Hizmet Eden İzzet Bulur
Rabb’imiz bizden iyi işlerde birbirimizle yarışmamızı ve hepimizin dönüşünün Allah’a olacağını hatırlatırken[1], Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.”[2] buyurmaktadır.
Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethetmiş dönüşte Şam’da bir süre kalmıştı. Bir cuma günü Ümeyye Camii’nde cuma namazı kılınacaktı. Yavuz Sultan Selim de camide idi. Caminin hatibi Cuma hutbesini okumaya başladı. Hutbenin mukaddimesinde devrin hükümdarının ismini anmak ve onun için duâ sözleri söylemek bir gelenekti.
Hatip Yavuz Sultan Selim’in adını anarken, onu; “Hâkimu’1-Harameyn” (Mekke ve Medine’nin hükümdârı) diye niteledi. Hatibin bu sözlerini duyan Yavuz hemen oturduğu, yerden doğrularak; “Hatib Efendi! Hutbedeki ‘Hâkimü’l-Harameyn’ sözünü, ‘Hâdimü’l-Harameyn’ olarak değiştirin. Zira ben, o mübârek beldelerin hâkimi değil, ancak hizmetçisi olabilirim. Bu ifadelerde “hâkim” hükümdar, “hâdim” ise hizmetkâr demektir. [3]
Riyâzet, tasavvufta nefsin aşırı istekleriyle mücâdele etmek demektir. Amaç mânevî ve rûhânî gelişme sağlamak ve iç dünyasını zenginleştirmektir. Çeşitli tasavvuf kurumlarında bu uygulamaları şekli ve süresinde az çok farklılık varsa da öz aynıdır: Bu da maddî ve bedenî güçleri aşağı çekerek, rûhî-mânevî yönü kuvvetlendirmeye çalışmaktır.
Bunun bir adı da çiledir. Mevlevîlikte “çile” süresi üç yıla yakındır. Bir başka ifadeyle 1001 gün sürer ve bir hizmet uygulaması şeklindedir. Hizmet en gerçekçi eğitim vâsıtalarının başında gelir. “Hizmet” kelimesi günümüz anlayışında nisbeten düşük seviyeli bir çağrışıma sâhipse de, aslında öyle değildir ve tam da etkili eğitimi sağlayacak bir yoldur. Hizmet; kendini aşmanın, nefsi alt etmenin, kibri kırmanın, şefkatin, sevginin başlıca yollarından biridir.
Tasavvufî biyografilerde bir şahıstan söz edilirken zaman zaman şu ibâreler yer alır: “Falana şu kadar yıl hizmet etti.” Bu ifadeyle kasdedilen sâdece onun ayak işlerini gördü, ona hizmetçilik etti demek değildir. Onun yanında, onun eğitimi altından bulunduğu, ondan eğitim öğretim gördüğü anlamını taşır. Bu tür eğitim daha etkili olur.
Öğrenci durumundaki kimse rehber kişinin hâlini tavrını, davranış biçimini daha yakından görür. Onun hâliyle hâllenmeye, onun boyasına boyanmaya çalışır. Hz. Ali ve Enes b. Mâlik gibi küçükken Peygamberimiz’e yakın sahâbîler bu yolla eğitilmiş ve daha iyi yetişmişlerdir.
Arif Nihat Asya ne güzel söyler; “Biz abdest almayı okuya okuya değil; abdest alanların eline su döke döke öğrendik.”[4]
Erenlerin hizmetinde bulunmaktan geri durmamak gerekir; eski kâidedir: Hizmet olmadan himmet olmaz. Neccarzâde bu gerçeği şu şekilde dile getirmektedir:
Kaviyyü’l-bâl olur hıdmet-nişîn-i evliyâullâh
Binâ-yı kâr-kerde ekşeriyyâ inhidâm olmaz
Ğulâm-ı bâb-ı mürşid Mışr-ı himmetde 'azîzimdür
Sefâhetkâr olan dergâh-ı hıdmetde ğulâm olmaz[5]
Bir tekkeye varıp tasavvufî terbiye görmek isteyenler o tekkeye kabul edilebilmesi için kendisinden üç yıl hizmette bulunması istenirdi. Bir yılı halka hizmet, bir yıl Hakk'a hizmet, bir yılı da kendi kalbini müşâhede içindi. Dervişlerden istenen hizmet şartı, kibir ve gururun kırılmasına yönelikti.
