Çok Amaçlı Kurulan Hayır Müesseseleri: Vakıflar
Vakıf, Arapça bir kelime olup, “durmak, durdurmak ve haps etmek” gibi anlamlara gelir.[1] Istılâhta ise, bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip, “ayn”ını Allah’ın mülkü hükmünde, temlik ve temellük etmeye denilmiştir. Bu tanımın anlamı, bir malı, mülkiyetin devri sonucunu doğuran tasarruftan alıkoyup, gelirini devamlı surette ihtiyaç sahiplerine veya belli bir hizmetin yürütülmesine bağışlamaktır.
Hiçbir maddî karşılık beklemeden, sırf Allah rızâsı ve sevap kazanmak için başkalarına yardım niyetiyle kurulan vakıflar, yüzyıllar boyu İslâm ülkelerinde önemli bir görevi yerine getirmiş, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde olumlu etkiler bırakmış hukûkî ve dinî kurumlardır.
Kur’ân-ı Kerim’de “vakıf” kelimesi geçmemekle beraber bu mânâya gelebilecek ve buna eş anlamlı pek çok kelime vardır. İyilik yapmak, sadaka vermek ve ihsanda bulunmak gibi başkalarına yardımı teşvik eden pek çok âyetin ve hadislerin bulunduğunu biliyoruz.
Kur’ân’da, bir sosyal yardımlaşma türü olan sadaka ve infâkla ilgili pek çok âyet vardır. Mü’minler, sürekli Allah yolunda toplumun ihtiyaç sahipleriyle bir nevi mallarını paylaşma biçimi olan infâk etmeye, mallarından bir kısmını karşılık beklemeksizin ihtiyaç sahiplerine vermeye teşvik edilir.
Sosyal yardımlaşmaya teşvik eden ayetlerden bazıları şunlardır: “Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın.”[2] “Mallarını Allah yolunda sarf edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir...”[3] “Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe, iyiliğe erişemezsiniz. Her ne sarf ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.”[4] “İyilik etmek ve fenâlıktan sakınmak husûsunda birbirinizle yardımlaşın.”[5]
Vakıf müesseselerinin kuruluşunda ilham kaynağı olan birçok hadis de bulunmaktadır. Özellikle Sahih-i Buhâri’deki “Vasâya” bâbı vakıf konusuna tahsis edilmiştir. Bu konu ile alâkalı olarak şu hadis oldukça dikkat çekicidir: “İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak, devamlı bir sadaka meydana getirenler (sadaka-i câriye), faydalı bir ilim bırakanlar ve kendisine hayır duâ edecek sâlih bir çocuk bırakanlarınki kesilmez.”[6]
Hadisçiler, “sadaka-i cariye”yi, vakıf ile tefsir etmişler ve sadaka devam ettiği müddetçe sadaka sahibinin amel defterinin kapanmayacağını, sürekli olarak sevabının devam edeceğini söylemişlerdir.[7]
İslâm tarihinde ilk vakıf, Hz. İbrahim’e ait olup Halilü’r-Rahmân Evkafı adı verilen vakıflar[8] ve bunların içinde en önemlisi Kâbe-i Muazzama’nın vakfıdır. Ayrıca vakıf tarihinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Medine şehrinde sahip bulunduğu yedi bahçe hâlindeki mülkünü vasiyet yoluyla mü’minlerin fakirlerine vakfetmesi çok önemli olmuştur.
Aynı şekilde onun, “Fedek” arazisini de yolcuların yararına vakfettiğini biliyoruz.[9] Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ashâbı da O’nun yolunda yürüyerek, mallarını, tarla ve arazilerini, hatta bu arazilerinin gelirlerini ihtiyaç sahipleri için vakfetmekle kalmamışlar, çeşitli vakıflar kurmak suretiyle insanlığa hizmet etmişlerdir.
Meselâ Hz. Ömer’in Hayber arazisinden hissesine düşen değeri oldukça kıymetli olan ve Semğ adı verilen hurma bahçesi hakkında Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, “Ya Rasûlallah! Nazarımda çok kıymetli olan bir hurma bahçesine sahip oldum. Bu hususta ne buyurursanız öyle yapacağım.” demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), “Bu hurmalığın aslını vakfet. Artık o satılmaz, hibe edilmez ve vâris olunmaz, yalnız onun mahsûlü infâk edilir, yedirilir.” buyurmuştu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, adı geçen mülkünü vakfetti. Allah yolunda gazâ eden mücâhitler, esâretten kurtulmak isteyen köleler, misafirler vs. gibi lâyık olanlar hep bundan istifâde ettiler.[10] Bu rivâyet hem vakfın ve hem de vakfiyenin delil oluşuna bir örneklik teşkil eder.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve dört halîfe devrinden sonra Emevîler, Abbasîler, Selçuklular vesâir İslâm hükümdarları, emirleri ve bilhassa Osmanlılar tarafından pek mühim şeyler vakfedilmiş, büyük çapta vakıf müesseseleri meydana getirilmiştir.[11]
Bunlar arasında, gıda, sağlık, barınma, eğitim, ibâdet, ulaşım, ticaret işleri için kurulan vakıflara ek olarak, hayvanların bakımı ve tedavisi için de vakıflar kurulmuştur. Bu durumu inceleyen Batılı sosyal siyasetçiler, 16. yüzyıl Türkiye’sini ‘vakıf cenneti’ olarak nitelemişlerdir.[12]
Çok kısa aralıklarla savaşma durumunda kalan Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük bir devletin çökmeden yüzyıllarca ayakta durmasını sağlayan en büyük kurum, vakıf teşkilatları olmuştur.
Şüphesiz vakıflar, çok amaçlı kurulan hayır müesseseleridir. Bu durum İslâm’ın, insanların sosyal güvenliğinin sağlanmasına büyük önem verdiğini gösterir. İnsanların sosyal güvenliğinin sağlanmasına yönelik başlıca vakıf türleri şunlardır: Fakirlere para veya erzak dağıtmak ve günlük yemek vermek gayeleriyle kurulmuş vakıflar.
Kimsesiz çocuklara, fakir dul kadınlara elbise temin etmek, fakir kızların çeyiz ve düğün masraflarını karşılamak, kimsesiz yolculara yardım etmek, esirleri hürriyetine kavuşturmak için kurulmuş vakıflar. Buhârî okutulması amacıyla, yoldaki pisliklerin üzerini kapatmak ve pazar esnafını bir anlamda kontrol etmek için pazaryerine terazi ihdâsı gibi vakıflar.
İnsanlara yol emniyetini sağlamak ve ihtiyaçlarını gidermek için yapılan binlerce kervansaraylar, hasta insanların tedavisi için kurulan hastaneler en önemli vakıflardandır. Emevî ve Abbâsî Devirlerinde yalnız Türkistan’da 10.000 (on bin) kervansaray olduğu söylenmektedir.[13]
Diğer yandan borçluların borçlarını ödeyebilmeleri, çalışamayacak kadar yaşlanıp veya sakatlanan meslek erbâbı ile işçilere fonlar tahsis edilebilmesi, cezâ evlerindeki mahkûmların ve ailelerinin bazı ihtiyaçlarının temin edilebilmesi, fakirlerin cenâzelerinin kaldırılabilmesi için çok sayıda vakıf kurulmuştur.
Toplumun yaşayışı için gerekli olan eserlerle insanların en önemli ihtiyaçlarını karşılayan çeşme, sebil, sarnıç, havuz, kuyu ve göl gibi tesisleri ile yolların tamirleri gibi çok çeşitli gayelere yönelik vakıfları da zikredebiliriz.[14] Medeniyet tarihimizde bütün bu kurumlar sosyal hizmet görevi yapmışlardır.
Sosyal güvenlik açısından vakıfların bir başka özelliği, toplumda âdil gelir dağılımının sağlanmasına büyük ölçüde yardım eden müesseseler oluşlarıdır. Devlet nasıl ki bütçe aracılığı ile varlıklı kesimden vergi alıp toplumun her kesimine ve bu arada gelirsiz veya geliri düşük halk tabakalarına hizmet götürüyorsa, vakıflar aracılığı ile de aynı şey yapılmaktadır.
Vakıf olmasaydı ferdin serveti tamamıyla mirasçılarına kalacaktı. Oysa vakıf yolu ile mirasçılarına kalacak olan servetler törpülenmekte ve azaltılmaktadır. Geçmişte bugünkü değerleri çok yüksek rakamlara ulaşan vakıf müesseseleri kurulmuştur. İslâm dünyasındaki toplam vakıf varlığının bugün para karşılığı değerini ortaya koymak mümkün değildir. Bu, bize vakıfların çok büyük ölçüde millî ekonomiye katkıda bulunduklarının açık göstergesidir.[15]
Sonuç olarak, her şeyin çıkara ayarlandığı bir zamanda, karşılık beklemeden iş yapmak, sâlih insanların ahlakıdır. Gelin o halde vakıf insanı olalım. Kendimizi yaşadığımız dünyada iyiliğin hâkim olması uğruna iyilik yapmaya adayalım. Her dönemde olduğu gibi bir sadaka-i câriye olan vakıf müesseslerini yeniden kuralım, kurulmuş olanlara maddî ve mânevî desteklerimizi esirgemeyelim.
Özellikle sosyal refah anlayışı gelişmemiş modern toplumlarda zorunlu veya gönüllü yardım müesseseleri arasında yer alan vakıfların, sosyal barışın sağlanmasında “ara kurumlar” rolünü üslenmiş olduğunu unutmayalım. Bu anlamda vakıflar, toplumsal patlamaların önüne geçilmesinde emniyet sibobu işlevi görür. Bundan dolayı vakıfların önü kesilmemeli, aksine resmî ve sivil kuruluşlar tarafından sürekli desteklenmelidir.
[1] Bkz. Şemseddîn Sâmi, Kâmûs-ı Türkî, İstanbul, 1318, II, 1495–1496.
[2] 2/Bakara, 148.
[3] 2/Bakara, 261.
[4] 3/Âl-i İmrân, 92.
[5] 5/Mâide, 2.
[6] Bkz. Müslim, “Vasiyye” 14; Ebû Dâvûd, “Vesâyâ” 14; Tirmizî, “Ahkâm” 36.
[7] Ahmet Davutoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul, 1983, VIII, 184.
[8] Bkz. 2/Bakara, 125-126.
[9] Krş. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukûku İslamiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu, İstanbul, 1976, IV, 304.
[10] Buhârî, “Vesâyâ” 22; Müslim, “Vasiyye” 15. Ayrıca bk. Molla Hüsrev, Gurer ve Dürer, III, 177.
[11] Bilmen, a.g.e, IV, 304.
[12] Turan Yazgan, Gelir Dağılımı Açısından Sosyal Güvenlik, İstanbul, 1977, s. 15.
[13] Bilmen, a.g.e., IV, 302-303.
[14] Mehmet Şeker, İslam’da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, Ankara, 1984, s. 100.
[15] Celâl Yeniçeri, İslam İktisadının Esasları, İstanbul, 1980, s. 462; krş. Şensoy, Ali, İslam Ekonomisi Açısından Dayanışma ve Sosyal Güvenlik, İstanbul, 2001, s. 140.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarYûnus Emre’nin üzerinde durduğu en temel konu birlik ve beraberlik rûhudur. Birlikten güç doğacağını, acıların giderilmesi ve tatlılıkların paylaşılması husûsunda ortak hareket edilmesi, yüreklerin or...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
İslâm’ın ilk yılları... Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın alenî olarak İslâm’ı açığa vurduğu günlerdi. Hz. Ömer’in İslâm’la şereflendiğini gören Mekke müşrikleri infiâle ve telâşa kapıldılar. Derhal Mekke müş...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Bu makalemizde tezkiye kavramı ve bu kavramın mâhiyeti üzerinde duracağız. Sözlükte tezkiye; “, temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip büyütmek, arıtmak, temize çıkarmak” gibi anlamlara gelir.[1] Dinî...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Bursalı İsmail Hakkı (1653-1724)Yüzünden okunur “Seb’al-mesânî” yâ RasûlallahGözünden hall olur akd-i maânî yâ RasûlallahSadef-vâr oldu âlem anda sen dürr-i yetîm oldunBulunmaz âlem içre sana sânî yâ ...
Yazar: Vedat Ali TOK