İnsanın Kendini Bilmesi Kusurlu Taraflarını Terbiye Etmesi
İnsanın iki önemli tarafı vardır: Biri nefs ve bir diğer yanı ise rûhtur. Nefs, rûhun emrine girerse, insan baştan ayağa rûh kesilir ve erdemin, olgunluğun, iyilik ve güzelliğin mekânı olur. Hulûsi Efendi Hazretleri, “arama” redifli gazelinde insanın rûhuna yönelmesi gerektiğini beyân eder.
İnsan, nefsinin istek ve tutkularından arındıkça, rûhun dairesine girmeye başlar. Rûh, esasında emânettir ve Allah’ın nefesi olarak, bedende konuktur. Rûh, arınmış olan bedende, mânevî gönül tahtında oturur. Bu, beden mülkünün, ibâdet ve kullukla arınması mânâsındadır. Bedenin arınması ancak kullukla, sevgiyle, sevgiliye itâatla mümkündür. Hulûsi Efendi (k.s.), Dîvân’nda şöyle buyurur:
Seni seyr eyleyen mahbûbu seyr et gayrı hûb arama
Odur sana matlûb-ı hûb bir matlûb arama
(Seni görüp gözeten, kalbine sevgiyi veren sevgiliye yönel, onu ara ona götürecek yolları bul, başka muhabbet arama. Asıl dileğin, aradığın, muhtaç olduğun ve istediğin kendindedir, rûhundadır. Sen ilâhî rızâyı talep eden bir rûhî olgunluğa eriş ki başka bir matlûp peşine düşmeyesin.)
İnsanın bütün çabası Allah’ın rızâsı için olmalıdır. Kulun kalbi dâimâ Hz. Allah’la beraber olmalıdır. Mâsivâdan, yani Allah’ın gayrı şeylerden kalbi arındırıp öyle rızâya yönelmelidir. Fecr Sûresi’nin 28. âyet-i kerîmeşinde, “Ben senden sen de benden râzı olduğun şekilde cennetime gir.” buyruluyor.
Anlaşılıyor ki, Allah’ın rızâsı olmadan cennete girilmiyor. Rızâ gizlidir, nerede olduğunu yalnızda Hz. Allah bilir. O yüzden diyoruz ya, her şeyde Allah’ın rızâsı gözetilmelidir. Allah rızâsı için yapılan amellerde sevap vardır. Ancak Rabb’imizin rızâsı gözetilmeden yapılan işlerde sevap yoktur. Peki, “Allah’ın rızâsı en çok nerede olabilir.” diye sorulursa Allah’a gönülden muhabbettedir. Allah’ı hakîkaten sevmekle olabilir. Allah dostlarını, zikredenleri sevmekle olur.
Sahâbe-i kirâm efendilerimizden birinden şöyle bir hadis nakledilmektedir:
İçlerinde Selmân-ı Fârisî’nin de bulunduğu Ashâb-ı Suffe’nin olduğu yere Rasûlullah geldi. Dört yüz kişi kadar vardı. “İllallah, İllallah” diye tesbih ediyor, zikrediyorlardı.
Rasûlullah (s.a.v.) Hazretleri söyle buyurdular:
“Allah için size and veririm, yemin ederim, ne yapıyorsunuz?”
Onlar da:
“Allah’ı zikrediyoruz. ‘İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî yâ Allah.’ diyoruz.
Yâ Rasûlallah! Maksadımız O’nun rızâsıdır. Bizi karadaki, denizdeki mahlûklar gibi değil; en güzel şekilde ‘ahsen-i takvîm’ olarak yarattı. Habîbine ümmet eylediği için biz onu tesbîh ediyoruz.” dediler.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.):
“Size, zikrullahın değerini anlayın diye yemin vererek söyledim. Şimdi Cebrâil kardeşim geldi. Cenâb-ı Allah (c.c.) meleklere şöyle hitap ediyor: ‘(Ey meleklerim!) Görüyor musunuz bu kullarımı? Onlar katımda sizden çok sevimlidir.)’
Melekler cevaben:
‘Ya Rabbi! Biz sana hakkıyla zikredici şükredici değil miyiz?’ der.
Allahu Teâlâ Hazretleri;
‘Evet! Sizler bana şükredicilersiniz. Fakat onların zikri bana daha hoş geliyor. Onların kalbine nefis verdim, mal sevgisi, makam sevgisi, evlât sevgisi, her türlü sevgiyi verdiğim halde; kalplerindeki sevgileri tevhîd nûruyla attılar. Mâsivâ kalmadı kalplerinde. Nazargâhım kalpleri oldu. Yere göğe sığmam, mü’min kullarımın kalbine sığarım. Onlar benden rızâmı istiyorlar. Onun için sizden çok üstündür.’ buyurdu. O hâlde devam ediniz. Ben üzerinize rahmetin indiğini gördüm ve size ortak olmak istedim.” buyurdular.
Salih mü’minler iyilik ve ibâdetleri, cehennemden korktuğundan ya da sonunda cenneti kazanmayı umduğundan dolayı yapmaz. Olgun kişiler ve büyük mutasavvıflar sadece hakkı güzeli, iyiyi, güzelliğe götüren mürşid-i kâmili isterler. Meselâ büyük âlim Molla Câmî'ye göre, kemâle ermek için dört şeyi gönülden ve zihinden silip çıkarmak şarttır:
Bu zümre, “İlâhî! Maksûdumuz sensin, biz sadece senin rızânı istiyoruz.” derler.
Meşhûr kadın velî Râbia-ı Adeviye de şöyle duâ edermiş:
“Rabb’im! Eğer sana, cehennemden korktuğumdan tapıyorsam beni oraya at ve yak; eğer cennet umuduyla tapıyorsam bana orayı haram eyle. Fakat seni, sırf zatın için seviyorsam, dîdârını ve ebedî güzelliğini benden aslâ esirgeme.”
Hikâye edilir ki Hârûn Reşid, köle, câriye ve hizmetçilerine her yıl çeşitli hediyeler dağıtırdı. Bir yıl da, yine hepsini bir araya topladı. Çeşitli giysiler, süslemeler, altın ve gümüş eşyayı ortaya getirterek;
“Her biriniz, beğendiği şey üzerine elini koysun, “Ben bunu istiyorum.” desin diye emretti. Bunun üzerine herkes gözüne kestirdiği, eşyanın yanına koştu, elini onun üstüne koydu. Bu arada bir câriye de gelmiş elini Hârûn Reşid'in başına koymuştu. Hârûn Reşid şaşırarak, “Ne yapıyorsun?” dedi.
Câriye;
“Siz, “Herkes sevdiği şey üzerine elini koysun.” buyurmuştunuz; ben ise sizin mübârek başınızı sevmekteyim.” diye cevap verince Hârûn Reşid çok duygulandı ve;
“Mademki sen de beni tercih ettin, o hâlde ben de, malım, mülküm de senindir.” dedi. O câriyeyi derhal âzâd eyledi; daha birçok ihsân ve ikramlarda bulundu. Bütün diğerlerine ona saygı göstermelerini emretti.
Biz de bu dünyanın fânî lezzetlerine kapılmaz, gönlümüzü samîmî olarak Allahu Teâlâ'ya götüren mürşidimize, bağlarsak, dünyada nimetlere ve himmetlerine, âhirette de Allah’ın cemâlini müşâhedeye ereriz, inşallah.”
Basîret aynını aç gör ki âlemdir sana mensûb
Bu nisbetden nasîb al nasîb-i mensûb arama
(Basîret nazarıyla bakarsan, dünya insana imrenir, gerçek insanların etrafında dünya döner, onların peşine koşar. Nisbet sahibi olan dünyanın merkezi olan insân-ı kâmilden nisbet al, başka bir yol ve kimse arama.)
Tasavvufî hayatın önemli üç kavramı vardır. Bunlar; ferâset, basîret ve râbıta kavramlarıdır.
İnsan nâfileleri yaparak mükemmel bir makama erişiyor. Hadîs-i kudsîde “Kim benim velî bir kuluma düşmanlık yaparsa, bilsin ki ben ona savaş açmış bulunuyorum.” “Kişi farzlarla bana yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Kişi farzlardan sonra nâfile ibâdetlerini artırarak nâfilelere devam ederse ben onu severim. Ondan sonra da artık ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. O benimle işitir. Benimle görür, benimle tutar, benimle yürür. Benden ne isterse ona veririm.” buyrulmaktadır.
İşte görüldüğü gibi insan nâfile ibâdetlerini artırdığı zaman Allah ile görüyor, Allah ile duyuyor, Allah ile tutuyor, Allah ile yürüyor. Buna basîret veya ferâset de diyebiliriz. Allah ile gören gözün önüne haram gelse o göz onu görmez. Yani Allah onun gözünün önüne bir perde koyar.
Gözde ve diğer organlarda mânevî perde olduğu zaman mânevî bir süzgeç görevi yapar. Kulağına mânevî bir perde koyduğunda haram sesler içeri girmez. Farzları eksiksiz yapanlar, haramlardan uzak duranlar, nâfile ve zikir hayatında önemli mesafeler kat ederek Allah’ın sevgisini kazananlar, bütün uzuvları Allah ile çalışan insanlardır.
Bu insanlarda basîret ve ferâset meydana gelir. Ferâset sezgi gücü, yani kalp gözünün açıklığıdır. Kalp gözüne basîret denir. Kalp gözü başımızda bulunan ve fizikî şartlara göre gören göz değildir. Gönül gözünün mesâfesi yoktur, fizikî şartlara bağlı değildir.
Görüldüğü gibi basîret, nâfilelerde ve zikirde ilerlemiş olanlara Rabb’imizin verdiği özel bir ikramdır. Bu ikrama nâil olanlara da “velî” denir. Velî Allah dostudur. İşte dünyaya büyüklerin baktığı pencereden bakmak için onlardan nisbet almak için ihvân çalışmalıdır.
İki âlemde yoklukdan daha ön bir ilim olmaz
Bu varlık perdesin çâk eyle gel mahbûb arama
(Dünya ve âhirette yokluktan daha yüksek bir bilgi ve erdem yoktur. Varlık perdesini yırtıp yokluk âlemine geçenler, fânî olanı değil bâkî olanı sever, gerçek sevgiliyi ararlar.)
Tasavvufun anlamı, “cehâletten ilme giden yol” olup, kötü huylardan güzel ahlâka, fânî varlıktan, Hakk'ın varlığına yönelmektir. Tasavvufun hedefi, insanın mânevî vücudunu, mânevi ölüm ve mânevî hastalıklardan korumak, insanı mânen huzurlu ve sıhhatli yaşatmaktır.
Muhabbetin (ve rûhun) nefse hâkimiyeti için, gereken yöntemler uygulanmalıdır. Tarîkatlarda müridlere bu yöntemler öğretilir. Aksi takdirde, nefis rûha hâkim olunca, insanın mâneviyatı çok yara alır. Bu durum, insanın hayatında her alana olumsuz yansır.
Hâlbuki insanın yeryüzündeki yegâne amacı, hayvânî özelliklerinin üzerine çıkarak, varlık âlemi içinde ait olduğu mertebeye ulaşmaktır. Tasavvuf, insanı mânevî yöne odaklar, onun ahlâkî ve mânevî melekelerini geliştirmeyi hedefler. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi (k.s.) şöyle buyurur: “Gardaşım yok olursanız ellerin attığı taş size değmez.”
Sana ayb olmuş iken gayrının aybın görmeklik
Gör ayb-ı nefsini gayra bakıp ma’yûb arama
(Başkalarının ayıbını görmek sana ayıp sayılmıştır. Kendi eksiklerini görüp, nefsini terbiye etmenin yollarını ara. Kendinden daha kusurlu kimse arama.)
Başkalarının gizli ayıplarını araştırmak haramdır. Başkalarının kusurunu araştırmak haramdır. Bir şekilde görülen kusurları örtmek ve sahibini usûlünce uyararak onu terk etmesine vesîle olmak ise sevaptır. Hele bir kimsenin gizlice yaptığı kusurları araştırıp, başkalarına anlatıp, o insanı küçük düşürmek ve onunla alay etmek daha büyük kusurdur ve de kesinlikle haramdır.
Allahu Teâlâ, Hucûrat Sûresi’nin 12. âyetinde, “Birbirinizin ayıplarını (gizli hâllerini) araştırmayın.” buyurmuştur. Yine Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifinde, “İnsanlardaki ayıpları araştırırsan onları ifsâd eder, bozarsın.” buyurmuştur. (Buhârî, Edebü-l-Müfred)
Râbiatü’l-Adeviyye (k.s.) bu konuda şöyle demiştir: “Kul Allah sevgisini tattığında Allahu Teâlâ ona kendi kötü amellerini gösterir. O bundan sonra başkalarının ayıplarıyla uğraşmaya fırsat bulamaz.”
Hasan-ı Basrî de şöyle der: “Ey âdemoğlu sende mevcut olan bir kusur ile insanları kınayıp dururken, kâmil bir Müslüman olamazsın. Kâmil Müslüman olmak için önce kendi kusurunu ıslâh etmen, sonra da başkalarının kusurlarını ıslâh ile meşgûl olman gerekir. Ancak bunu yaptığın zaman Allahu Teâlâ’nın has kullarından olabilirsin.”
İnsan Allah yolunda önce kendi kusurlarını düzeltmeli, kendi gönlünü kazanmalıdır. Yani herkes kendi ayıp ve kusurlarını gündemine almalı; kalbini mânevî kirlerden temizlemeli, şeytanın tasallutundan kurtarmalı, kötü arzulardan arındırmalı, sevgi ile güzelleştirmelidir. Böylece insan ihlâs ile ibâdet yapmaya, ilâhî sevgiyi taşımaya, güzel edebi yaşamaya hazır hâle gelebilir. Kendi kusurlarına çare bulmayan kimse, başkasının derdine derman olamaz.
Hulûsî nefsini râm eyle nefsin râmî olmazdan
Anı bas pehlivân ol başka bir mağlûb arama
(Hulûsi, nefsini yen o senin emrine girsin ki, sen onun emrine girmeyesin. Nefsini basar en büyük pehlivan sen olursun, yoksa kendinden başka nefsine yenilmiş kimse arama.)
Nefis, insanı dâimâ dünyadaki geçici varlıklara, gösterişe, maddeye ve tutkulara meylettirir. Bunun içindir ki, mü'minin her zaman irâdesini kontrol altında tutması, nefsânî duyguları gemlemesi ve bu iç eğilimini kötü duygu ve düşünce merkezinden uzak tutması gerekir.
Nefisle savaşta kendini isbat eden, bir güreş müsabakasında başpehlivana, “Oğlum elimden tut da beni kaldır.” deyince elinden tutup kaldıramayan pehlivana, “Biz de nefsimizin pehlivanıyız.” diyen Hulûsi Efendi Hazretleri, öğütleri, himmetleri bizimle olsun…
Musa TEKTAŞ
YazarBeyitSaâdetdir o yârın uğruna cânı nisâr etmekKabâhatdır ana cân vermeyip de i’tizâr etmek(O sevgilinin uğruna can vermek âşık için mutluluk kaynağıdır. O sevgiliye can vermek yerine özür beyân etmek ...
Yazar: Resul KESENCELİ
Yaşadığımız yüzyılda, bütün bir Batı dünyası “ümmetleşme” süreci yaşarken, İslâm dünyasında aynı emperyalist batı, etnik ve mezhep bağlamında yapay ayrılıkçı sorunlar üretmektedir. Bütün bunlara rağme...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Babası kerâmetleri ve menkıbeleri ile anılan Hz. Ali soyundan Şeyh İbrâhim, annesi Mûsa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur. Küçük yaşlarda anne ve babasını kaybeden Ahmed-i Yesevî, sahâbeden olduğu söylenen ...
Yazar: Ali AKPINAR
Dünya, “ev ednâ” sırrına erenler için Allah’a yakın olma yeri, yücelerin yücesi; “denî/alçak”, değersizliği seçenler için ise aşağıların aşağısıdır. Burada mahâret kulun dünyayı nasıl algılayıp, imkân...
Yazar: Musa TEKTAŞ