Bir zamanlar üst düzey bir memur olan Ebûbekir Şiblî (ö. 334/945), tasavvuf yoluna girmeye karar vermiş. Arzusunu gerçekleştirmek yolunda çok çabalar göstermiş, mahviyet bilincine ulaşıp acziyetini anlamış ve kendisini yaratılmışların en âdîsi saydığını itiraf etmiştir. Ancak bu anlayışa büründükten sonra Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909) tarafından kabul edilmiştir. Bu tutumu gayet iyi canlandıran bir hikâye de on ikinci yüzyılda Mecdûddîn-i Bağdadî hakkında anlatılır:
“Şeyh onu önce abdest işleriyle ilgili hizmetlerle görevlendirdi. Doktor olan annesi bu durumu işitti -şeyh de doktordu- ve şeyhe bir kimse ile şöyle bir temenni iletti: ‘Oğlum Mecdüddin nâzik bir insandır, görev olarak verdiğiniz bu iş çok tuhaftır. Eğer şeyh müsâade buyururlarsa ben o hizmetleri görmek için on tane Türk delikanlı gönderirim. Yeter ki oğlumu başka bir hizmete versinler.’
Şeyh şöyle buyurdu: “Ona şöyle deyiniz: ‘Tıb ilmini bilen bir kişi olarak bu sözün sizden sâdır olması tuhaf bir şeydir. Oğlunuz ateşli bir hastalıktan acı çekse ona ait olan bir ilacı bir başka delikanlıya versem, oğlunuz sıhhat bulur mu?”[6]
Hakk’ın sevgili kulları, kendisine hizmet edilmesini bekleyenler değil, bilâkis ellerinden geldiğince insanlara, hatta bütün mahlûkâta hizmeti zevk ve lezzet hâline getiren fazilet sahibi kimselerdir. Onlar, bu hususta bambaşka bir ferâgat ve fedâkârlık rûhuyla nice diğergâmlıkların tezâhür ettiği müstesnâ gönüllerdir.
İçlerinde İbrahim b. Edhem’in (ö. 161/777) de bulunduğu üç dört kişi vîrâne ve kapısı bulunmayan bir mescidde ibâdet etmektedir. Bir müddet sonra uyurlar. Ancak üzerlerine örtecek bir şey yoktur ve kapıdan da soğuk ve sert bir rüzgâr esmektedir. Kapıyı kapatacak bir şey bulamayan İbrahim b. Edhem (k.s.), bunun üzerine sırtındaki cübbeyi çıkarıp mescidin kapısına gerer ve o soğukta üstü açık yatar. Arkadaşları kalkıp da İbrahim b. Edhem’in cübbesini kapıda görünce hayret ederler;
“İbrahim, neden böyle yaptın?” diye sorarlar. O da;
“Dışarıda çok şiddetli bir soğuk ve sert bir rüzgâr vardı. Hasta olmayasınız diye cübbemi kapıdan gelecek soğuğa karşı bir set yaptım. Zira sizlerin hasta olması ile ben sizden daha fazla ızdırap çekerim.” dedi.[7]
İnsanlığın gözde şahsiyetlerine sahip olma zenginliğini Hz. Ömer bizlere şu şekilde hatırlatmaktadır:
Hz. Ömer (r.a.) bir gün dostlarıyla birlikte oturuyordu. Onlara (Allah’tan) bazı talep ve temennîlerde bulunmalarını söyledi. Oradakilerden bir kısmı:
“İçinde bulunduğumuz şu hâne dolusunca paralarım olsun da Allah yolunda infak edeyim!..” şeklinde niyet izhâr etti.
Bir kısmı;
“Şu hâne dolusunca altınlarım olsun da Allah için harcayayım!..” tarzında talep belirtti.
Bazıları da;
“Şu hâne dolusunca mücevherlere sahip olayım da onları Allah yolunda sarf edeyim!..” diye temennî etti.
Ancak Hz. Ömer;
“Daha, daha fazlasını isteyin!” deyince onlar:
“Allahu Teâlâ’dan daha başka ne isteyebiliriz ki?!.” dediler.
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.);
“Ben ise içinde bulunduğumuz şu hânenin Ebû Ubeyde bin Cerrah, Muaz bin Cebel ve Huzeyfe bin Yeman gibi (müstesnâ ve seçkin, her yönden kâmil) kimseler ile dolu olmasını ve bunları Allah’a itâat yolunda, yani tebliğ ve ıslâh hizmetlerinde istihdam etmeyi temennî ederim…” dedi.[8]
Allah’ın dinine, ilâhî rızânın elde edilmesine, Hakk’a lâyık kul olmanın derdine koyulanlar zirve şahsiyetlerdir. Herhangi bir menfaat beklentisine koyulmadan Rabb’ine kul olmanın çabasını güden bahtiyarlar sultan olurlar. Bir zamanlar Belh sultanıyken tacını ve tahtını terk edip sade bir hayatı tercih eden ve ilim yolcusu olan İbrahim b. Edhem saraydaki sultanlığı bırakmıştır, ama zamanla gönüllerin sultanı olmuştur.
İbrahim b. Edhem ilim tahsili için Ebû Hanîfe’nin yanına gelmiştir. İmâm-ı A’zam, “Gelen efendimiz İbrahim b. Edhem’dir.” deyince yanında bulunan öğrencileri, “Müslümanların imamı olan bir zâtın dilinde böyle alaylı ifadeler bulunmaz, bu zât bu efendiliği ne ile buldu ki?” diye söylenmeye başlamışlardır.
Bunun üzerine İmâm-ı A’zam, “Sürekli olarak hizmet etmekle efendi olmuştur. Biz kendi hizmet ve işimizle meşgûl olurken o, Allah’a hizmet işi ile meşgûl olmuş ve böylece efendimiz olmuştur!”[9]
Yetişmiş insana sahip olmak, erdemli şahsiyetlerle yol yürümek, seçkin isimlerin yoldaşı olmak, olgun insanların meclisinde bulunmak en büyük hazinedir.
Bu sebeple Yaratanʼdan ötürü yaratılana merhamet, şefkat, fedakârlık ve hizmeti tabiat-ı asliye hâline getirebilen fertlerden oluşan bir toplumda rûhî buhranlar, maddî sıkıntılar, geçimsizlikler, çatışmalar, yerini huzur ve sükûna terk eder.
Nitekim eskiden vakıflar, halkın maddî sıkıntılarına; tekkeler ve dergâhlar da mânevî problemlerine çare oluyordu. O müesseseler, bir tür rehabilitasyon merkezi vazifesi görüyordu. İşi bozulan, evde ailesi ile sıkıntı yaşayan, herhangi bir problemi olan oraya gidiyor, orada mânen tedavi görüyordu. Dergâhın sohbetiyle, zikriyle, ruhâniyetiyle huzur bulup dönüyordu. Bu gerçeği meşhur seyyah De la Motraye, Osmanlı toplumu özelinde şu şekilde gözlemlemektedir:
“Osmanlı ülkesinde birisinin evi yanıp bütün aile efradının dünyalık namına nesi varsa hepsi kül olup gitse bile, diğer toplumlarda görülen kadın hıçkırıkları ve çocuk ağlamaları onlarda görülmez. Bütün servetleri böyle yok olmuş kimselerde Allah’ın takdirine karşı tam bir tevekkül ve teslimiyet görülür. Hayırsever ahali, ona derhal evin yeniden inşâ edilip döşenmesine kâfî gelecek miktarda, hatta bazen lüzûmundan fazla yardımda bulunur.”[10]
Gönlünü bütün mahlûkatın huzur bulacağı bir rahmet dergâhı kılabilen, hizmet ve gayret ehli, vakıf insanlara bilhassa zamanımızda çok daha büyük bir ihtiyaç bulunuyor. Maddî ve mânevî yaralarına lütuf merhemi olacak kâmil insan arayışında olanlardan biri de Yûnus Emre’dir (ö. 720/1320). Tapduk Emre (ö. 13. yy.), bir gün Yûnus Emre’nin getirdiği odunlardan birini eline alarak sordu:
“Yûnus! Sana nicedir sormadığımı bugün sorayım: Hepsi böyle mi bu odunların? Hepsi ok gibi dümdüz mü?..”
“Hepsi öyle sultanım!”
“Hiç eğrisi yok mu?”
“Yok sultanım!”
“Bunca yıldır dağda hiç eğri oduna rastlamadın mı Yûnus?..”
Yûnus, şu meşhur cevabı verdi:
“Sultanım! Bilirim ki, sizin kapınızdan içeri hiçbir eğrilik girmez; odun bile olsa!..”[11]
Bir gün Süleyman (a.s.), serçe kuşunu ihtar etmişti. Bunun üzerine serçe, Hz. Süleyman’ı insafa davet ederek,
“Senin saltanatını mahvederim!” dedi.
Süleyman (a.s.);
“Senin cüssen ne ki, benim saltanatımı mahvedeceğini söylüyorsun!..” dedi.
O küçük kuş şöyle cevap verdi:
“Kanatlarımı ıslatır ve bir vakıf toprağına sürerim. Sonra da kanatlarıma bulaşan bu toprağı sarayının damına taşırım. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter!..”[12]
Nitekim büyüklerimiz; “Vav’lardan (yani vallahi diyerek lüzumsuz yere yemin etmekten, mes’ûliyet şuur ve hassasiyeti taşımayan bir vali olmaktan, hakkını îfâ edemeyen bir vasî olmaktan ve gayesine uygun sarf edilmediğinde ağır bir vebali gerektiren vakıf malından) kaçının; mes’ûliyetinden korkun!..” buyurmuşlardır.[13]
Başkalarına hizmet eden kişide tevazu duygusu gelişir. Kendini beğenmiş kimseler, küçük de olsa bir hizmette bulunmayı tenezzül meselesi yaparlar ve nefislerine yediremezler. Ebû Süleyman ed-Dârânî (ö 205/820), kendini beğenmiş kişilerin hizmetten zevk alamayacaklarını belirtir.
Olgun ve erdemli insanlar hiçbir hizmeti küçük görmezler. Hz. Ömer’in halîfeliği sırasında yoksul bir kadının ihtiyacını görmek için, akşam karanlığında sırtında un torbası taşıdığı söylenir. O, koskoca halîfeye bu yakışır mı diye düşünmemiştir. Hizmetin zevki ona kâfî gelmiştir.[14]
Bu bağlamda 19 Haziran 2011 tarihli bir gazete haberi son derece etkili ve önemlidir. Haberde Zakir Özay isimli bir İETT şoföründen bahsedilmektedir. Çalıştığı süre içinde hiç kaza yapmamış, kurallara harfiyen uymuş ve yolculardan gelen memnuniyet telefonları sayesinde 2005’te “İETT Altın Şoför Ödülu”ne lâyık görülmüştür.
Mutlu ve huzurlu bir hayatı olan Özay, 2017 yılında aldığı kötü bir haberle sarsıldı. Ensesinde beliren şişlik sebebiyle Çapa Tıp Fakültesi’ne gittiğinde kanser olduğunu öğrendi. Tümör henüz ilerlememişti, doktorları tedavi olmak için âcilen hastaneye yatması gerektiğini söyledi.
Özay’ın hastanede geçen günlerinde dikkatini en çok, saçı sakalı birbirine giren yatalak hastalar çekti. Çocukken berber çıraklığı yapan Özay, dayanamayıp aldı eline fırçayı makası, hastaları tek tek tıraş etmeye başladı. Diyor ki; “Erkek hastaların en büyük sorunu tıraş. O güne kadar sadece eş dostu tıraş ederdim, ‘Neden hastalara da yardımcı olmayayım.’ diye düşündüm. Önce kendi koğuşumdaki arkadaşlarımdan başladım, sonra tüm odaları dolaştım.”
Hastaları tıraş ederek hem onlara moral veren hem kendi hastalığını unutan Özay, hastanede kaldığı altı ay boyunca pek çok kişinin hayır duâsını almış. “Beni o duâlar iyileştirdi.” diyor.
Zakir Özay, taburcu olduktan sonra da ihtiyaç sahiplerini unutmamış. Şöyle diyor: “Eğer iyileşirsem insanlara yardım etmeye söz vermiştim. Hastalar için elimden gelen tek şey, onları tıraş etmek. Hastane hastane gezip onların ihtiyacını gidereceğime yemin ettim. Şimdi elimde ‘Ücretsiz Berber Seyyar’ yazan bir çantayla hastane, cami, dernek binalarını geziyorum.”
Üç yıldan beri özellikle hasta ve yaşlıları tıraş eden Zakir Özay’ın başından pek çok olay geçmiş. Kendisi şöyle anlatıyor: “Bir gün telefon geldi. İkitelli’de yatalak bir hastanın tıraş olması gerekiyormuş. Eve gittiğimde gördüğüm manzara karşısında şoke oldum.
Adam neredeyse iki-üç yıldır tıraş olmamış. Saçı sakalı birbirine karışmış. Yediği yemekler bile sakalının arasına girmiş, gözükmüyor. O kadar sinirlendim ki teyzeye, ‘Neden şimdiye kadar bir berber çağırmadınız, bu adamın hâli nedir?’ diye çıkıştım. Teyze ‘Evlâdım param olsaydı çağırırdım, ama hiç param yok. Senin numaranı da komşu verdi.’ dedi. O kadar kötü oldum ki gözlerim doldu.”[15]
Söz konusu şoförümüzün temiz ve şefkatli bir rûh yapısına sahip olduğu görülüyor. Yoksul hastaları tıraş ederken onlara moral de veriyor, içlerini ferahlatıyor ve hayır duâlarını alıyor. Onun şu sözleri ne kadar ibret vericidir: “Beni bu duâlar iyileştirdi.” Bu ne güzel bir inançtır.[16]
[1] 5/Mâide, 48.
[2] Deylemî, Müsned, II, 324
[3] Mehmet Demirci, İyiler ve İyilikler, Nefes Yayınevi, İstanbul 2013, s. 257-258.
[4] Demirci, İyiler ve İyilikler, s. 258-261.
[5] Ahmet Karataş, “Neccȃrzȃde Şeyh Rızȃ Efendinin Hacnȃme’si”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 43, Yıl: 2012/2, s. 198.
[6] Annemarie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999, s. 110.
[7] https://www.osmannuritopbas.com/allah-dostu-mahlukatin-da-dostudur.html; 24 Temmuz 2024.
[8] Buhârî, Târihu’s-Sağîr, I, 54.
[9] Ali b. Osman Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb (Hakikat Bilgisi), haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1996, s. 126.
[10] Osman Nûri Topbaş, “Mânevî Rehabilitasyon”, Genç Dergisi, Sayı: 54, Mart-2011
[11] Mustafa Uslu, Yunus Emre Gönlüm Düştü Bir Sevdaya, Erkam Yayınları, İstanbul 2019, s. 29.
[12] Osman Nuri Topbaş, Medeniyetimizin Fazîlet Zirvelerinden Vakıf İnfak Hizmet, Erkam Yayınları, İstanbul 2002, s. 19.
[13] Topbaş, Vakıf İnfak Hizmet, s. 19.
[14] Demirci, İyiler ve İyilikler, s. 257.
[15] Star Gazetesi, 19 Haziran 2011.
[16] Demirci, İyiler ve İyilikler, s. 47-48.
Kadir ÖZKÖSE
YazarKüfrün taşkınlığı, şer odaklarının pervâsızlığı, ahlâksızlığın yaygınlaşması, hak ve hukukun çiğnenmesi karşısında Müslümanın sessiz ve tepkisiz kalması kadar yersizlik olamaz. Kötülüklerle mücâdele e...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
İnsanın doğumla başlayan yürüyüşü mutlak sûrette ölümle sonuçlanır. Bu sebeple hepimiz ölüme doğru yürümekteyiz. Son nefesimizi vereceğimiz yere kadar bu yürüyüşümüz durmaksızın devam eder. Hayatımız ...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Evvel’e Yoculuk; İrfan, Felsefe, Edebiyat KonuşmalarıGerçek sevgi her daim ter ü taze solmayan bir çiçektir. Dönüşen, değişen, daha doğrusu oluşmaya çalışan şeyler aşkın nesnesi olamazlar. Eğer olur d...
Yazar: Yusuf HALICI
Hastalık, salgın, yoksulluk, savaş ve çatışma ortamlarıyla ölüm oranlarının hızla arttığı bir dönemde yaşayan Yunus Emre, ölüm temasını öncelikli olarak ele almış, özellikle genç yaşta ölenleri anıp ş...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE