin bildirdiğine göre, Rasûl-i Ekrem’in Şaban ve Ramazan ayları dışında peşi peşine iki ay oruç tuttukları vâki değildir.[19] Bu da her zaman değil, bazı senelerde gerçekleşmiştir.
Kulluk Hassasiyeti
İbâdet hayatı; varoluşumuzu gerçekleştirmenin bir yoludur. Kulluğumuzun yansıması, düşünce, fikir, yaşantı ve davranışımızın tevhîd ekseninde şekillenmesinin bir ifade biçimidir. Bu gerçekten hareketle Ebu’l-Hasan el-Harakânî (ö. 419/1028) kendisini Hakk’ın nimetleri karşısında borçlu hissetmekte ve varlığını Allah’a medyûn görmektedir. Tüm mevcûdiyetini Hak’ta mahvettiğini söylemektedir. Geride kaldığı söylenenleri hayalden ibaret görmektedir.[20]
Kulluk bir şereftir. Allah’a ibâdet yollarına koyulmak bir nimettir. Ancak kulun yaptığı ibâdetleri hesap ederek menzile ulaşacağını sanması bir felâkettir. Bu durumu Harekânî, “Menzile ereriz ümidiyle halk gündüzleri oruç tutmakta, geceleri namaz kılmaktadır. Benim kendi menzilim ise bizzat kendimdir.” ifadesiyle açıkça beyan kılmaktadır.[21]
Kişinin nefsini tanımadan, aczini görmeden, muhtaçlık hissine bürünmeden, işlediği amelleri noksan ve kusurlu görmeden menzile ermesi mümkün değildir. Menzile ermek için önce kişinin kendi zaafını görmesi gerekmektedir. İbâdet yoğunluklu hayat yaşamaya çalışan mü’min her yeri mescit kıvamında, her günü Cuma günü kalitesinde, yıl boyu Ramazan ayı şevkinde değerlendirmeye çalışır.
Nerede olursa olsun mescitteymiş gibi yaşar, Ramazan ayına gösterdiği hürmeti bütün aylara gösterir, Cuma günü yaptığı iyilikleri bütün günlerde yapmaya çalışır.[22] Aslında insanın ömrü tek bir secdeden ibarettir.[23] Mü’min olarak bulunduğumuz kulluk makamının hakkını vermemiz gerekmektedir.
İnsanlar nazarında evliyâ olarak görülmekten çok Hak katında kul olarak anılmayı düşünmeliyiz.[24] Kulluk bir emanettir. Öyle bir emanet ki Arş-ı A’lâ’dan bile daha ağır bir yüktür.[25] Kıyamda duranlara ölümsüz bir hayat bahşedecek, haramlardan kaçınanlara zeval bulmayan bir mülk verilecektir.[26]
İbâdetlerin Hikmeti
İbâdetlerin derin hikmetleri ve içsel anlam derinlikleri bulunmaktadır. İbâdetler sadece birtakım şekil ve esaslardan ibaret değildir. Her bir ibâdetin işaret ettiği bir hikmet ve hakîkat boyutu bulunmaktadır. Yapılan ibâdetlerde kulun basîret ve firâseti açılmaya başlar. İdrak düzeyi artar. Rabb’iyle iletişimi gerçekleşir. Kurbiyet ve muhabbet hâsıl olur. Mânâ âlemiyle irtibat kurmaya başlar.
Mânevî alıcıları iş görmeye, gözlerindeki perde kalkmaya, başkalarının göremedikleri incelikleri görmeye, hakikatlere nüfûz etmeye başlar. Tasavvufî gelenekte ibâdetlerin zâhirî âdâbına titizlikle riâyet edilmesi gerektiği gibi bâtınî hikmetlerine de vukûfiyet sağlanması gerekmektedir. Yapılan ibâdetlerin anlam katmanına bürünüp kazanımların sağlanması, kişisel dönüşümün gerçekleşmesi, mânevî gelişimin gerçekleşmesi gerekmektedir.[27]
Yapılan bu açıklamalar çerçevesinde diyebiliriz ki, yapılan ibâdetler kişinin mertebesine göre derinlik kazanmaktadır. Âriflere göre ibâdetlerin üç merhalesi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, cennet ümidi veya cehennem korkusu ile ibâdet edilmesi; ikincisi, kendilerini Allah’ın kulu olarak görüp Allah’ı ibâdete lâyık varlık olarak bilmeleri; üçüncüsü, Allah’a heybet ve celâlinden, O’na karşı hissedilen coşkulu muhabbetle ibâdet edilmesidir. Allah’a duyulan muhabbetle gerçekleşen ibâdet ise kulluğun en üst derecesidir.[28]
İbâdet ve Ubûdet
Tasavvuf büyükleri ibâdeti kulluğun başlangıcı, ubûdiyeti kulluğun kemâli olarak görmektedir. Kulluğun ibâdet boyutu Allah’a karşı boynu bükük olmamızdır. Ubûdiyet boyutu ise sıddîkiyet makamına ermek, doğruluğu şiâr edinmek, istikâmet çizgisi üzerinde hareket edebilmek, Allah’a bağlılığımızı samîmî bir şekilde ortaya koyabilmektedir.[29]
İbâdet düzeyinin böylesi bir farklılığını Seyyid Şerîf Cürcânî (ö. 816/1413), ibâdet ve ubûdet kavramları arasındaki farka dikkatimizi çekerek açıklamaktadır. İbâdet; mükellefin hevâ-i nefsi hilâfına Rabb’ini tâzîm cihetiyle işlediği amellerken, ubûdiyyet; ahdlere vefâ, hudûdu muhâfaza, mevcûda rızâ ve kaybedilene sabırdır.[30]
İbâdetin Gayesi
İbâdete devamla kul gafletten kurtulur, Rabb’ini zikreder, ilâhî gözetim ve denetim altında olduğunu hisseder. İbâdet, sevgilinin rızâsı için yapılmakta, böylece kulluk, bir seven sevilen ilişkisine dönüşmektedir. Böylesi bir makamına ulaşan kişi vuslat hali yaşamaktadır.[31] Hz. Âişe Annemiz, cennete gideceği halde neden bu kadar çok ibâdet ettiğini sorması üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?”[32] şeklinde cevap vermiştir.
İlâhî sevginin Râbiatü'l-Adeviyye (ö. 185/801) ve Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/921) gibi sûfîlerdeki en önemli tezâhürü, “talepsiz ve beklentisiz” dindarlıktır.[33] Onlar tâcir dindarlığını aşmış isimlerdir. Bâyezîd-i Bestâmî’ye (ö. 261/875) göre muhabbet ehli olanlar için cennet bir gaye değildir. Onlar cennet beklentisiyle değil, sadece muhabbetleriyle ilgilidirler. Muhabbet onları cennetle ilgilenmekten perdeler. Onlar Hakk’ın rızâsına bende olmuşlardır.[34]
Hesapla değil ihlas ile ibâdet edilmesini öngören Râbiatü'l-Adeviyye, ibâdetteki yegâne beklentinin ilâhî rızâ olduğunu söyler.[35] Yunus Emre (ö. 720/1320);
Âşık mı derim ben ona Tanrı'nın Uçmağın sever
Uçmag dahi bir tuzaktır mü'min canların tutmağa[36]
dizeleriyle beklentisiz ibâdetin ancak ihlasla gerçekleşeceğini belirtmektedir. Sûfîlerin ilâhî aşk anlayışları ile Allah'a koşulsuz ve beklentisiz ibâdet etmek arasında zorunlu bir ilişki tesis edilmiştir.[37]
Allah’a olan samîmî imanımız ve O’na duyguğumuz asil sevgimiz bizleri beklentisiz ve koşulsuz sâlih amellere sevk etmektedir.[38] Bu anlayıştan hareketle Râbiatü’l-Adeviyye, “Rabb’im! Cehennemden korktuğum için sana ibâdet ediyorsam beni cehenneme at ve orada yak. Cennete girme emeliyle sana ibâdet ediyorsam bana cennete girmeyi haram eyle. Yok eğer sadece senin cemâlin için ibâdet ediyorsam, senin Bâkî cemâlini benden esirgeme.” niyâzında bulunmuştur. Râbiatü’l-Adeviyye yanına gelen bir cemâate şöyle sormuş:
“Siz Allah'a niçin ibâdet ediyorsunuz?”
İçlerinden birisi cehennem korkusunu zikrederek;
“Yedi kat cehennemden kurtulmak için.” der.
Râbiatü’l-Adeviyye başka birine aynı soruyu sorar. O ise;
Cennetten söz eder ve “Cennet nimetlerine ulaşmak için ibâdet ediyorum.” der. Râbiatü’l-Adeviyye şöyle der:
“Ücretle iş yapan kul ne kötü kuldur.” Kendisine;
“Sen niçin ibâdet ediyorsun?” diye sorulunca;
“Önce komşu sonra ev.” diye cevap verir ve şöyle ekler: “Allah cehennem korkusu veya cennet ümidi olmaksızın ibâdet edilmeye lâyık değil midir?”[39]
Kulluğun İbâdet, Ubûdiyyet ve Ubûdet Boyutu
Allah’a kulluğu; ibâdet, ubûdiyet ve ubûdet olarak üç kategoriye ayıran sûfîler, zaman içerisinde âbid ile sûfî ve ârif arasında bir ayırıma giderek âbidlerin âriflere nazaran daha aşağı bir mertebede olduklarını ifade etmişlerdir. Kalbi kudsiyet melekûtuna bağlı olduğu halde ârif, insanlarla yiyip içmekte, şakalaşmakta, alışveriş yapmakta ve istişârede bulunmaktadır. Sosyal ilişkilerini ihmal etmeyen ârif hâlini başkalarından bütünüyle gizleyebilen zattır. [40]
Abdürrezzak Kâşânî’ye (ö. 887/1482) göre insanın korktuğundan emîn, umduğuna da nâil olabilmesi için Allah’a kulluk yapmasına “ibâdet”; korku, ümit ve karşılık beklentisi söz konusu olmaksızın sırf Allah’ın emri olduğu için kulluk yapmasına “ubûdiyyet”; kendi kuvvet ve irâdesinden tamamen sıyrılarak kulluk yapmasına “ubûdet” adını vermektedir.[41]
Kulluğun ibâdet boyutu, ibâdet ehlinin nefsânî yapı içerisinde etmesidir. Bu düzey, âbidlerin (ubbâd) ibâdetidir. Kulluğun ubûdiyet boyutu, ebrâr zümresinin kulluğudur. Nefis bağlamında değil Hakk’ın rızâsını kazanmak için yapılan kulluktur. Kulluğun ubûdet boyutu, ehl-i tahkîkin ibâdetidir. Üçüncü mertebe olan ubûdet, en üst aşama olup kul burada kendi varlığından fânî olmuştur. Kulun bu mertebede bir katkısı ve kastı yoktur.[42]
İmanda yakîn düzeyini kazandıran kulluğun ilme’l-yakîn boyutuna ibâdet, ayne’l-yakîn boyutuna ubûdiyyet, hakka’l-yakîn boyutuna ubûdet adı verilmektedir. Sıradan mü’minlerin kulluk çabasına ibâdet, havâssın kulluğuna ubûdiyyet, havassu’l-havâssın kulluğuna ubûdet adı verilmektedir.[43]
Mücâhede ehlinin kulluğu ibâdet kalitesinde; hâl sahiplerinin kulluk çabası ubûdiyyet kıvamında; teveccüh, murâkabe ve müşâhede ehlinin kulluğu ubûdet şerefindedir. [44] Ubûdiyyet kalitesinde yaşanan kulluğun kıvamını sûfîler şu şekilde sıralamışlardır:
Allah’ın şanına yaraşır kalitede itâat ve ibâdetin icrâ edilmesi.
Ne kadar titiz yapılırsa yapılsın yapılan ibâdetlerin eksik ve kusurlu bilinmesi.
Kazanılan sevapları ve yapılan sâlih amelleri ilâhî takdirin bir neticesi görülmesi.
Kendi arzularımızın terk edilerek Allah’ın murâdına erilmesi.
Amel derecesinden hâl derecesine erişilmesi.
Kendimize güç ve kuvvet nisbet edilmesinden uzaklaşılması.
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” sırrına erilmesi
Allah’ın ihsan ettiği ilâhî lütuf ve nimetlerin ikrar edilmesi.
İbâdetin ilâhî rızâ ve sevabın sebebi değil, alâmeti bilinmesi.
Emredilen ilâhî buyruklara dört elle sarılması, nehyedilen ilâhî yasaklardan tamamen kaçınılması.
Kulun ağırlığını, yükünü ve rızk kazanma külfetini Mevlâ’sına havâle etmesi, Mevlâ’sının belâsına sabretmesi.
Açlık, yoksunluk, fakirlik ve acziyetin sıkıntısına sızlanmaması.
Ezeldeki kısmete itimat ederek yükünü ve maîşetini O’na teslim etmesi.
Hakk’ın emânetini ve tekliflerini kulun özverili bir gayretle taşıması.
Rızkı Allah’a havâle eden kulun ibâdetinde titiz olması.
Kulun her hâlükârda Allah’ı efendisi ve sahibi olarak görmesi, kendisini de her durumda O’nun kulu olarak görmesi.
Nimetin değil nimeti veren kulu olunması.[45]
Ameli ve ahvalin riyâdan uzak olması, amelin değil ameli yaratanın görülmesi, ameli kulun kendine değil, Hakk’a izâfe etmesi.
Kulun elde olmayana üzülmemesi, elde olana güvenmemesi.
Allah’ın zengin ve efendi, kulun kendisini fakir olarak görmesi.
Ubûdiyyetin ahde vefâ, ilâhî hudûda riâyet etme, elde mevcut olana rızâ gösterme ve olmayana sabretme ölçülerine bağlı olması.
Fayda ve zararın Hakk’tan bilinmesi, kalbin böylesi bir kaygıdan boşaltılması.[46]
Vakitlerin ilâhî emirlere uygun olarak değerlendirilmesi.[47]
[1] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri & Deyimleri Sözlüğü, Anka Yayınları, İstanbul 2004, s. 293.
[2] Mustafa Sinanoğlu, “İbâdet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. XIX, İstanbul 1999, s. 233.
[3] Murat Kaya, Ebedî Yol Haritası İslâm Sorulara Cevaplar, Erkam Matbaası, İstanbul 2009, s. 324.
[4] 51/Zâriyât, 56.
[5] 5/Mâide, 6.
[6] 29/Ankebût, 45.
[7] 9/Tevbe, 103.
[8] 9/Tevbe, 112.
[9] 49/Hucurât, 10.
[10] Ahmet Cahid Haksever, XI. Yüzyıl Bir Türk Türk Sufisi Yakub-ı Çerhî, Doktora Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005, s. 185.
[11] Mevlüt Özçelik, İmam Gazâlî’ye Göre Nefsin Tezkiyesi ve Kalbin Tasfiyesi, Sonçağ Akademi, Ankara 2020, s. 92.
[12] Müslim, Müsâfirîn, 218; Buhârî, Rikâk, 18.
[13] Buhârî, Savm 64, Rikâk 18; Müslim, Müsâfirin, 217.
[14] Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 2, Erkam Yayınları, İstanbul 2015, s. 179.
[15] Buhârî, Savm, 48.
[16] Tirmizî, Kıyâme, 21.
[17] Ebû Dâvud, Savm, 55.
[18] Buhârî, Savm, 53.
[19] Tirmizî, Savm, 37.
[20] Ferîdüddîn-i Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, haz. Süleyman Uludağ, Erdem Yayınları, İstanbul 1991, s. 683.
[21] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 684.
[22] Ebu’l-Hasan el-Harakânî, “Nûru’l-Ulûm Kitabından Seçme”, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî I (Hayatı, Çevresi, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri), haz. Hasan Çiftçi, Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yayınları, Kars 2004, s. 226.
[23] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 685.
[24] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 685.
[25] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 687-688.
[26] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 691.
[27] M. Mustafa Çakmaklıoğlu, İbadetlerin Tasavvufî Yorumu Muhyiddin İbn Arabi Örneği, Hititkitap Yayınevi, Ankara 2009, s. 18.
[28] Seyyid Cafer Seccâdî, Tasavvuf ve İrfân Terimleri Sözlüğü, çev. Hakkı Uygur, Ensâr Neşriyat, İstanbul 2007, s. 215.
[29] Abdurrezzak el-Kâşânî, Mu’cemu Istılahatı’s-Sufiyye, tah. Abdülâl Şahin, Daru’l-Inad, Kahire 1992, s. 125.
[30] Şerif Ali b. Muhammed el-Cürcậnî, Kitậbü’t-ta’rifật, Dậru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1995, s. 146.
[31] Haksever, Yakub-ı Çerhî, s. 185.
[32] Buharî, Teheccüd, 6.
[33] Ekrem Demirli, Aşk Nedir? İslam Düşüncesinde İman ve Amel İrtibatı Sorunu, Sufi Kitap, İstanbul 2014, s. 207-208.
[34] Ali b. Osman el-Hucvirî el-Cüllâbî, Keşfu’l-Mahcûb Hakikat Bilgisi, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1996, s. 205.
[35] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 107.
[36] Yunus Emre, Yûnus Divanı, haz. Turan Karataş, Hece Yayınları, Ankara 2019, s. 29.
[37] Demirli, Aşk Nedir?, s. 212-213.
[38] Demirli, Aşk Nedir?, s. 214-215.
[39] Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 107.
[40] Ali Bolat, Muhammed Nûru’l-Arabî Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, Etüt Yayınları, Samsun 2010, s. 78.
[41] Osman Türer, “Tasavvufta Ahde Vefa”, Elmalı’da Ahde Vefa, ed. Ahmet Ögke, Kutlu Avcı Ofset, Antalya 2022, s. 31.
[42] Bolat, Muhammed Nûru’l-Arabî Hayatı, s. 80-81.
[43] Ebü’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risậletü’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t-tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik & Ali Abdülhamid Baltacı, Dârü’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 197.
[44] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 198.
[45] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 198-199.
[46] Kuşeyrî, er-Risâle, s.197-201.
[47] Kuşeyrî, er-Risâle, s.234.
Kadir ÖZKÖSE
YazarKızgınlık ve öfkelenmeye sevk eden durumlarda kişinin kendine hâkim olup ağırbaşlı ve sâkin davranması onun hilm sahibi olmasıdır. Hilmi şiâr edinenler öfkelendiği kimseden intikamını alma gücüne sahi...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
İdil (Volga) ile Tuna arası on sekizinci yüzyılın sonuna kadar bir Türk ülkesi olarak kalmış ve birbiri ardından gelmiş Türk kavimlerinin ili olmuştur. Söz konusu sahada Hazar, Bulgar, Altınordu...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Ahmed-i Hânî, yazdığı mesnevî ve söylediği şiirlerle kültür coğrafyamızı besleyen irfan pınarlarından biridir. O, içinde yaşadığımız kültür coğrafyasında doğup büyümüş; sadece kelâmı Kürtçe kelimeler ...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
Türk devletleri arasında İslâmiyet’i devlet dini olarak kabul eden ilk Türk devleti, kuzey Kafkasya’da İtil (Volga) nehrinin orta havzasında kurulan İdil Bulgar Devleti’dir. Bulgar topraklarından Abbâ...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE