Allah’ın Affına Sığınmak
Allahu Teâlâ, mü’minlerin günahlarını bağışlayan, ayıplarını örten, ğafuru’r-rahîm, settâru’l-uyûbdur. Her gün yatsı namazından sonra okuduğumuz “Âmenerrasûlu” olarak bilinen Bakara Sûresi’nin 285 ve 286. âyetinin sonunda, “Ey Rabb’imiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”[1] diye duâ ediyoruz. Bu duâyı bizlere Rabb’imiz öğretiyor.
Edebiyatımızın dinî muhtevâlı eserlerinden biri de münâcâtlardır. Münâcât, “bir şeyi hafifçe, fısıltı hâlinde yalvararak istemek” anlamına gelmektedir. Hulûsi Efendi Hazretleri, Dîvân’ın ilk başlarında yer alan “Yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ” redifli gazelinde münâcât türünün güzel bir misâlini vermektedir.
Bu gazelde, günahkâr, isyankâr kulların, ihsânı, ikrâmı bol olan, Settâr ve Gaffâr olan Cenâb-ı Hakk’a yakarışını, O’ndan afv ve bağışlanma isteyişini gâyet samîmî bir şekilde ifade etmektedir. Pir Efendimiz aslında bu gazelde birbirimize duâ etmeyi öğretmektedir.
Peygamberimiz bir hadîs-i şeriflerinde, “(Allah tarafından) en çabuk kabul edilen duâ, herhangi bir kişinin, bir kimseye (yüzüne karşı değil) gıyâbında yaptığı duâdır.”[2] buyurmuştur. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri’nin duâ mâhiyetli münâcâtının birinci beyti şöyledir:
Mücrim günahkârım şehâ yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
İhsânı kıl eyle atâ yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
(Ey âlemlerin şâhı olan Rabb’imiz! Ben günâhı çok bir kulunum. Bana ihsânını, bağışlamanı bol eyle. Çünkü biz suçluyuz, günâhkârız. Ey Rabb’imiz, n’olur! Bağışla, affet bizleri.)
“Örtmek, örtbas etmek” anlamına gelen istiğfâr, hatâ ve günahların Allah tarafından af ve mağfiret edilmesini istemek; kulun işlediği iyi ve güzel amelleri azımsayıp bunları artırmaya çalışması, günahlarını çok bulup bunları azaltmaya gayret etmesi demektir. “Gufrân” ve “Mağfiret” kelimeleri de, Allah’ın kulun hatâ ve günahlarını örtmesi, ona azap etmemesi, günahlarını bağışlaması anlamına gelir.
İstiğfâr ile “günahtan vazgeçme” anlamına gelen tevbe arasında bazı farklar vardır. Kişi ancak kendi günahından dolayı tevbe edebilirken, başkalarının günahından dolayı da istiğfâr edebilir. Yani başkasının affını Allah’tan dileyebilir. Allah’ın güzel isimlerinden olan “Gafûr” ve “Gaffâr”, “günahları örten, bağışlayan, affeden” demektir.
Kur’ân’da pek çok âyette istiğfârda bulunmak emredilmiş, Allah’ın mağfiret edici olduğu ısrarla vurgulanmış, özellikle seher vakitlerinde olmak üzere istiğfâr edenler övülmüştür. [3]
Sensin bizim ilâhımız iki cihan penâhımız
Arttı cürm ü günâhımız yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
(Yâ Rabbi! Dünya ve âhirette tek sığınağımız, bizi koruyup gözeten tek ilâhımız Sensin. Bizim suçumuz ve günahımız çok arttı. Ey Rabb’imiz, n’olur! Bağışla, affet bizleri.)
Müntesiplere Nakşbendî dersi tarif edilirken istiğfârla başlanır; Eûzü-Besmele çekildikten sonra abdestli bir şekilde 5 defa “estağfirullah” denildikten sonra:
“Esta’ğfiru’llah el-Azîm, el-Kerîm, er-Rahîm, el-Hayyu, el-Kayyûm gaffâru’z-zünûbe ve etûbü ileyh rabbi’ğfirlî.” denir.
Mânâsı: en büyük ve büyüklüğü daimî olan; ikram ve ihsan eden; acıyan ve arkası kesilmeyen merhamet sahibi olan; ezelî ve ebedî hayat sahibi olan; kimseye ihtiyacı olmayan, günahları bağışlayan Allah’ım senden bağışlanma dilerim, günahlarımı bağışla. Tevbe ve dönüşüm sanadır. Beni günahlardan yarlığa.” demektir.
Ayıpların Settâr’ısın mücrimlerin Gaffâr’ısın
Âlemlerin hünkârısın yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
(Ey Rabb’imiz! Senin bir adın Settâr’dır; günahlarımızı örtersin. Bir adın da Gaffâr’dır; günahkârları bağışlarsın. Aynı zamanda bütün varlıkların da hükümdârısın, sâhibisin. Ey Rabb’imiz, n’olur! Bağışla, affet bizleri.)
Ebû Hüreyre (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre, Nebî (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyâmet gününde Allah da onun ayıbını örter.”[4]
Dinimiz, insanların ayıplarını araştırmayı ve kişilerin gizli hallerini ortaya çıkarmak için gayret etmeyi yasaklamıştır. Buna karşılık, bir kimsenin ayıplarını, kusurlarını örtmek ahlâkî bir fazîlet, üstün bir insânî meziyet kabul edilmiştir. Allahu Teâlâ, dünyada günahlarını örttüğü kulunun, kıyâmet gününde de hatâ ve kusurlarını örter. Böylece mahşer halkı da onun bu hâlini bilmezler. Dünyada bir kulun hatâ ve kusurlarını örten kimse de sevap işlediği için, Allah katında o da mükâfatını görür.
Osman Hulûsi Efendi (k.s.) bir sohbetlerinde, “Müslüman, kimsenin ayıplarını gizli hâllerini araştırmaz ve ortaya dökmez.” demiştir. Hatâların ifşâ edilmeyip setredilmesi hakkında ise şöyle buyurmuşlardır: “Oğul yekdiğerinizde, yani bir arkadaşınızda bir hatâ veya noksan gördüğünüz zaman; ‘Benim gözlerim yanlış görüyor, arkadaşımda bu hatâ olmaz.’ diyeceksiniz, görmemezlikten geleceksiniz. Hatâları ifşâ etmek değil de, setretmek gerekir. Arkadaşınıza hatâsından dolayı buğz etmeyiniz; onun kötü hâline buğz ediniz.”[5]
Arz u semâ ins ü melek tuyûr u vuhûş suda semek
Senden dilerler hep dilek yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
(Ey Rabb’imiz! Yerde ve gökte ne varsa; insanlar, melekler, kuşlar, yırtıcı hayvanlar, hatta sulardaki balıklar bile hep Senden medet umarlar. Ey Rabb’imiz, n’olur! Bağışla, affet bizleri.)
Yaratılmış her şey kendi lisanıyla Allah’ı zikreder. Osman Hulûsi Efendi (k.s.) bir defasında, “Oğul ehlullahtan biri bir dere kenarından geçerken kurbağalara bakmış ki; ‘Sübhâne’l-melikü’l-kuddûs’,diye yedinci gök semâsının meleklerinin zikrini çekiyorlar.” diye buyurur.
Übey ibn-i Kâ’b (r.a.)’ın rivâyetine göre, “Rasûlullah (s.a.v.), vitri bitirip selâm verdiği zaman üç defa; ‘Sübhâne’l-meliki’l- kuddûs.’ derdi.”
Alî (r.a.)’ın rivâyetine göre, “Rasûlullah (s.a.v.), vitrinin sonunda şöyle de söylerdi:
“Allâhümme innî eûzü birızâke min sehatik ve bi muâfâtike min ukûbetik ve eûzü bike mink, lâ uhsî senâen aleyk, ente kemâ esneyte alâ nefsik.”
Hulûsi Efendi Hazretleri’nin zamanından beri Şeyh Hâmid-i Veli Camii’nde yatsı namazından sonra bu şekilde duâ edilmesi tavsiyesi devam etmektedirler.
Mânâsı; “Mukaddes olan meliki, yani Cenab-ı Allah’ı takdis ederim. Allah’ım! Gazabından rızâna sığınırım. Azâb etmenden affına sığınırım ve senden sana sığınırım. Senin medih ve senânı sayamam, sen kendini medhettiğin gibisin Ya Rabbi”[6] demektir.
Bakma şâhım noksânıma cürmü büyük isyânıma
Verme halel imânıma yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
(Ey benim padişahım! Benim noksanlarım, suçu çok büyük olan isyanlarım yüzünden imanıma her hangi bir zarar gelmesin. Aman Yâ Rabbi! N’olur Bağışla, affet bizleri.)
Affetmede ve bağışlamada Sevgili Peygamberimiz en büyük örnektir. Peygamberimiz’e bir suikast plânı düzenleyen bir bedevî, Peygamberimiz’e doğru yönelirken Useyd bin Hudayr (r.a.), onu hızla pelerinin eteğinden tutup çekti. Pelerin sahabinin eline gelince bedevî, belindeki hançerle ortada kalakaldı.
Hançerinin görülmesi ile niyeti de anlaşılmış oluyordu. Bu sebeple bir ân, “İleri mi gitsem, geri mi çıksam?” diye tereddüde düştü. O, tam bu şaşkınlıkta iken Hazreti Useyd suikastçının üzerine atılarak ellerini boynuna geçirdi. Bedevî bütün gayretine rağmen mengene gibi sıkan parmakları gevşetemiyordu. Nerede ise boğulacaktı. Hırıltılarla imdat istedi:
- Ölüyorum yâ Muhammed! Canımı bağışla!.. Öl.. Ölüyorum.. ahh...
Efendimiz, seslendiler;
- Bırak yâ Useyd!
Yiğit sahâbinin elinden kurtulan bedevî külçe gibi olduğu yere yıkıldı. Nefes nefese boğazını ovalıyordu. Şaşkınlıklar içindeydi.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) sordular;
- Ey yabancı! Anlat bakalım yanımıza niçin geldin? Ama muhakkak doğru söylemelisin. Doğru konuşmak menfaatine olacaktır. Yalan söylemeye kalkışırsan zarar görürsün. Çünkü biz zaten işin aslını biliyoruz.
Bedevî, tuhaf hâllerle Peygamber Efendimiz’in yüzüne baktı;
- Ee, şey, bana eman veriyor musunuz? Canım emniyette mi?
- Evet emniyette.
- Beni Ebu Süfyan buraya gönderdi.
- Sebep?
Peygamberimiz istiyordu ki, kendi bildiğini ashâbı da doğrudan doğruya suç fâilinin ağzından işitsin.
Yabancı başını önüne eğdi;
- Sizi öldürmek maksadıyla.
Rasûlullah Efendimiz canına kasdeden adamı, Useyd bin Hudayr’a teslim ettiler:
- Yarın sabaha kadar senin nezâretinde kalsın. Sabah yine buraya getir.
- Emrin olur ey Allah’ın Rasûlü.
Bedevî kilitlendiği odada hemen hemen uyumadan bütün gece yaşadıklarını düşündü. O, buraya insanların etrafında pervâne oldukları bu zatı öldürmek için gelmişti. Başarabilse öldürmüş olacaktı. Fakat başaramadı. Böyle hâllerde netice alamayan suikastçı anında parçalanırdı.
Hâlbuki O, kendisine bir kötülük yapılmasına izin vermedi. Ne dövdüler ne sövdüler. Şu ân bile gözetim altında olduğu hâlde ev sahibi yemeklerinden kendisine de getiriyordu. Bütün bunlar muhakkak ki O’ndandı. Anlaşılan O’nun o yumuşak huy ve merhameti arkadaşlarına da geçiyordu.
Zaten suikastı yapamaması da, Son Nebi olduğunu söyleyen O şahıs yüzündendi. O’nu gördüğü ân sanki aklı başından gitti ve eli-ayağı birbirine dolandı. Hâli, uykuda gezen birinden farksız hâle gelmişti.
Ertesi sabah Efendimiz, canına kıymak isteyen bedevîyi yine huzurlarına istediler. Yabancı getirildi; dıştan belli olmayan bir korku ve titreme içindeydi. Büyük Peygamber, “Vurun boynunu!” deseler ânında kellesi bir top gibi yerlerde yuvarlanırdı. Ama O (s.a.v.), öldürmek için gelmedi ki! O, insanların ölü kalbleri hayat bulsun diye vazifeli... Efendimiz konuşuyorlar. Temiz, açık, tane tane bir Arapça;
- Dün sana eman vermiştim. Haydi, şimdi istediğin yere gidebilirsin.
Yabancı, küstahlıktan acze düşenlere mahsus bir zavallılıkla âdetâ mırıldandı.
- Sağol.
- Ama istersen gitme ve senin için bundan daha hayırlı olanı tercih et.
Müşrik, bir kere daha şaşırdı:
- Benim için yurduma dönmekten daha hayırlı olan nedir?
- Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim de Allah’ın Rasûlü olduğuma lisânen ve kalben şahâdet etmendir.
Suikastçı, itirazsız kelime-i şahâdet getirerek iman etti.
Başta Sevgili Peygamberimiz olmak üzere hazır olanlar, kendisini tebrik ettiler. Peygamberimiz (s.a.v.), canına kast eden; kendisini öldürmek isteyen “insanların en katı kalblisi”nin taş gibi kalbini yumuşatarak yanına çekmiş, ebedî saâdetine vesile olmuştu; yumuşak davranarak ve merhamet ederek bağışlayarak gönlünü kazanmıştı. Gazelin son beyti de şu şekildedir:
Hulûsî bâbında gedâ ihsânını ister şehâ
Sensin kerem-kân-ı sehâ yâ Rabbenâ va’ğfir lenâ
(Ey yüce padişah! Bu fakir kulun Hulûsi, Senin kapından medet bekleyen biridir. Yâ Rabbi! Oysa her türlü cömertliğin, keremin biricik kaynağı da Sensin. Bunun için n’olur, bağışla, affet bizleri.)
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin Mekke’de bir sohbetinde naklettiği bir hatıra ile yazımızı tamamlayalım:
“Pirimiz İhramıcızâde İsmail Hakkı Hazretleri ile bir haccımızda Arafat’tan döndükten sonra Mina’da Mescid‐i Hayf da kimse önüne geçmedi, Pirimiz İhramıcızâde Hazretleri imamlık yaptı. Oradaki âlimlerden birisinin bu hâl acâyibine gitmiş ve dikkatini çekmiş.
Bu kadar çok âlim varken bu kişiye niçin böyle davranıyorlar diye. Bu düşünceler içindeyken İhramıcızâde Hazretleri cemâate yüzünü döndüğünde, o anda mânevî bir elin cemâatin üzerinden geçerek sadece Pirimiz İhramıcızâde Hazretleri’nin o mübârek eli öptürdüğünü o âlim görmüş.
O âlim zat hatâsını anlayıp ayağa kalktı; “Arkadaşlar ben bir hatâya düştüm. Büyükler hakkında yanlış bir düşünceye sahip olmuştum. Benim üzerime basmadan kim bu kapıdan geçerse Allahu Teâlâ haccını kabul etmesin.” diyerek mescidin eşiğe başını koydu.
Bunun üzerine Pirimiz İhramcızâde Hazretleri yerinden kalkarak geldi ve hoşgörüyle, “Kalk gardaşım! Kalk, hatânı bağışlattık.” diye buyurdu. O insan da İhramcızâde Pir Efendimiz’in elini öptü ve oradan ayrıldı.”
[1] 2/Bakara, 286
[2] Ebû Dâvûd, Vitir 29 (1535)
[3] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstiğfar Mad. Dini Kavramlar Sözlüğü
[4] Müslim, Birr 72. Ayrıca bk. Buhârî, Mezâlim, 3; Ebû Dâvûd, Edeb 38; Tirmizî, Birr 19; İbni Mâce, Mukaddime 17
[5] S.B.A.K.M. Arşivi, Röportajlar Dosyası, nr. 9/10.
[6] İmam Nevevî, Risâlet Kaynağından Duâlar - Zikirler - Edebler, s. 134-135, (Terc: Abdülhâlık Duran), İslâmi Neşriyat, İstanbul, 1982; Kütüb-i Sitte Muhtasarı, 7/25;
Musa TEKTAŞ
YazarAhmed-i Hânî, yazdığı mesnevî ve söylediği şiirlerle kültür coğrafyamızı besleyen irfan pınarlarından biridir. O, içinde yaşadığımız kültür coğrafyasında doğup büyümüş; sadece kelâmı Kürtçe kelimeler ...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
İzzeddin el-Kassâm, Suriye'nin Lazkiye iline bağlı Cebele'de doğdu. Babası, bir medresede öğretmenlik yapıyor ve şeriat mahkemesinde görevliyken, aynı zamanda bölgedeki Kâdirî Tarikatı’nın lideriydi. ...
Yazar: Oğuzhan AYDIN
17.yüzyılda, Anadolu’da, dildeki başarısı ve gönlünün zenginliği ile dikkat çeken birçok mâneviyât erinden bahsetmek mümkündür.[1] Onlardan biri, üstâdı Abdülehad Nûrî-i Sivâsî (öl. 1061/1651) ve onun...
Yazar: Fatih ÇINAR
Bir gece Göynük‘te kaldıktan sonra, Akşemseddin Hazretleri’ni son bir kere daha ziyaret edip, son güllü dondurmalarımızı da yedikten sonra Göynük’ten ayrıldık. Her zamanki gibi nereye g...
Yazar: Aydın BAŞAR