Allah'ın Sınırları: Helal Ve Haramlar
"İnsan¸ aklı sayesinde genel olarak doğruyu bulabilir¸ iyi-kötü¸ yararlı ve zararlıyı ayırt edebilir. Ancak insanda akıl yanında birçok zaafın bulunduğu¸ sonu gelmeyen ihtirasların onun dünyasını cehenneme çevirebileceği de bir gerçektir."
Kendisine akıl gibi eşsiz bir nimet verilen insan¸ yeryüzünün sayısız nimetlerine de varis kılınmıştır. Bir başka ifadeyle sayısız nimetlerle donatılan yeryüzü akıl sahibi insanın emrine verilmiştir. Bütün bunlara karşılık olarak insandan istenen Yaratıcısı ve bu nimetlerin gerçek sahibi olan Allah'a kulluk yapmaktır.[1] Helal ve harama riâyet etmek de Allah'a kulluğun yani ibadetin bir parçasını oluşturmaktadır. Allah'ın rızasını kazanmak¸ hayatını ve insanî ilişkilerini O'nun istediği doğrultuda düzenlemeye bağlıdır. Yüce Allah bu konuda insan aklına rehberlik ederek¸ "vahiy" adı verilen özel bir iletişim yoluyla rızasının nasıl kazanılacağının yolunu göstermiştir. Bu yolun adı dindir. Dinin temel amacı¸ insanı hem dünyada hem de ahirette mutluluğa götüren yolları göstermektir. o:p>
Güçlü ve tutarlı her sistemin dokunulmaz sınırları¸ yasak bölgeleri ve koruları olur. Yüce Allah da insanların dünya ve ahiret mutluluğunu elde edebilmeleri için gönderdiği dinini iki grup hükümden oluşturmuştur. Bu hükümlerin bir grubu helallerdir ki¸ bazıları farz¸ bazıları vacip bazıları müstehap bazıları mubah ve mendup olarak adlandırılır. Aralarında derece farkı bulunan bu hükümlerin en temel özelliği yapılmalarının serbest yani helal olmasıdır. Dinin içeriğini oluşturan ikinci grup hükümler haram genel başlığı altında yer alır. Bunların da bir kısmı haram¸ bir kısmı mekruh¸ bir kısmı sakıncalı adını alır. Ancak genel ve temel özellikleri yapılmalarının istenmemesi yani haram olmasıdır.
İnsan¸ aklı sayesinde genel olarak doğruyu bulabilir¸ iyi-kötü¸ yararlı ve zararlıyı ayırt edebilir. Ancak insanda akıl yanında birçok zaafın bulunduğu¸ sonu gelmeyen ihtirasların onun dünyasını cehenneme çevirebileceği de bir gerçektir. Din adı verilen ilahî sistem¸ içerdiği hükümlerle insana bir yol haritası çizmektedir. Bu hükümlerin bir kısmı emir bir kısmı da yasak (nehiy) kabilindendir. Din¸ insan aklının güzel gördüğü¸ yararlı bulduğu bir takım şeyleri sonucunu dikkate alarak yasaklarken¸ yine onun zararlı ve yararsız kabul ettiği bazı şeyleri de aynı gerekçe ile emretmektedir.[2] Bunun yanında geniş bir alan daha vardır ki¸ getirdiği ilkelere aykırı olmadıkça¸ din o alana müdahale etmemektedir. Bu da "mubah alanı"nı oluşturmaktadır.
İnsan için öngörülmüş bir programda¸ onun için hazırlanmış bir reçetede¸ yapması gerekenler yanında¸ yapmaması lazım gelenlerin olmaması düşünülemez. Bütün sistemlerin emir ve yasakları vardır. İnsanların akılları ile ihtirasları arasında denge kurmak için emirler kadar yasaklara da şiddetle ihtiyaç vardır. Özellikle toplum hayatı ve toplumdaki düzeni sağlamak açısından düşünüldüğünde dinde "haram" adı verilen yasakların ne kadar zaruri olduğu daha iyi anlaşılabilir. Durum böyle olmakla birlikte İslâm yine de prensip olarak helal alanı geniş bırakmış¸ insanlar yetkilerini kötüye kullanmadıkça¸ hadlerini aşıp başkalarının haklarına tecavüz etmedikçe ve genel ilkelere aykırı davranmadıkça da bu helal alana yasak koyarak müdahale etmemiştir. Bunun için İslâm hukukçuları bazı âyetlerden[3] hareketle "Eşyada aslolan¸ mübah oluştur" şeklinde bir fıkıh kuralı oluşturmuşlardır.
Yüce dinimiz İslâm¸ hayatı bütün yönleriyle ve bir bütün halinde ele almış ve her alanda bireye yardımcı olmayı¸ ona kılavuzluk etmeyi ve mutluluk kazandırmayı hedeflemiştir. Bu sebeple¸ kişilerin inanç dünyası ve ibadet hayatı yanında¸ yeme içme¸ giyinme ve süslenme¸ eğlence¸ aile içi ilişkiler ve cinsel hayat¸ sosyal hayat ve beşerî ilişkiler gibi hayatın değişik alanları da dinin ilgi sahasına dâhil olmuştur. Dinin temel unsurlarından biri olan ibadetlerin hazzını alabilmek helal-haram sınırları konusunda da dine uygun bir hayat yaşamaya bağlıdır. Hatta helal ve haram dinin aslına dâhil olduğu ve Kur'ân'da yer yer "Allah'ın sınırları" (hudûdullah) ifadesiyle anıldığı için[4] bunlara riâyet etmek dindarlığın en önemli göstergelerindendir.
Kullara rehberliğin somut adımı olarak Yüce Allah¸ Kur'ân'da neyi helal ve neyi haram kıldığını da açıklamış[5] ¸ inananları bilgilendirmiş¸ Hz. Peygamber (s.a.v) de söz ve uygulamalarıyla bu hususu somut hale getirmiş ve Müslümanlara rehberlik etmiştir.
Hz. Peygamber'in helal ve haramın önemini ve dindeki yerini anlatan veciz hadislerinden biri şöyledir: "Helal apaçık bellidir. Haram da¸ apaçık bellidir. Bu ikisi arasında¸ halktan birçoğunun¸ helal mi¸ haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Dinini ve namusunu korumak için¸ bunları yapmayan esenliktedir. Bunlardan bazısını yapan ise¸ haram işlemeye çok yaklaşmış olur. Nitekim korunun çevresinde hayvanlarını otlatan kimse de koruya dalma tehlikesiyle burun buruna gelmiş olur. Dikkat ederseniz¸ her hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın korusu ise¸ haram kıldığı şeylerdir. Şunu iyi bilin ki¸ insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa¸ bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa¸ bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalbdir".[6]
Durum böyle iken günümüzde kimi Müslümanların yaşadıkları bazı sosyal ilişkilerde Allah'ın Kur'ân'da apaçık âyetlerle ortaya koyduğu sınırları zorladıklarını ve hatta tanımadıklarını esefle müşahede ediyoruz. Mesela¸ Allah'ın aile hayatıyla ilgili olarak koyduğu en önemli prensiplerden biri¸ boşanan veya kocası ölen kadınların "iddet" adı verilen belirli süreleri beklemelerdir. Kesin boşamalarda ve kocanın ölmesi durumunda bu iddet beklenilmeden kadının başka birisiyle evlenmesi dinen helal ve caiz değildir. Bu süreyi beklemenin pek çok hikmeti vardır. Bunları başka bir yazıya havale ederek şu kadarını şimdilik ifade edelim ki¸ iddet beklemek yeni kurulacak aile yuvasını sağlam temellere dayandırma konusunda inkâr edilemez bir öneme sahiptir. Yüce kitabımızın bu konudaki talimatı şöyledir:
"Sizden ölenlerin¸ geride bıraktıkları eşleri¸ kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit¸ kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
(İddet beklemekte olan) kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur. Allah bilir ki siz onları anacaksınız. Lakin meşru sözler söylemeniz müstesna¸ sakın onlara gizlice buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan¸ nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin ki Allah¸ gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah gafurdur¸ halimdir".[7]
Yine bunun gibi¸ nikâh akdi yapılıp fiili beraberlik olmadan evliliğin sona ermesi durumunda da alınan mehrin ne kadarına kadının sahip olacağı ve ne kadarının geri verilmesi gerektiği konusunda da apaçık âyetler vardır. Buna rağmen âyete aykırı davranışlara şahit olunmaktadır. İlgili âyetler şöyledir:
"Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tayin etmeden kadınları boşarsanız bunda size mehir zorunluluğu yoktur. Bu durumda onlara müt'a (hediye cinsinden bir şeyler) verin. Zengin olan durumuna göre¸ fakir de durumuna göre vermelidir. Münasip bir müt'a vermek iyiler için bir borçtur.
Kendilerine mehir tayin ederek evlendiğiniz kadınları¸ temas etmeden boşarsanız¸ tayin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınların vazgeçmesi veya nikâh bağı elinde bulunanın (velinin) vazgeçmesi hali müstesna¸ affetmeniz (mehirden vaz geçmeniz)¸ takvaya daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsanı unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür".[8]
[1] 51/Zâriyât¸ 56
[2] 2/Bakara¸ 216
[3] 2/Bakara¸ 29; 45/Câsiye¸ 13
[4] Bk. 2/Bakara¸ 187¸ 229¸ 230; 4/Nis⸠13
[5] 2/Bakara¸ 173¸ 275; 6/En'âm¸ 119¸ 151; 7/A'râf¸ 32-33
[6] Buhârî¸ "İman"¸ 39; Müslim¸ "Müsâkât"¸ 107¸ 108
[7] 2/Bakara¸ 234-235
[8] 2/Bakara¸ 236-237
Abdullah KAHRAMAN
YazarHanefî mezhebinin kurucu imamı olarak kabul edilen İmam-ı Azam Ebû Hanîfe pek çok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında bazıları diğerlerine göre daha çok ön plana çıkmış ve meşhur olmuştur. Onun meş...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Muharrem Efendi, X/XVI. yüzyılda yaşamış saygın Osmanlı âlimlerinden birisidir. Asıl adı, Muharrem b. Ebi’l-Berakât Muhammed b. ‘Ârif b. Hasan’dır. 910/1504 tarihinde Zile’de doğmuştur. Bu sebeple dah...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Yüce dinimiz İslâm’ın insanlığa getirdiği en temel değer insanı muhâtap alması, onu merkeze koyması ve insan şahsiyetini korumasıdır. Tîn Sûresi’nde insanın en güzel surette yaratıldığını ifade eden Y...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Din, inanç, ibâdet ve muâmelât hükümlerinden meydana gelen İlahî bir yapıdır. İnanç ve temel ibâdetler ve bu ibâdetlerin oluşturması gereken ahlâkî erdemler Yüce Allah’ın bütün peygamberlerine vahyett...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN