Böyle Gelir Böyle Gider Bu Âlem
Çocukluk günlerim dün gibi hafızamda. Hiç büyümemişim, yaşlanmamışım, yetmişi devirmemişim sanki. Oysa ömür, yokuştan iner gibi, bir bulut geçer gibi elden uçup gidiyor. Dönüp bakıyorum dün; sisli bulutların arkasında belirip kaybolan ışıklar, manzaralar, yüzler, yüzler, yüzler... Ne çok yüz gelip geçmiş hayatımdan! Ne çok insan tanımış ne çok yer dolaşmışım!
Bazen hiç münasebeti yokken bir yüz gözlerimin önüne dikilir, soru dolu gözlerle bakar bana: hatırladın mı der gibi. Unuttun mu der gibi… Apaçık hatırladıklarım da olur hayal meyal seçtiklerim de… Bazen o kadar ayrıntıyı fark ederim de kendim de şaşırır kalırım. Daha önce neden fark etmedim diye.
Kimi zaman çocukluk günlerim düşer aklıma; dut ağaçlarının gölgelediği sıcak yaz günlerinde kerpiç evimizin önündeki kuyunun bilezik taşına resim çizerken bulurum kendimi… İçime bir hüzün çöker. İki kubbeli kerpiçten evimizin yıkıntıları üzerinde otururken bulurum kendimi.
Kırmızı dutun tadı düşer damağıma. Annemin şefkatli sesi yankılanır kulaklarımda; “Çok yeme karnın ağrır!” Elimde mi karşı koymak kırmızı dutların tadına, cazibesine. Anne yüreği bu, korku bırakmaz yüreciğini kaybettiği dört çocuktan artakalan.
Hatırladıkça şaşar, bazen de gülerim kendime. Buğday tarlasının içinde kayboluşum düşer aklıma. Buğdaylar benden uzun. Şimdi buğdaylar niçin bu kadar kısa anlamakta zorluk çekiyorum. Ben mi çok kısaydım o zamanlar, buğdaylar mı çok uzundu? Dümdüz köyün her tarafında oyun oynayan çocukların sesleri sarsar hayal bulutlarını. Kuzenlerim, yaşıtlarım, okul arkadaşlarım… Kayıt olmadan devam ettiğim okulun ilk yılı, kırık bir sırada üç çocuk…
An olur pamuk tarlaları ve bostan manzaraları esir alır zihnimi. Yunus’un dertli dolabını çağrıştırır iki gözü bağlı atın çekip çevirdiği dolaptan yayılan sesler, şarıldayarak arka dökülen berrak su… Pamukların arasında adeta gizlenmiş duran bıçaksız kesip yediğimiz buz gibi bir karpuzun kokusunu duya.
Bir keseğe vurup parçalayıp elimizle bölüştüğümüz bir karpuzun taze rayihası. An olur akşama dek otlattığımız koyunları eve getirme telaşı içinde kuzenlerimle yaptığımız şakalar ve ürküttüğümüz koyunlarla köye doğru nefes nefese koşturmamız içime bir tebessüm serinliği ile yayılır, gözlerim nemlenir.
Gün olur evin arkasında akşam vakti, cebimde sakladığım şekerle gözümü minareye dikmiş bulurum kendimi. Müezzin neden bir türlü görünmez şerefede diye içim içimi yer. Elimde şeker erimeye başlamıştır yaz iftarı saatinde. Hiçbir ses bu anda “Allahu ekber”den daha güzel değildir. Allahu ekber, ağızda eriyen bir şeker tadıyla ruhumun çocuk dünyasında erir, yayılır, ta derinlere, çocukluk günlerine beni alır, götürür.
İnsan yaşlanınca daha mı çok canlanıyor hatıralar? Bana mı öyle geliyor? Hayat yokuş aşağı freni boşalmış bir araç gibi hızla inerken çocukluk eteklerinden tutmaya mı çalışıyor yoksa? Acaba başlangıcı ve sonu birbirine benzeyen hayatın bir hafıza oyunu mu bu? Çocukluk bu; insanın içinde bir köşede sinmiş bekler. Fırsat buldu mu oyuna dalmak için fırsat kollar. İçimden gülerim kimseye itiraf edemediğim gerçek beni kıskıvrak yakalar: Sen hep çocuktun. Çocuk kaldın…
Hayal oyunlarıyla gönül aynası bazen buğulanır bazen pırıl pırıl parlar, türlü görüntülerle bir resmi geçit yaptırır. Hüzünle sevinç iç içe geçer. İnsan, annesi tarafından kapıdan uzatılan bir dürümü kapıp kaçmayı özler de uzun yılların ağırlaştırdığı bedeninde o çevikliği bulamaz, yine şiirin hülyalı, kollarına atılır. Âlemin halini anlar, tevekkülle çaresiz doğru içine eğilir, sesler azalır, sisler dağılır; dünya hal diliyle, “fâniyim” diye fısıldar. Şair Rahmî sözü şu güzel beyitle bağlar:
Geh safâ buldu gönül âyînesi gâh keder
Âlemin hâli budur böyle gelir böyle gider.
(Gönül aynası bazen neşe bazen keder buldu; âlemin hali budur: Böyle gelir böyle gider.)
Bu beyti göz önüne alarak hastalıktan gelen sıkıntılara karşı nefsime şöyle tavsiyede bulunmak ihtiyacını duydum: Rûhun geçici barınma evi olan ten Allah’ın emanetidir. Sahibi dilediği gibi teni keser, biçer, eğer, büker ta sahibi kusurlarından, günahlarından arınıncaya kadar.
Şikâyet etmeye kimsenin hakkı yoktur. Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hakkımızda neyin hayırlı olduğunu bilemeyiz. Haktan gelen hastalık ve musibetlere rıza ve sabırla mukabele edip görevini bir an önce tamamlayıp gitmesini dilemek düşer.
Dünya hali doğru bir çizgi üzerinde gitmez. Mevsimler nasıl birbirini takip eder ve takip pek çok hikmete nasıl hazine ise musibet ve hastalıklar da böyledir. Ruh, bela ve musibetlerle temizlenir arınır, gönül ezel ve ebed Sultanı’nı misafir etmeye hazır hale gelir…
Gönül tahtını sahibine hazır hale getirmekten daha güzel ne olabilir!
Mahmut KAPLAN
YazarYüce Allah Tevbe Sûresi 34-35. âyetlerde şöyle buyurmaktadır:“Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolund...
Yazar: Mehmet SOYSALDI
Çok katmanlı anlam yapısına sahip olan tasavvufî şiirleri akılla hissetmek, duymak ve anlamak pek kolay değil. Tasavvuf kalp ayağıyla rûhî bir yolculuk olduğundan bu yola girmeyen, bu yolun erkânını i...
Yazar: Mahmut KAPLAN
İnsanı yaratıcısına lâyık bir kul olarak muhâtap eden aşk hususunda Ali Nihat Tarlan mecazla hakîkatin farkını şu veciz sözleriyle ifade eder: “Şeriatte asıl olan akıldır. Tarikatta aşktır. Akıl, mâsi...
Yazar: Mahmut KAPLAN
“Anadolu İrfânı” tabiri Anadolu coğrafyasını yüzyıllardır rengine boyayan mânevî bir neşvenin en kısa ve özlü ifadesidir. Gönül dünyasını şekillendirdiği insanları, Hak ve halk nezdinde saygın bir kon...
Yazar: Fatih ÇINAR