Hayâlî Bey’in “Vardır” Redifli Gazeline Dair
Hayâlî Bey 16. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olup Zâtî ile Bâkî arasında gelen şairlerin en büyüklerindendir. Dîvân’ı yeni harflerle Ali Nihat Tarlan tarafından yayımlanmış olup Cemal Kurnaz tarafından bir tahlil çalışması yapılmıştır. Hayatı hakkında kaynaklarda aydınlatıcı yeterli bilgi bulunduğundan burada uzun uzadıya hayatından bahsetmeyecek “vardır” redifli gazelini anlayabildiğimiz kadarıyla izaha çalışacağız.
1.Ne zillet vermeğe râgıb ne devlet-hâhımız vardır
Ko gayrı gayra yâr olsun bizim Allah’ımız vardır
(Bizim, ne aşağılanmamıza istekli (düşmanımız), ne mutluluk, baht dileyen (dostumuz) vardır; bırak yabancı yabancı ile dost olsun bizim Allah’ımız vardır.)
Şair, kötülüğünü, zillete düşmesini, hakir olmasını isteyen bir kimse olmadığı gibi, iyiliğine çalışan bir dostunun da bulunmadığını söylemektedir. Bu ikisi de onun için yabancı gibidir. Devletin üst yönetimine yakın olan insanların dostları da düşmanları da çok olur.
Kimi çekemediğinden türlü yollara baş vurur kimi de iyiliği için gayret eder. Hayâlî bu iki tür insanın çevresinde bulunmadığını söylemektedir ki bu biraz şairâne bir zandan öteye geçmez gibi görünüyor. Çünkü şair de zamanında birtakım kıskançlıklara muhtaç olmuştur.
Hayâlî, bırak onlar birbirleri ile dost olup anlaşsınlar; bana Allah yeter derken sanki “Dost istersen Allah yeter.” özdeyişini hatırlatıyor. Beyitte “zillet vermek” ve “devlet-hâh” gibi zıt unsurlar bir araya getirilmiş; bu ikisinin de şair için yabancı olduğu vurgulanmıştır. Beyitte şairin tevekkülle Allah’a iltica ettiği anlaşılmaktadır.
2.Tarȋkinden ererse menzil-i maksûda her âşık
Hakȋkat râhını gözler bizim bir şâhımız vardır
tarȋk (a.i.): yol.
menzil (a.i.): yollardaki konak yeri, ev, mesafe.
maksûd (a.s.): kast olunan, istenilen şey, istek.
râh (f.i.): yol, tutulan yol, meslek, usul.
((Nasıl) Her âşık amacına kendi yolundan ulaşırsa, bizim de hakîkat yolunu gözleyen bir şahımız vardır.)
Beyitte âşık kelimesi derviş manasını çağrıştıracak biçimde kullanılmıştır. İnsanların Allah’a ulaşmasını sağlayan sayısız, farklı yollar, tarîkatlar olduğunu vurgulayan şair, kendisine hakîkat yolunu gözleyen bir şahının (muhtemelen Hz. Ali ya da Kanûnî Sultan Süleyman) olduğunu dile getirmektedir.
Hz. Ali, şâh-ı velâyettir. Bütün tarîkatlar öyle veya böyle ona dayanır. Bu sebeple şair, Hz. Ali’ye bağlılığını îmâ ederek kendisinde bir öncelik görüyor. Ancak bu şah dediği, kendisine ihsanını, yardımını esirgemeyen Kanûnî Sultan Süleyman’ı da kast etmiş olabilir. Burada dikkati çeken husus âşıkların tariklerinden (yol) bahsederken kendisinin “hakîkat” yolcusu olduğunu öne sürmesidir. Bilindiği gibi hakîkat tasavvuf yolunda son aşamadır: Şeriat, tarîkat, hakîkat…
3.Mey-âlûde sifâlin tâc-ı Cemşȋ’de değişmezler
Bizim kûy-ı harâbât içre bir dergâhımız vardır
(Bizim harabat mahallesindeki dergâhımızda bulananlar, şarapla bulaşık çanaklarını Cemşid’in tacına değişmezler.)
Beytin zâhirî anlamından meyhanedekilerin içki çanaklarını padişahlık tacı ile değiştirmeyecek kadar dünyaya iltifat etmedikleri anlaşılmaktadır. Beytin tasavvufî mânâsı büsbütün başkadır; harabât tekkedir, buradakiler dervişler, yani Allah’a ulaşmaya çalışan insanlardır.
Buradaki “sifal”den kasıt gönülleridir. Henüz yolun başında oldukları için ilâhî aşk mânâsına gelen şarapla gönülleri tam dolmamakla birlikte ilâhî aşkın neşesini hissetmiş, bu coşkuyla şarap içtikleri (ki bu bildiğimiz hamr değil) çanağı padişahların tacına değişmezler.
İlâhî aşk ile âdeta kendinden geçen bu yolcular gönüllerinden dünya malı, serveti, şan ve şöhretine dair arzu ve istekleri sürüp çıkarmışlardır. Bunlar, İran hükümdarlarından Pişdâdiyân hanedânının dördüncüsü olup şarabı icat eden Cem gibi kudretli bir padişahın tacına bile değer vermezler.
Dervişler harabat semtindeki dergâhlarında tam bir istiğna, ihtiyaçsızlık duygusu ile Allah’a yönelmişlerdir. Asıl aradıkları ilâhî aşkla gönül kadehlerinin dolmasıdır. O’nu bulan başka bir şeyin peşinden koşmaz.
4.Gam-ı dünyâ bizi bilmez velȋ mâh-ı muharremde
Şehȋd-i Kerbelâ için bir âh u vâhımız vardır
(Dünya tasası, derdi bizi tanımaz, bilmez fakat Muharrem ayında Kerbelâ şehidi (Hz. Hüseyin) için bir ah ve vahımız vardır.)
Tasavvuf zevkine sahip olan Hayâlî, bu beyitte masivayı terk eden, dünyadan kazandığı ile sevinmeyen, kaybettiği ile üzülmeyen bir derviş tablosu çizmektedir. Dünyadaki sıkıntılar umurumda değil, bu sıkıntılar için dünya gamı çekmek bize yabancıdır der ve ilave eder; biz, sadece Kerbelâ’da hunharca şehit edilen cennet gençlerinin efendisi Hz. Hüseyin için Muharrem ayında feryât ve figân ederiz diyor.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in torununun Kerbelâ’da susuz bırakılarak şehit edilmesi İslâm âleminde derin acılar meydana getirmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sevgili torununa revâ görülen bu tarifi imkânsız gaddarlık asırlardır vicdanları kanatmaya devam etmektedir. Klasik şiirimizde bu konuyu anlatan “Maktel-i Hüseyn” diye bir tür de gelişmiş; birçok şair dîvânlarında yürek paralayıcı Kerbelâ faciasını işleyen mersiyeler kaleme almışlardır.
5.Hayâlȋ sûret-i dünyâya gâfiller gibi tapmaz
Hakȋkat vechine bakmış dil-i âgâhımız vardır
(Hayâlî, gaflette olanlar gibi dünyanın görünüşüne tapmaz (çünkü) bizim dünyanın gerçek yüzüne bakmış uyanık gönlümüz vardır.)
Beyitte iki ayrı hüküm dikkat çekmektedir: İlki, şairin gaflette olmadığını, dünyanın görünüşüne aldanmadığını ifade etmesidir. İkincisi ise gönlünün uyanık olduğu ve hakîkat yüzünü gördüğüne dairdir. Beyti şöyle de çevirmek mümkündür:
Ey Hayâlî, bizim, dünyanın görünüşüne aldanmayıp hakîkat yüzünü gören gönlümüz olduğu için biz gafillerden olmayız. Tasavvufta gönül çok önemlidir. Gönül, Allah’ın nazargâhıdır. Allah’ın konuk olduğu yerdir. Arşa sığmayan yüce Yaratıcı mü’min kulunun gönlüne sığdığını buyurmuştur.
İlâhî aşkla aydınlanan bir gönül elbette uyanıktır, gaflete dalmaz; masiva denilen dünya zevklerine, gösteriş ve servetlerine meyl etmez. Tasavvuf yolcusu için dünya, âhiretin tarlası ve Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği bir sergi salonu, hayatı için lazım olan hususların karşılandığı mekândır.
Dünyanın üçüncü yüzü ise heva ve hevesin, gayrı meşru zevklere mekân olmasıdır. Âşık dünyanın ilk iki yüzü ile ilgilidir. Dünyanın sefahat ve rezalet veçhesi olan üçüncü yüzüne ait arzu ve istekler bulunmaz. İlâhî aşk zevkini tadan bir gönlün gaflete düşüp dünyanın bu çirkin yüzüne meyletmesi söz konusu olamaz.
Mahmut KAPLAN
YazarÂh, âşıklarının dilinden düşmeyen bir sözcüktür. Onlar sürekli âh ederler. Şair iseler şiirlerinde sürekli âhı işlerler. Âh, hüzün, ıztırap, sıkıntı, yeis vs. kalbi hallerde kullanılan bir edattır. Gü...
Yazar: Nihat ÖZTOPRAK
İslâm tasavvufunda gül denilince, gönülde zuhûr eden bilgi ve hikmetin meyveleri akla gelir. Tasavvuf ehlinin gönlü bir gül bahçesidir. Bu gül bahçesine adım atanların kendi gönül âlemlerinde marifet ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Atalarımızdan miras kalan zengin Türk dili bin yıllar boyunca çok çeşitli badireler atlatmıştır. Türk dili, çağlar boyunca çeşitli dillerle ilişki içinde parlak günlerinin yanında zaman zaman başka di...
Yazar: Nihat ÖZTOPRAK
Dürr-i şehvâr-ı risâlettir Muhammed Mustafa Tâc-ı Levlâk-i hilâfettir Muhammed Mustafa Kimi insanlar vardır ki omuzlarında taşıdıkları ulvî gâyelere ulaşmak için, birçok insanın hedef hâline...
Yazar: Vedat Ali TOK