Mânâ Sultanına Gönül Bağlamak
Hz. RasûlulIah (s.a.v.)’in vârisleri olan mânâ sultanları, yani mürşid-i kâmiller gönüller tabibidir. Gönüllere şifâ sunan doktorlardır. Onlardan ilim, hikmet ve edeb öğrenmek isteyen her ihvân bu edeblere dikkat etmelidir. Allah için mürşid-i kâmilin rahle-i tedrîsinden geçmeli, önünde diz çökmeli onun mânevî makamına saygı göstermeli, gönlünü ona bağlamalı, himmetini talep etmelidir.
Her mü’min, mürşid-i kâmili, Allah ve Rasûlü’nün bir emâneti olarak görmelidir. O mânâ sultanına yapacağı hürmetin, aslında Allah ve Rasûlü`ne yapılan bir hürmet çeşidi olduğunu bilmelidir.
Rasûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde, “Zenginlik mal çokluğundan (ibaret) değildir, asıl zenginlik göz tokluğuyla gönül zenginliğidir.”[1] buyurmaktadır. İşte bunu açıklayan Hulûsi Efendi (k.s.)’nin bir beyiti şöyledir:
Zâhiren şâh-ı cihân olsan sana yok fâide
Mânâ sultânına kul olmak sezâdır ey gönül[2]
(Ey gönül! Zâhir sultanlığı, padişahlığı sana bir fayda sağlamaz; mânâ sultanı olan Allah’a kul olmak ise zâhir hükümranlığının fevkindedir.)
“Zâhiren şâh-ı cihân olsan sana yok fâide” beytindeki cihana hükmedenleri birkaç örnekle izaha çalışalım:
Kârûn dünyanın gelmiş geçmiş en şanlı hükümdarlarındandı. Üstelik dünyanın en zengin insanıydı. Hatta bu zenginlik Kur’ân’a bile konu olmuştur. “Biz ona öyle hazineler vermiştik ki anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı.”[3] Lâkin Kârûn bu zâhir hükümranlığından dolayı kibirlenmiş ve Allahu Teâlâ onu helâk etmişti. Kârûn’un hükümranlığı kendinin helâk olmasına engel olamamıştı.
Aynı şekilde Fir’avun Kızıldeniz’de boğulurken ne malı ne ordusu ne tacı ne de tahtı ona bir fayda sağlamıştı.
Örneklerden anlaşıldığı üzere fânî olan sultanlık Allah yolunda ikâme ettirilmediği sürece insana elim bir azaptan başka bir katkı sağlamamaktadır.
Şimdi de mânâ sultanına kul olmanın zâhir şahlığın fevkinde olduğunu örneklendirelim:
İbrahim bin Ethem, Belh şehrinin hükümdarı idi. Şöhreti haddinden fazlaydı. Hizmetçileri, câriyeleri eksiksizdi ve şaşalı bir hayat sürdürmekteydi. Bir gün kapısına bir meczup gelmiş ve “Bu konakta kalacağım yeriniz var mı?” diye sormuştu. İbrahim bin Ethem bu soruya karşılık “Burası benim sarayımdır konak değildir.” demişti.
Bunun üzerine meczup kendisinden önce bu sarayda kimin bulunduğunu sordu. İbrahim bin Ethem “Babam!” diye cevap verdi. Meczup ondan önce kimin olduğunu sordu. İbrahim bin Ethem “Dedem!” diye yanıtladı. Bu cevaplar üzerine meczup “İnsanların gelip geçtiği yer konak değildir de nedir?” dedi. Bu ve buna benzer birkaç olaydan sonra İbrahim bin Ethem tacı tahtı terk edip yollara düştü ve tam bir derviş hayatı yaşamaya başladı.
Veziri ve oğlu onu aramaya çıkmışlardı. Bir deniz kenarında söküğünü dikmekle meşgulken onu buldular. Ona Belh’e geri dönmesini ve şehrin idaresine devam etmesini söylediler. O geri dönmeyeceğini söyleyince vezir sinirlendi. İbrahim bin Ethem’in elindeki iğneyi kaptığı gibi denize fırlattı.
Bunun üzerine İbrahim bin Ethem sâkin bir şekilde “Balıklar iğnemi getirin bana.” diye nidâ ettiğinde bir balık ağzında iğne ve yanında bir sürü balıkla kıyıya gelmişlerdi. İbrahim bin Ethem Belh şehri hükümdarı iken emrinde belli sayıda hizmetçisi vardı. Allah’a kul olduğunda ise Allah onun emrine bütün mahlûkatı vermişti.
Verilen bu örneklerden anlaşılacağı gibi cihan şahı olanlar bu durumdan bir fayda görememiş, ancak mânâ sultanına köle olanlar yüce bir payeye ulaşmışlardır ve isimleri günümüze kadar hayırla yâd edilmiştir.
Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) de bir hadisi şeriflerinde melik peygamberlik ile kul peygamberlik arasında serbest bırakıldığını ve kul peygamberliği tercih ettiğini anlatmaktadır. Cihan padişahı Yavuz Sultan Selim Han bakın ne diyor:
Âleme pâdişâh olmak bir kuru dâvâ imiş
Bir evliyâya bend olmak cümleden âlâ imiş
İkinci beyit şöyledir:
Kendin idrâk etmeyen dâr-ı fenâda zerrece
Âhirette görmeği anın cezâdır ey gönül
(Ey gönül! Bu geçici yurtta kendini bilmeyen ve yaratılış gayesinin farkında olmayan insanın âhirette göreceği cezadan başka bir şey değildir.)
İnsanın yaratılış amacı âyet-i kerimede şöyle zikredilmektedir: “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım.”[4]
Kendini idrak eden insan ile etmeyen insan arasındaki farkları bir görelim:
Kendini idrak eden insan Allah’a iman eden, yaratılış gayesini unutmayan ve imanın fiiliyâtı olan ibâdetlerinde bir eksik bulunmayan, şeytanın hile ve vesveselerine kendini âlet etmeyen insandır. Böyle bir insan, “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”[5] âyet-i kerîmesindeki ilâhî medhiyeye muhataptır.
Bu âyet-i kerîmeyi açıklayan müfessirler “âhsen-i takvim” ifadesini akıl sahipleri olarak yorumlamışlardır. Dünya üzerinde hiçbir mahlûka verilmeyen nimetin akıl olduğuna vurgu yapmışlardır. İnsan bu değerin farkına vararak aklını Allah’ın rızâsını kazanacak işlerde kullanırsa yücelir ve eşref-i mahlûkat seviyesine çıkar.
Hulûsi Efendi Hazretleri de yukarıdaki gerçekleri beyitlerinde ifade buyurmuşlardır. Dünya hayatında gaflet içinde olanların âhirette elim bir azaba müstahak olacağını bildirmişlerdir. Üçüncü beyitte şöyle buyurmuşlardır:
Nefsin öldüren kişinin bahtı âlîdir yarın
Katl-i nefs etmek sana âlî gazâdır ey gönül
(Ey gönül! Nefsini öldüren kişinin bahtı açıktır ve yücedir, nefsini öldürmek ise büyük bir cihattır.)
Öncelikle şunu ifade edelim ki insan için dünya bir imtihan yeridir. Bu imtihanın geçilmesinde ise önümüzde iki engel vardır: nefis ve şeytan. Akıl ise bunları bir araya getirir ve insanın doğru yolda ilerlemesine karşı kuvvetli bir ittifakın oluşmasına ön ayak olur. Bu imtihan dünyasında başarıyı elde etmek için şeytanın hile ve vesveselerine kapılmamalı ve nefsimizle iyi bir mücadele vermeli onu alt etmeliyiz.
Hulûsi Efendi Hazretleri “Katl-i nefs etmek sana âlî gazâdır ey gönül” beytiyle aslında Asr-ı Saadet’te yaşanan şu olaya atıfta bulunmuştur:
Allah Rasûlü’nün iştirak ettiği son sefer olan Tebük Seferi meşakkat dolu zorlu bir seferdi. Medîne’ye yaklaşırken yorgunluktan âdeta şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saçları-sakalları birbirine karışmıştı. Hâl böyleyken Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ashaba, “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” buyurdular.
Ashap hayretler içerisinde, “Ya Rasûlullah! Hâlimiz meydanda, bundan daha büyük cihad olabilir mi?” dediklerinde Hz. Peygamber (s.a.v.) “Şimdi büyük cihada, nefis cihadına dönüyoruz!” buyurdular.
Nefis cihadı, kalbî eğitim ve mânevî terbiyedir. Gaye, ahlâkı yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak “insan-ı kâmil” hâline getirmektir. Bunun yolu ise ilâhî hakîkatlerle yoğrulmuş bir akıl ve güzel ahlâkla donatılmış bir kalp, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyetiyle taçlandırılmış hâl ve davranışlarla kemâle ermektir. Tarîkat-ı Âliyye’nin büyükleri de bu anlayışla nefisle cihad etmeyi kendilerine şiar edinmişler ve sâliklerine nefisle cihad etmeyi öğütlemişlerdir.
Konuyla alakalı olan bir hadîs-i şerîfinde Peygamber Efendimiz, “Ölmeden evvel ölünüz.” buyurmuşlardır.
Bu konuya bir örnek verecek olursak:
Amasya vekâlesinin açılışında ihvân arkadaşlar Cenâb-ı Allah şükrâne olarak kurban hazırlamışlardı. Kurban öyle sükûnetli bir şekilde yanı üzerine yere yatmış, öyle sâkin duruyordu ki, sanki ölmeden önce ölmüş, yani teslim olmuştu. Açılış duası yapılırken Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’in ism-i şerifi geçince başını kıldırdı.
Bu anlattıklarımı belki detayları biz fark edememiştik, fark eden bir kişi vardı o da Efendi Hazretleri’ydi. Açılış duası bitince Efendi Hazretleri “Kurbanı kesmeyin, serbest bırakın.” buyurdu. İşte teslimiyet gösterenin canı bağışlanmış, ihsana kavuşmuştu. İhvânın da böyle olması istenmekteydi. Dördüncü beyit şu şekildedir:
Fânî dünyâda yiyen malı yetîm ü miskinân
Arsayı mahşerde anlarla nizâdır ey gönül
(Ey gönül! Gelip geçici şu dünyada yetimin hakkını gasp eden–boynuzlu koçun boynuzsuz koçtan hakkını alacağı- hesap gününde hakkını gasp ettikleriyle hesaplaşacaktır.)
Bu beytin anahtar kelimesi yetim kelimesidir. Yetim babası olmayan, himâyesiz kimse mânâsındadır.
Hulûsi Efendi Hazretleri bu beyti yazmakla dinimizin yetime, yetim hakkına çok önem verdiğine işaret etmektedir. Zira dinimizde yetim hakkını gasp etmek büyük günahlardan sayılmış ve bu gerçek Kur’ân da şöyle zikredilmişti: “Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar alevlenmiş bir ateşe gireceklerdir.”[6]
Peygamber Efendimiz de yetimdi. Yetim hakkına riâyet konusunda çok titiz davranırlardı.
Ebû Cehil, himâye etmekte olduğu yetimin bütün malına el koymuş ve ihtiyacı olduğu hâlde bir türlü o çocuğa hakkını vermemişti. Kendisinden bir şeyler istediğinde de yetim çocuğa yapmadığını bırakmıyordu. Bir gün yine çocuk, Ebû Cehil’e gelerek bir şeyler istemiş, o da yanından kovmuştu. O sırada bu hâdiseyi gören müşrikler, işi daha da kızıştırıp kendilerine bir eğlence çıkarmak için çocuğu yanlarına çağırdılar ve “Muhammed’e git, senin Ebû Cehil’den alacağını O istesin!..” dediler.
Çocuk, çaresiz bir şekilde, Allah Rasûlü’ne gitti ve durumu anlattı. O da yetimi yanına alarak Ebû Cehil’in karşısına dikildi; “Hemen bu çocuğun hakkını ver!..” dedi.
Ebû Cehil, bu sözü ikiletmeden hemen istenilen şeyleri o yetime takdim etti. Peygamber Efendimiz, oradan ayrıldıktan sonra, arkadaşları Ebû Cehil’e takıldılar, “Ne oldu da hemen verdin? Biz seni daha güçlü-kuvvetli biliyorduk!” dediler.
Bunun üzerine Ebû Cehil, “Vallâhi siz de benim yerimde olsa idiniz aynı şeyi yapardınız. O’nun sağında ve solunda birer mızrak gördüm. Vermeyecek olsam bana saplanacaktı.” dedi.
Zikredeceğimiz bir başka olay bunun en güzel delilidir: Medîne’ye geldiklerinde Peygamberimiz devesinin ilk çökeceği yere mescit yapma kararı almıştı. Deve Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl adlarında iki yetimin arsasına çökmüştü. Bu iki yetim Ensar’dan Muaz bin Afra’nın himâyesinde bulunuyorlardı.
Rasûl-i Ekrem arsayı satın almak istediğini Muaz (r.a.)’a bildirdi. Bu fedakâr sahâbe arsanın bedelini yetimlere vererek arsayı bağışlamak istediğini bildirdi. Fakat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kabul etmediler ve arsa sahibi iki yetimi çağırarak arsalarının bedelini ödemek istedi.
İki genç yetimde, “Ya Rasûlallah! Biz bunun bedelini ancak Allah’tan bekleriz. Arsayı Allah rızâsı için bağışlarız.” dediler. Rasûl-i Ekrem gençlerin bu tekliflerini de kabul etmeyerek bedeli olan 10 miskal altına arsayı satın aldı. Bu miktarı Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in emriyle Hz. Ebû Bekir onlara hemen ödedi.
Bir hadisi şeriflerinde de Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardı: “Yetim malı yiyen kişi kıyâmet gününde ağzından, burnundan, kulaklarından, gözlerinden ateş saçarak diriltilir. Bu bedbahtı gören kişiler onun yetim malı yediğini anlarlar.”
Pîr Efendimiz de Efendi Hazretleri de her zaman yetimlerin hâmîsi olmuş, yetimlere çok kıymet vermişlerdir. Bu beyitte Hulûsi Efendi Hazretleri yetim malı yiyenlerin iflâh olamayacağını ve bir hesap günü olduğunu çok güzel ifade etmiştir.
Beşinci ve son beyitle yazımızı bağlayalım:
Ey Hulûsi nefsini bilmek sana farzdır işit
Nefsin bilmek hakîkatte rızâdır ey gönül
(Ey gönül! Nefsini bilmek insanın en büyük vazifesidir ve insanı hakîkî rızâya ulaştırmaya bir vesiledir.)
Bir gün Peygamberimiz’in huzuruna bir bedevî gelmişti. Tir tir titriyordu. Rasûl-i Ekrem Efendimiz adama, “Titreme ben bir hükümdar değilim. Ben Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” demişlerdi. Cenâb-ı Hakk’ın, “Habibim sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” sözünün muhâtabı olan şerefli ve asil bir Peygamber kendisini böyle tanıttığına göre bizim gibi âciz insanların nefsini iyi bilmesi gerekir.
Nitekim Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede, “… Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere daldıran da ziyan etmiştir.” buyrulmaktadır.[7]
Bu beyitte şu hadis-i kudsîye atıf vardır: “Nefsini bilen rabbini bilir.” İşte Rabb’imizi tanımanın ve onun rızâsına ulaşmanın yolu kişinin nefsimizi terbiye eden mürşid-i kâmilleri tanımaktan ona itâat etmekten geçmektedir.
[1] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, (1051); Tirmizi, Zühd 40, (2374).
[2] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 167
[3] 28/Kasas, 76
[4] 51/Zâriyât, 56
[5] 95/Tîn, 4
[6] 4/Nisâ, 10
[7] 91/Şems, 9-10
Musa TEKTAŞ
YazarŞehrin süslerinden birisi, belki de en önemlisi meczupları ve delileridir... Onlar olmasa, sanki tuvale yansıyan şehir resminde bir şeyler eksik kalacak. Ama birçoğumuz bu ''eksik kalma'' halinden hab...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
Türkiye Yazarlar Birliği Kurucu Başkanı D. Mehmet Doğan vefât etti. Ebedî âleme göç etmesi başta yakınları olmak üzere bütün dostlarını, edebiyat, sanat, kültür ve basın dünyasını üzdü. Elbette bir mü...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
BeyitKime arz-ı hâl edem sen var iken ey serv-i nâz Çâresiz derd-i dile sensin tabîb-i çâre-sâz (Ey servi boylu sevgili! Sen varken hâlimi kime arz edeyim. Çaresiz gönlümün derdine çare bulan tabip ya...
Yazar: Resul KESENCELİ
İnsanlık, dünya yaratıldığından beri iyinin ve kötünün mücâdelesine şâhittir. Allahu Teâlâ, insanı en mükemmel şekilde yaratmıştır; ancak insan, zaman zaman en aşağılık duruma düşme eğilimi sergilemek...
Yazar: Musa TEKTAŞ