İki Kadın ve İki Hüküm
Çağımızın iletişim çağı olduğu her fırsatta dile getirilir. Çünkü haberleşmeyi sağlayacak türlü yollar ve araçlara her gün bir yenisi eklenmektedir. Buna rağmen bazen de en yakınlarımızla bile iletişim kuramadığımızdan yakınırız. Zira iletişimi engelleyen bir sürü faktör vardır. İnsanların birbirine ulaşamaması bile onları üzmekte ve çeşitli sıkıntılara sokmaktadır. Ulaşılması gerektiği halde ulaşılamayan insanlara sitemler edilir¸ niyetleri sorgulanır hatta ulaşmayı engelledikleri için suçlanırlar. Hulasa iletişim ya hiç sağlanamaz veya bir noktada biter. Bunun sebebi bazen ulaşmak isteyen bazen de ulaşılacak olanların özel durumları olur.
Kur'ân'ın verdiği bilgiye göre¸ insanların en hızlı ve en kolay iletişim sağlayabilecekleri varlık onları yaratan Yüce Allah'tır. Çünkü Allah bize şahdamarımızdan daha yakındır. "Andolsun¸ insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız"[1] meâlindeki âyet bu gerçeğe işaret etmektedir. Bunun yanında iletişim kurmak isteyen kuluna mesafe koymayan¸ zaman tayin etmeyen Yüce Allah¸ her zaman müracaat ve dua kapısını açık tuttuğunu şöyle açıklıyor: "Kullarım sana beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar"[2].
Kur'ân'ın bize öğrettiği bu gerçeklere göre Allah'a ulaşmanın¸ derdimizi açmanın¸ sıkıntılarımızı paylaşmanın¸ derman ve şifa istemenin belli bir zamanı yoktur. Bunun için insanların dünyadaki konumlarının¸ varlıklı ya da yoksul olmalarının¸ renk ve ırklarının da bir tesiri yoktur. O¸ buna her zaman hazırdır. Önemli olan bizim hazır olmamızdır. Bizim hazır olmamız¸ Allah'a el açmaya yüzümüzün olması; O'na olan güçlü bir imana¸ coşkuya sahip bulunmamız ve istediğimizi başkasından değil sadece Allah'tan istediğimizden emiz olmamızdır.
Bazılarımızın içinde bulunduğu özel durumlar taleplere acilen cevap verilmesini gerektirebilir; ancak yine de taleplerimize nasıl¸ ne zaman ve ne kadar cevap vereceği ise Allah'ın takdirindedir. İnsanoğlu aceleci olduğu için her istediğinin hemen yerine gelmesini talep eder. Fakat her istediğinin anında olmasının her zaman hayrına olmayacağını bilemez. Peşinden "keşke"ler¸ "vah"lar veya "iyi ki olmamış" gibi ifadeler birbiri ardınca sıralanır. Nitekim Yüce kitabımız bu konuda da bizi irşad ederken şu prensibi zihinlerimize âdetâ kazımaktadır: "Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir¸ siz bilmezsiniz"[3].
İman tarihimizde feryadını Allah'a ulaştırmayı ve derdine istediği çareyi bulmayı başaran çok mü'min vardır. Bunlardan ikisi önce Hz. Peygamber (s.a.v)'e müracaat eden fakat istedikleri sonucu alamayınca doğrudan Allah'a ulaşan iki hanım sahâbîdir. Bunların mürâcaatları ve feryatları Allah'a ulaşmış¸ sonuç hem kendileri hem de bütün Müslümanlar adına rahmet olmuştur.
Havle binti Sa'lebe (başka bir rivayete göre¸ Havle binti Huveylid)'nin feryadı:
Cahiliye döneminde zıhar denen bir adet vardı. Buna göre zıhar¸ kocanın karısına; "Sen bana anamın sırtı gibisin." demesidir. Hanımını boşamak isteyen erkek¸ doğrudan ve açıktan boşama yerine bazen böyle bir yola da başvururdu. Çünkü zıhar yapan kimsenin hanımı boşanmış sayılıyor ve artık haram oluyordu. Hz. Peygamber (s.a.v) geldiğinde bu uygulama hala devam etmekteydi.
Bir gün Ensar'dan olan Havle binti Sa'lebe (r.a.) ve kocası Evs b. Sâmit (r.a.) arasında tatsızlık oldu. Evs hanımını yatağına çağırdığı halde o bunu yapmamıştı. Bunun üzerine hanımına: "Sen bana anamın sırtı gibisin." dedi ve bu İslâm tarihinde ilk zihâr hâdisesi oldu. Sonra Evs pişman oldu fakat bir kere söz ağızdan çıkmış ve hanımı boş olmuştu. Ancak Havle bu sonucu bir türlü içine sindiremiyor¸ mağdur edildiğini düşünüyor¸ uygulamanın adil olmadığına inanıyor ve "Vallâhi bu boşama değildir." diyordu.
Nihayet Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna varıp şöyle dedi: "Ben genç¸ zengin¸ mal ve aile sahibi bir kadın iken Evs benimle evlendi. Malımı yiyip gençliğimi tüketince¸ ailem dağılıp ben de yaşlanınca; benden zihâr yaptı. Ama şimdi pişman oldu. İkimizi bir araya getirecek ve kaybımı giderecek bir şey (fetvâ) var mıdır?". Hz. Peygamber (s.a.v.)¸ "Sen ona haram oldun." deyince¸ o sesini yükselterek şöyle demişti: "Yoksulluğumu¸ durumumun sıkıntılı oluşunu Allah'a şikâyet ediyorum (feryadımı O'na ulaştırıyorum). Ayrıca benim küçük çocuklarım vardır. Onları babalarının yanında bırakırsam¸ zayi olurlar. Yanıma alırsam¸ aç kalırlar. Allah'ım! Halimi sana şikâyet ediyorum. Allah'ım! Sıkıntımın çaresini Hz. Peygamberinin lisanı üzerine indir!".
Bunun üzerine bu feryat esas yetkili makama ulaşmış ve her zamanki gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)'e vahiy gelmişti. Nüzul tamamlanınca Hz. Peygamber (s.a.v) ona : "Ey Havle! Allah (cc) seninle Evs hakkında Kur'an (âyeti) indirdi." buyurdu Ve şu âyet-i kerîmeyi okumaya başladı: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah (cc)'a şikâyette bulunan kadının sözünü (feryadını) Allah işitmiştir"[4]. Devamındaki âyetlerle de bu konuyla ilgili düzenleyici hüküm getirilmiş¸ zıhar yapanın belli bir keffâret ödeyerek hanımıyla evlilik hayatına devam edebileceği karara bağlanmıştır.
Sa'd b. Rebî'in hanımının feryadı:
İslâm'dan önce Araplar kız çocuklarına mîrastan hisse vermezlerdi. Mîras erkek çocuklara kalırdı. Bunun dışında birisine veya başka bir yakınına mal bırakılmak istenen kimseler vasiyette bulunurlardı. Rivayet edildiğine göre; Sa'd b. Rebî' (r.a.) Uhud savaşında şehid düşmüştü. Geride iki kız evlat¸ bir erkek kardeş ve bir de zevcesini bırakmıştı. Malının tamamını kardeşi almıştı. O zamanlar sadece erkekler mîrasçı olabiliyor¸ kadınlar mîrastan bir şey alamıyorlardı. Ancak ortada ciddi bir mağduriyet¸ zalimce bir anlayış ve uygulama vardı.
Bunun üzerine Sa'd'ın hanımı Rasûlullah (s.a.v.)'a gelip şöyle demişti: "Ya Rasûlallah! Şunlar Uhud harbinde şehid düşen Sa'd'ın iki kızıdır. Babalarından kalan malın tamamını amcaları aldı. Malları olmadan da kimse bunlarla evlenmez". Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) da ona; "Dön bakalım. Umarım ki¸ bu mes'ele hakkında Allah (c.c) hüküm verecektir." buyurdu. Bu hanım sahâbînin feryadı da ulaşması gereken makama ulaşmış¸ asırların hukuksuzluğuna son verecek mîras hükmünü bildiren âyetler[5] nâzil olmuştu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) o iki kızın amcalarına haber salarak; "Malın üçte ikisini o iki kıza¸ sekizde birini annelerine ver. Kalanı da senin olsun." buyurdu ve bu İslâm tarihinde taksim edilen ilk mîras oldu[6].
Bu iki olay¸ sağlam yollarla bize nakledilmiştir. Her ikisi de toplumdaki özellikle kadınları ilgilendiren hukuksuzluğu ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bizim en önemli rol modelimiz olan Hz. Peygamber (s.a.v) ve onun eğitiminden geçen sahâbî hanımlar bu olayların kahramanlarıdır. Buradan almamız gereken en önemli mesaj şudur: Maddî ve mânevî dertlerimizin ve sıkıntılarımızın öncelikli çözümü inandığımız değerlerde yer almaktadır. Bunun dışında aranan yanlış yollar çözüm yerine hüsran getirebilir.
[1] 50/Kâf¸ 16.
[2] 2/Bakara¸ 186.
[3] 2/Bakara¸ 216.
[4] 58/Mücâdele¸ 1.
[5] 4/Nis⸠11-12.
[6] Buhârî¸ "Vasâyâ"¸ 6; Tirmizî¸ "Ferâiz"¸ 3.
Abdullah KAHRAMAN
YazarYüce dinimiz İslâm’ın insanlığa getirdiği en temel değer insanı muhâtap alması, onu merkeze koyması ve insan şahsiyetini korumasıdır. Tîn Sûresi’nde insanın en güzel surette yaratıldığını ifade eden Y...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
İslâmî birliğin oluşumunda kardeşliğin merkezî bir rolünün olduğu mâlumdur. İslâm gelmeden önce onun ilk muhâtabı olan Arap toplumunu bir arada tutan birtakım değerler elbette vardı. Ancak İslâm geldi...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Gerçek ve olması gereken dengeli dindarlık, dinin hedef ve misyonuna uygun ve dinen olması gereken boyutlarıyla kabul edilip yaşanması olduğu halde, zaman zaman dindarlık algısında ve tezâhürlerinde d...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Din, inanç, ibâdet ve muâmelât hükümlerinden meydana gelen İlahî bir yapıdır. İnanç ve temel ibâdetler ve bu ibâdetlerin oluşturması gereken ahlâkî erdemler Yüce Allah’ın bütün peygamberlerine vahyett...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN