Hakiki Dosta / Sevgiliye Bende Olmak
Kime arz-ı hâl edem sen var iken ey serv-i nâz
Çâresiz derd-i dile sensin tabîb-i çâre-sâz
(Ey servi boylu sevgili! Sen varken hâlimi kime arz edeyim. Çaresiz gönlümün derdine çare bulan tabip yalnızca sensin.)
Dertlerimi, sıkıntılarımı yalnızca sevdiğime/yârime arz ederim senden gayrısı hiçbir derdime çare değildir. Çünkü benim derdim gönül derdidir. Çaresiz derdime ancak çare sevdiğimdedir. Gönül derdinin dermânı ise tabîb-i hâzık olan mürşid-i kâmildir.
Mürşitlerin dünya derdi olmadığı gibi dünyevî beklentiler içinde olanlarla da işleri olmaz. Onlar âhiret derdine düşenlerin elinden tutarlar ve onları Hakk'a ulaştırmak için yol gösterirler. Mürşid-i kâmillerin amacı insanların âhiretlerini kurtarmaktır, bu doğrultuda hizmetlerini, gayretlerini sürdürürler.
Osmanlı Devleti’nin meşhur ilim adamlarından Zembilli Ali Cemali II. Bâyezîd, Yavuz Selim ve Kanuni Sultan Süleyman Dönemlerinde şeyhülislâmlık yapmıştır. Âlim, âbid, zâhid ve mutasavvıf olan Zembilli Ali Cemâlî, Şeyh Muslihiddin Ebu’l-Vefâ (k.s.)'nın hizmetlerine girip tasavvufta kemâle ermiştir. Şu hatırayı nakledelim.
Yavuz Sultan Selim Han Topkapı Sarayı hazinesi görevlilerinden yüz elli kişinin sorumsuz davranışlarından dolayı cezalandırılmalarını emretmişti. Zembilli Ali Cemâlî bu kararı duyunca derhal Dîvân-ı Hümâyûn’a koştu. Vezirler ayağa kalkıp saygı ile karşıladılar. Çünkü şeyhülislâmlar dîvân heyetine dâhil olmadıkları gibi davet olunmadıkça saraya gitmezlerdi.
Vezirler şeyhülislâma dîvâna niçin geldiğini sordular. Şeyhülislâm ise padişahla görüşmek istediğini belirtti. Durum padişaha arz edildi. Yavuz Selim'in huzuruna çıkıp hürmet göstermesinden sonra padişaha "fetva vazifesinde bulunanların bir işi de padişahın âhiretini korumak, onları dinen hatalı olan şeylerden sakındırmaktır.
Yüz elli kişinin cezalandırılmasına dair padişah fermanı çıktığını duyduk böyle ağır cezalandırılmaları için dinen bir sebep teşkil edilmiş değildir. Bunların avf buyrulması rica olunur." Bu sözlere kızan padişah; "Bu iş saltanatın gereğidir âlimler böyle işlere karışırsa devlet idaresi kargaşaya uğrar.
Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek bir tutum değildir. Bu işlere karışmak sizin vazifeniz değildir." dedi. Bunun üzerine Zembilli Ali Cemâlî; “Gerçektende padişahların işlerinde müstakil olmaları, müdahalelerin dışında kalmaları gerekir; fakat işlerinde müdebbir, tecrübeli, kemal ehli olanlarla müşâvere etmeleri zarûridir. Aksi hâlde memleketin zararınadır.
Benim müracaatım saltanatınız işlerine müdahale değildir, belki âhiret işlerinize hizmet olup bunu böyle söylemek bana lâzımdır, benim vazifemdir. Bunların kanından geçerseniz ne ala, geçmezseniz Allah indinde mes'ulsünüz.” cevabını verdi. Celalli bir hükümdar olmakla beraber ismi gibi akl-ı selimi olan Yavuz bu doğru sözü kabul etti ve "Affettim!" dedi. Böylece dünya işlerini sultan yürütürken âhirete müteallik eden işler ise işin ehline bırakılmış oldu.
Pâdişâhım bâb-ı ihsânından isterim atâ
Nâ-ümîd-i lutfun olmam eylerim her dem niyâz
(Ey padişahım! İhsan kapından lütuf isterim. Lütfundan ümidimi hiçbir zaman kesmem, her an yalvarır, dua ederim. Sultanım ihsanında lütfunda sınırsızdır.)
Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) her canlıya hizmet eder, yardım eder, işsiz insanlara kendisine müracaat eden her insana her konuda yardımcı olurlar ve şöyle buyururlardı: “Biri gelip de, Efendim ben işsizim çalışmaya işe ihtiyacım var. Çoluk çocuk aç ekmek götürmek istiyorum dediğinde o kişi benim mihrabım olur, gözümden çıkmaz. Ne zaman işe girer, evine ekmek götürmeye başlar, karınları doyar o zaman gönlüm rahatlar.” buyurdular.
Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin bir sohbetlerinde anlatmış olduğu lütuf ile ilgili şu güzel örneği arz edelim: Araplar arasında cömertliği ile tanınmış Hatem'in kabilesi savaşta esir düştü. Esirler arasında Hâtem'in kızı da vardı. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanına gelerek dert yandı ve şöyle dedi:
"Yâ Rasûlallah¸ cömertliği ile ün salmış, babam Hâtem öldü, kardeşim kaçtı, ben pek çaresiz kaldım. Hürriyetim için sana sığınıyorum."
Bostan ve Gülistan eserlerinin sahibi Sadi Şirazî bunu konuyu anlatarak şöyle der:
Hâtem'in kızıyım¸ dedi bir kadın.
Duydun elbette Hâtem'in adın
O nama hürmetten ey âlicenâb
Beni affeylemek etmez mi icab
Peygamberimiz onun dileğini kabul etti ve onu serbest bıraktı. Fakat o bununla yetinmedi¸ yalvarmasına devam etti¸ bütün kabilenin affını istedi.
"Yalnız beni kayırma¸ arkadaşları benden ayırma." dedi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) onu kırmadı¸ bütün kabileyi serbest bıraktı.
Dostluğun devlet yeter bana iki âlemde ger
Cümle âlem olsalar düşmânım etmem ihtirâz
(Senin dostluğun iki âlemde devlet olarak bana yeter. Cümle âlem düşmanım olsa yine de korkmam, çekinmem, endişelenmem.)
Hakîkî dost; halka ve Hakk’a hizmette istikamet üzeredir. Şahsî istek ve arzular ile hareket etmez nefsanî isteklere gem vurur. Ebedâ âlemde birlikte olmak için bir araya gelirler, yalnızca birbirlerini Allah için severler. Hakîkî anlamda dostluk; nefsi kötülüklerden arındırmaya yardımcı olan, sâlihlerin ahlâkıyla ahlâklanmaya vesile olan ilişkiler tesis etmenin adıdır.
Sağlam dostluklar sayesinde inananların kalbi güç kazanır, Allah’a imanları artar. İki âlemde de sevdiği için yaşar. Bu konuda çevresindekilere örnek olabilecek bir konumda bulunur. Allah’ı ve âhireti hatırlar ve hatırlatır. İşte bu merkezde hakîkî dostluğa, hakîkî sevgi ve muhabbete erişilir.
Bundan gayrisi ise boştur, laf-ı güzaftır. Hakîkî dost ile/yar ile birlikte olduktan sonra tüm dünya/cümle âlem/tüm insanlar düşman dahi olsa hiçbir korku, gaygı, endişe taşımaz insan. Çünkü hakîkî dostun, sevgilinin dostluğunu kazanmıştır. Bu dostluk iki âlemde de yeterlidir.
Kim ne yaparsa yapsın, hangi hesap ve kaygı içerisinde olursa olsun fark etmez, hakîkî dost ile birliktelik sağlanmıştır. Hiçbir menfaat, hesap ve gaygı bu birlikteliği bozamaz çünkü gönüller, rûhlar beraberdir. Bu birliktelik ervâhı âlemden berzah âlemine kadar kesintisiz sevgi dairesi içerisinde kalmıştır. Bu dairede süreklilik, sınırsızlık ve ebedîlik kavramları birbiri ardınca deveran eder.
Eşiğin Ka’bem ü hem kıblem cemâlindir senin
Secde-gâhımdır kaşın mihrâbı eylerim namâz
(Senin eşiğin Kâbe’m, yüzün kıblemdir. Kaşının mihrabı secde ettiğim yerdir, namazımı orada kılarım.)
Bu beyitte sevgilinin güzelliği tasvir edilirken dinî kavramlar çok güzel bir şekilde kullanılmış, çok güzel bir şekilde tasvir edilmiştir. Kelime ve kavramlar o kadar iyi bir şekilde sevgilinin güzelliği içerisinde teşbih edilmiştir ki sevgili ile yek-vücûd olunmuş, ahenk birlikteliği sağlanmıştır.
Bu beyitte eşiğin Kâbe yüzün kıble olarak teşbihi aşığın sevgilinin bulunduğu mekân ile bütünleşmesi bu mekândan ayrı kalmadığının göstergesidir. O güzellik Kâbe’si etrafında tavaf eden sadık bir aşıktır. Kaş, eğriliği ise mihrabı andırır. Kaş-mihrab benzetmesi edebiyatımızda çok yaygın kullanılmıştır.
Kaş, mihrab olunca âşık o mihrab karşısında secde eder. Secde anı sevgiliye en yakın andır, kavuşmadır. Birlikte olma zamanıdır. Âşık ise sadece maşûkun kaşlarının mihrabı karşısında eğilir. Onun için bütün ibâdetler bir yana secdeye varmak sevdiğinin önünde eğilmek bir yanadır.
Kaş, mihrap olunca sevdiğinin kaşına (iki kaşının arasına) secde etmek âşık için vuslat nişânesidir. İnsan evrenin ekseni olması dolayısıyla âlemdeki diğer varlıklardan farklı bir konuma yükselmesinin sırları ise bu beyit içerisinde tüm gizemini muhafaza etmektedir.
Bu Hulûsî âsitânında zelîl bir bendedir
Bendene ihsânını ister çok eyle ister az
(Bu Hulûsî, senin eşiğinde sana bağlı bir köledir, ihsanından ister az ver ister çok ver bu kölen senin kapında bir bendedir.)
Bir mürşid-i kamil'e bağlı olmak bütün dünya makamlarından daha yüce bir makam ve zenginliktir. Bir Allah dostunun bendesi (kölesi) olmak, onun eteğinden sımsıkı tutmak, bırakmamak gerekir. Bir hatırayı nakledelim; ziyârete gelenlerden biri Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’ye sordu; “Efendim, Nakşbendî Tarîkatı’nın Ebu Bekir Sıddîk-ı Azam (r.a.) Efendimiz’den geldiğini, Kadirî Tarîkatı’nın ise Hz. Ali (r.a.) Efendimiz’den geldiğini söylüyorlar, doğru mu?”
Osman Hulûsi Efendi Hazretleri; “Evet oğul, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz hicrete giderken, ilk defa Gar-ı Şerifte Ebu Bekir Sıddîk-ı Azam (r.a.) Efendimiz’e ders tarif ettiler. Oğul bugün size telkin edilen dersin, harfiyle aynısı. Mağarada olduğu için hafî zikri tarif ettiler. Hz. Ali (r.a.) Efendimiz’e de genç olduğu için cehrî zikri telkin ettiler. Hz. Ali (r.a.) yolda giderken bile cehrÎ zikir çekerdi.
Oğul bütün tarîkatlar bizde birleşir. Ecdadımızdan dolayı. Oğul yeryüzünde tarîkat çok, fakat işin ehlini bulmak lâzım.” diye buyurdu. Sonrada şöyle buyurdular: “Oğul Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz Mescid-i Nebî’de hutbe irad ederken ashab-ı kirama şöyle buyurdu: “Ey ashabım, bana yakın gelin, bana yaklaşın. Mescidime açılan kapılardan, Ebu Bekir Sıddîk’ın kapısı hariç, diğerlerini kapatın diye buyurdular.
Oğul bugünkü tasavvufçular, Nakşbendî Tarîkatı’nın haricindeki, diğer tarîkatların ketmolacağını, Nakşbendî Tarîkatı’nın ise kıyamete kadar bâkî kalacağını rivayet ederler.” diye buyurdular.
İlâhî aşkla mayalanan, mânevî coşku seline kapılan ve ilâhî güzellikleri temâşa eden, aradığını Hakk’a kullukta bulan Seyyid Osman Hulûsi Efendi için sevgiliye bende olmak Cenâb-ı Allah’ın çok güzel bir ihsanıdır.
Resul KESENCELİ
Yazarİki asır önce Moskoflara kök söktürdüDüşman askerlerine kanlı yaşlar döktürdüGençken okumuştum Hızaloğlu kitābınıSerdengeçti Yayını, unutmadım kabınıŞeyh Şāmil ve İmam Şāmil diye de bilinir Kahra...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
Türkiye Yazarlar Birliği Kurucu Başkanı D. Mehmet Doğan vefât etti. Ebedî âleme göç etmesi başta yakınları olmak üzere bütün dostlarını, edebiyat, sanat, kültür ve basın dünyasını üzdü. Elbette bir mü...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
“Anadolu İrfânı” tabiri Anadolu coğrafyasını yüzyıllardır rengine boyayan mânevî bir neşvenin en kısa ve özlü ifadesidir. Gönül dünyasını şekillendirdiği insanları, Hak ve halk nezdinde saygın bir kon...
Yazar: Fatih ÇINAR
Rabb’imiz bizden iyi işlerde birbirimizle yarışmamızı ve hepimizin dönüşünün Allah’a olacağını hatırlatırken[1], Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.”[2] buyurmak...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE