Kültür Dünyamızdaki Kur’ân Motifleri
Bu başlık, bizim yıllar önce yaptığımız bir kitap çalışmasının başlığıdır. Bu çalışmamızda biz kültür dünyamıza damgasına vurmuş dinî motifleri ve bunların başında da Kur’ân izlerini tesbit etmeye çalıştık. Yaptığımız çalışma sonunda binden fazla âyetin mîmârî, edebî, kültürel hayatımıza damgasını vurduğunu örnekleriyle tesbit ettik.
Cami, medrese, çeşme, türbe, han-kervansarayla mîmârî hayatımız; deyimler, şiirler, yüzükler, sancaklar, silahlar, paralar, hat levhaları, kitap-cilt kapakları ile sosyal ve kültürel hayatımız… Bu kullanımların kimi doğrudan âyetler yahut âyet cümleleriyle olmuş; kimi de âyetlerden çıkarılan mânâlarla olmuştur.
Kim ne yaparsa yapsın, ne kadar inkâr ederse etsin, ne kadar görmezden gelirse gelsin bizim kültürümüzü İslâm’dan, onun iki temel kaynağı Kur’ân ve Sünnet’ten soyutlayamaz. Zira bu cennet vatanı, bu kadar özel ve güzel kılan İslâm mührüdür.
Anadolu’nun fethedilmesi ve bu topraklar üzerine asırlar boyu süren huzur, sürur ve onur medeniyetinin kurulması İslâm ile olmuştur. Onun sırf Allah’ın rızâsını kazanma tutkusuyla yapılan cihad ve fetih anlayışı, bu uğurda herhangi bir dünyalık beklemeden şehâdet ve gâzîlik aşkıyla yapılan akınlar, gayretler, koşturmalar bu konuda başat etken olmuştur.
Gelinen noktada bu millet, İslâm’ı koruyanlardan olmuş; İslâm da bu milleti korumuş ve izzetle bu günlere gelmesini sağlamıştır. Bu milletin keskin kılıcını İslâm, kendi özgün hedefleriyle yoğurmuş ve yönlendirmiştir.
Bizim insanımız “Nasrum minallâh ve fethun karîb ve beşşinri’l-mü’minîn/Yardım Allah'tandır ve fetih yakındır. İnananlara müjdeler olsun.”[1]; “İnnâ fetehnâ leke fethan mübinâ/Şüphesiz Biz sana açık bir fetih müyesser kıldık/kılacağız.”[2] âyetleri yazılı bayraklarla yollara dökülmüş, cepheden cepheye, fetihten fetihe koşmuştur.
Bu âyetler okunarak hay kudümünü çalan mehter onları coşturmuş ve bu yolda mücâhidleri, kesintisiz bir şekilde cepheden cepheye koşturmuştur. Onlar bu koşturmalarının gayesini en üst düzey sultanlardan birinin terennümü ile şu cümle ile belirleyerek hedef sapmasının önüne geçmesini bilmişlerdir: “İmtisâl-i Câhidû fillah’ oluptur niyetim/Din-i İslâm’ın mücerred gayretidir, gayretim.” (Sultan Fâtih)
Anadolu Fâtihi Sultan Alparslan’ı bu yola baş koyduran azim, cihad öncesi kılınan Cuma namazından sonra askerlerine söylediği şu sözlerde gizlidir:
“Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için duâ ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım ya şehit olur cennete girerim. İşte şehitlik kefenim, savaş meydanında ölürsem beni bu elbise ile gömersiniz.”
Osmanlı’yı kuran Edebâlî Medresesi’nden mezun olmuş Osman Bey’de bu rûh, “Kur’ân Mushafı asılı olan odada ben ayaklarımı uzatarak yatıp uyuyamam.” şeklinde tezâhür etmiştir.
Bu koşturanları coşturma amacıyla okunan Mevlânâ Mesnevîsinin bir adı da “Mağz-ı Kur’ân/Kur’ân’ın özü”dır.
Şairler bu cennet vatanı tasvir ederken bu gerçeği şu şekilde terennüm etmişlerdir:
Âyât-ı hikmet var kitâbesinde,
Bir ders-i ibret var hitâbesinde;
Bağ-ı cennet olan harâbesinde,
Tekbîr sedâları artık bunalmış.
(Rızâ Tevfik, Serâb-ı Ömrüm)
Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer;
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer!
Dışı baştanbaşa bir nesl-i kerîmin yâdı,
İçi boydan boya milyonla şehîd ecsâdı.
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı…
( Ersoy Mehmet Akif, Safahât, s, 151.)
Biz kısık sesleriz, minareleri,
Sen ezansız bırakma Allah’ım.
Bizi sen, sevgisiz, susuz, havasız,
Ve vatansız bırakma, Allah’ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu/
Müslümansız bırakma, Allah’ım!
(Asya A. Nihat, Dualar ve Âminler, s, 46)
Şöyle bir bakıldığında hemen görülür ki, şu aziz vatanın dağları-taşları, âbideleri-kubbeleri, camileri-minareleri, mezar taşları-türbeleri Kur’ân’ın terennüm ettiği tevhîd nağmelerini haykırırlar. Kur’ân’ın ezelî ve ebedî nurunu, zerrelerine kadar nüfûz edip ilân ettiği tevhîd gerçeğini, hiçbir kuvvet bu vatanın ve bu milletin temiz sinesinden silip atamayacaktır.
İslâm, âdetâ bu milletin varlık sebebi olmuş ve onu tarihteki o seçkin yerine oturtan en önemli faktör olmuştur. Dün olduğu gibi bugün de dünyanın dört bir yanında Türk olmak, Müslüman olmakla eş değerde sayılmaya devam etmektedir. Bu sebeple, Türk Milletini İslâm’dan koparmak hiçbir zaman mümkün olmamıştır.
Meselâ bu millete mensup olan biri, dinin en önemli şiarından olan ezan sesini duyduğunda oturuşunu düzeltir, ağzındaki sigarasını atar ve kendine çeki düzen verir. Benzeri şeyler Kur’ân okunurken ve dinlenirken de yapılır.
Aynı şekilde bir Türk, Dininin Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in adını saygıyla anar ve onun adını anarken sağ elini göğsüne götürerek lisan-ı hâl ile ”Kalbimizdesin.” der. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in doğumundan vefâtına kadar bütün hayatını konu alan mevlid; doğum, ölüm, sünnet, askerlik, düğün ve benzeri pek çok merasimde okunarak her vesileyle Peygamber (s.a.v.) anılmaya ve hep gündemde tutulmaya çalışılır.
Mevlidde onun doğumunu anlatan dizeler okunurken, bir büyüğün karşılanışında yapıldığı gibi ayağa kalkılarak, âdetâ yeni dünyaya gelen Muhammed (s.a.v.)’e, “Buyur-hoş geldin dünyamıza!” denilir. Yine onun sakal-ı şerifi Anadolu’nun dört bir yanında elden ele dolaşır, saygıyla öpülür ve muhâfaza edilir. Ona âit olduğu kabul edilen birtakım eşyalar ‘Mukaddes Emânetler’ adı altında asırlardan beri bu milletin bağrında korunur.
Yine Müslüman Türk, Peygamber (s.a.v.)’in ismini çocuğuna koyarken, çocuğun kötü biri olması ihtimalinde ilerde hırsız, soysuz gibi kötü bir sıfatla anılması durumunda, bunun Peygamber (s.a.v.)’in ismine saygısızlık olacağı düşüncesiyle Muhammed ismini değil, Osmanlıca aynı yazılışta ama farklı okunan ‘Mehmed’ ismini tercih eder. Bu uygulama da yalnızca bu azîz millete mensuptur.
Genel olarak bu milletin bütün fertleri birer ‘Mehmetçik’ yani, küçük birer Muhammed’dirler. Özel olarak da hemen her Türk evinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yahut aile ve ashabının isimlerinden bir isim bulunur. Ahmet, Mehmet, Mahmut, Mustafa, Gül, Gülizar, Güllü, Gülşen, Songül, İlknur, Ayşe, Hatice, Fatma, Betül, Hasan, Hüseyin, Ali, Ömer, Osman... gibi.
Hakkında açık bir nass/âyet-hadis olmadığı hâlde, belki de sadece bu milletin çocukları Kur’ân Mushaf’ını belden yukarda taşır, okurken yüksek rahlelere koyarak onu okur, Anadolu’da her evin başköşesinde mutlaka bir Kur’ân Mushaf’ı bulunduğu gibi, kızların çeyizlerinde mutlaka bir Mushaf bulunur. Her Müslüman Türk, imansız, Kur’ân’sız olmanın bahtsızlık olduğunu iyi bilir ve dualarında bu duruma düşmemek için sürekli Allah’a yalvarır.
Eskiden beri Anadolu’da hemen her evin yahut her işyerinin duvarını, Besmele, “Mülk Allah’ındır.”, “Allah’ın dediği olur.”, “Rızık Allah’ındır.”, Allah dilerse olur.”, “Allah mübârek etsin.”, Allah, Muhammed… gibi bir dinî cümle yazılı hat tabloları süsler.
Bunlardan birini evde yahut işyerinde bulundurmak, âdetâ o evi yahut iş yerinin olmazsa olmazıdır. Her Osmanlı Türkünün evinde Peygamberimiz’in ismi ve güzellikleri yazılı bir levha olan Hılye-i Şerîfe asılı olur ve bu levhadaki bilgiler sık sık okunarak Peygamber özlemi tazelenir.
Bunun yanında atasözlerimiz, deyimlerimiz, dualarımız, türkülerimiz, bilmecelerimiz bile İslâm motifleriyle bezenmiş, nakış nakış işlenmiştir. Kısaca edebiyatımız, sanatımızın hemen her alanında dinî motiflere rastlamak mümkündür. Sözgelimi mîmârî yapılarımızın süslenmesinde âyet ve hadisler çok önemli yer tutarlar.
Dinî motifler yalnızca camilerde sınırlı kalmamış, camiler yanında evler, hanlar, türbeler, çeşmeler, âlet ve edevatlar da aynı şekilde bundan nasibini almıştır. Ve yazılan her yazı, yazıldığı yerle, o yerin konum ve önemiyle bağlantılı bir biçimde en güzel şekilde özenle yazılmıştır. Bu şekilde hem mîmârî eserler süslenmiş, hem de hat ustaları yerli yerince ibareleri yazarak dinî bilinç düzeylerini ve güzel yazı yazma mahâretlerini ortaya koymuşlardır.
Kısaca söylemek gerekirse, kültürümüzün en temellerinden biri Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân, millet olarak bizim taşımız-toprağımız, ekmeğimiz-aşımız, huyumuz-suyumuz, yolumuz-yöntemimiz ve her şeyimiz olmuştur. Beşikten mezar taşına kadar her şeyde, hayatın her alanında onun izlerini görmek yahut başkalarına göstermek istemişiz sürekli.
Bunun için de ondan bir şeyleri, uygun düşen her şeye yazmak-kazımak ihtiyacı duymuşuz. Bu, biraz da bütün bu alanlarda ona göre yaşama ve yapıp ettiğimiz hemen her şeyi ona dayandırma, onda mesnedini bulma arzusundan kaynaklanmıştır. Kamu hizmetlerinde önemli görevlere başlarken yemin etme söz konusu olduğunda bayrak ve silah yanında Mushaf da en başta yer almıştır.
Bir deyimimizde kendisini bulduğu gibi, yapıp ettiğimiz her şeyin Kitap’tan yerini bulmak, Kitabına uydurmak istemişiz hep. İpe sapa gelmez işler yapanlar için ‘kitapsız’ tabirini kullanır olmuşuz. Şairin dediği gibi Allah’ın Kitabı bizim her şeyimiz olmuştur; “Hasta olsam, ilâcım, çorbam, sütüm o Kitap/ Suda mantarım, gökte paraşütüm o Kitap.”[3]
Gerçekten de bu milletin dualarını o Kitabın duâ örnekleri süslemiş, bu insanlar hastalıkları için bir taraftan tedavi olurken, bir yandan da o Kitabın şifa âyetlerinde devâ aramıştır. Evet bu, hep böyle olmuş ve böyle olmaya da devam edecektir. Çünkü bu millet, Kitaplı olmaktan bir zarar görmemiştir.
Bu yüzden dilimizde ‘Kitapsızlık’ olumsuz anlam ifade etmektedir. Kitaplı olmak ve bunun Kur’ân gibi bir kitapla olması, bu millet için önemli bir ayrıcalık ve üstünlük sebebidir.
[1] 61/Saf, 13
[2] 48/Fetih, 1
[3] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s, 364.
Ali AKPINAR
YazarOsmanlı Hanım Sultanlar, hayırsever tabîatlı, vakıf rûhlu diğerkâm insanlardı. Hayatları boyunca sahip oldukları taşınır taşınmaz maddî varlıkların ekseriyetini Hak rızası için âmme yararına cömertçe ...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Yüce Allah Tahrim sûresi 66. âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:﴿يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنْفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ...
Yazar: Mehmet SOYSALDI
Atalarımız İslâm dâiresine girdikten sonra ortak mirasa elden geldiğince katkıda bulunmaya çalışmış; bu medeniyeti geliştiren üç büyük milletten biri olmuş; İslâm inancının neticesi olan insan merke...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Eğitimi genel olarak “insanı terbiye etme sanatı” olarak tabir edebiliriz. Eğer insan bir eğitimden geçmezse hakîkî mânâda insan olması ve Hz. Âdem vasfıyla “adam” sırrına tam olarak ermesi mümkün olm...
Yazar: Süleyman DOĞAN