Rûhânîliğin Doğduğu Yer: Mânevî Kalb
Arapça bir kelime olan “kalb”, sözlükte, insanın yolunu ve elbisesini değiştirmesi gibi, bir şeyi bulunduğu hâlden bir başka hâle çevirmesi mânâsına gelir.[1] İnsan aklının değiştiriciliği gibi mânevî anlamda kalbin de değiştiriciliği ve dönüştürücülüğü vardır.
Maddî kalbin, vücutta kan dolaşımını gerçekleştirdiği gibi, mânevî kalbin de irâde, idrak, duygu ve bilgi gibi mânevî dinamikleri aksiyon hâline çevirmesinden dolayı her ikisine de müşterek olarak “kalb” ismi verilmiştir. Rabbânî ve rûhânî latîf bir özellik taşıyan mânevî kalp ile cismânî kalp arasında yakın bir ilişki vardır.
Mecâzî anlamda beden ülkesinin başkenti konumunda bulunan mânevî kalp, âlim ve ârif nitelikler taşır. Organlar da başkentten gelecek bu niteliklere göre hareket eder. İrfan ehli buna “hakîkat-i insâniyye”, filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir. İnsanın asıl hakîkati de işte bu kalptir.
Bu yönüyle insana “âlim”, “ârif” ve “müdrik” denilmiştir. Allah’a muhatap olan, sorumlu tutulan, cezâ gören ve ödül alan bu nûrânî cevherdir.[2] Gazzâlî’nin (v. 505/1111) bu yorumundan anlaşıldığına göre asıl kalp, Türkçede “yürek” dediğimiz et parçası değil, beş duyu organımızın anlayamayacağı Allah’ın sırlarından bir sır olan ilâhî bir letâfettir.
İşte bu kalbin orijinal vazifesi, kıyas ve istidlâl metotlarını kullanmadan; sezgi, keşif, ilham ve ferâset yoluyla aklî hakîkatleri algılamaktır. Nitekim hayatının önemli bir dönüm noktasında rûhî ve ilmî düzeyde bir inkıraz hâli yaşamış olan İmam-ı Gazzâlî, Allah’ın kalbine attığı bir nurla bilgilerinin yeniden geldiğini, nefsinin sıhhat ve itidale dönerek krizden kurtulduğunu söyler.[3]
İslâm’da akleden bir kalpten bahsedilir. Nitekim şu âyette hem maddî ve hem de mânevî kalbe birlikte değinilir:“(Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.”[4]
Âyette belirtildiği gibi, mânevî anlamda asıl körler, kalp gözlerini kaybedenler; tarihi basîretle incelemeyip, tarihî olaylar üzerinde düşünmeyen, bu yüzden de geçmiştekilerin işledikleri hataları tekrar edenlerdir. Hâlbuki akıllı kimse, geçmişten ibret alır ve aynı hatalara düşmez.
Kalbi diri tutmanın yolu, tefekkürden geçer. Tefekkürden yoksun olan bir kalp ve akıl ise, kendi kendini kilitlediği için düşünce ve bilgi üretemez. Kur’ân-ı Kerim’de bu tür akıl ve kalp sahipleri şöyle ilzâm edilir: “Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli midir?”[5]
Hiç şüphesiz mekânsız olan rûhânî kalple, “yürek” dediğimiz cismânî kalbin işlevsel hâle gelebilmesinin yolu aralarında düşünce üretmelerine bağlıdır. İnsan bedeninde cismânî kalbin yeri ne ise, rûhta da rûhânî kalbin yeri aynıdır.[6] İnsanın terakkî etmesi seyr ü sülûk vasıtasıyla mânevî kalbinin çalıştırılmasına bağlıdır. Ancak böyle bir kalp sahibinin, Allah’ın adı anıldığında yüreği titrer, O’nun âyetleri okunduğu zaman imanı artar ve Allah’a olan sonsuz güveni mesafe kaydeder.[7]
Kur’ân-ı Kerim’e göre mânevî ya da rûhânî kalp tektir, ancak bu kalpten iki tezâhür ortaya çıkabilir. Bunlardan birisi hastalıklı (marazî) kalptir. Bir diğeri de sağlıklı ve temiz olan kalb-i selîmdir. Kur’an-ı Kerim’de bu her iki kalbe de işaret edilir. Hastalıklı kalple ilgili şöyle buyrulur: “Kalplerinde bir maraz (hastalık) vardır da Allah onların marazını artırmıştır ve yalancılık ettikleri için bunlara elîm bir azap vardır.”[8]
Bu âyette geçen ‘maraz’ sözcüğü, mânevî hastalık anlamında, insanın, bilme, aklını kullanma, anlama ve tefekkür gibi melekeleri yok sayarak peşin ve önyargılı karar vermesini ifâde eder.[9] Hastalıklı kalp sahipleri hakîkat-i Muhammediyyeyi diliyle ikrâr ettikleri hâlde kalpleriyle yalanlayan münafıklardır.[10]
Bu kimseler, “Benim kalbim çok temiz, insanları seviyorum ve onlara yardım etmeye çalışıyorum.” dese de bu durum onları hastalıklı kalp sahibi olmaktan kurtaramaz. Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen bir rivâyette kalbin; kalb-i sakîm ve kalb-i selîm yönlerine dikkatlerimiz çekilir:
“Dikkat ediniz! Bedende bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur; bozuk olursa bütün beden de bozulur. İşte o kalptir.”[11] Aynı zamanda bu rivâyette, kalbin sıhhati için çabalamaya ve onu mânevî anlamda bozulmaktan korumaya bir uyarı yapılmaktadır.
İslâm irfan geleneğinde mânevî kalp, rûhânîliğin doğduğu yerdir. İnsanda mânevî inkişâfın oluşabilmesi için hastalıklı kalbin tedavi edilerek sağlam/selîm bir kalbe dönüştürülmesi gerekir. İşte kalbin ikinci tezâhürü de bu selîm kalptir. Kur’ân-ı Kerim’de “kalb-i selîm” tabiri iki yerde geçer.
Bunlardan ilkinde, “İnsanların diriltileceği gün ve Allah’a temiz bir kalple gelenler dışında malın da çocukların da fayda vermeyeceği gün beni mahcûp etme!”[12] buyrulurken, bir diğer âyette de, “O (Hz. İbrahim) tertemiz bir kalple Rabb’ine yönelmiştir.”[13] buyrulur.
Bu her iki âyette geçen ve “temiz kalp” olarak çevrilen “kalb-i selîm”; şirk ve şüpheden arınmış, iman esaslarına samîmiyetle inanmış, kötülüklerden korunmuş, sünnete gönülden bağlı, her türlü bid’at ve hurâfeden uzak duran, mal ve evlât sahibi olmaktan dolayı şımarmayan bir kalptir.
Bir başka ifâde ile kalb-i selîm; tevhidle çelişen şirkten, sünnetle çelişen bid’at ve dalâletten, ihlâsla çelişen hevâdan, zikirle çelişen gafletten arınmış bir kalptir. Hakîkî anlamda kalb-i selîm sahipleri de İslâm’ı ihsan mertebesinde yaşayan muttakî mü’minlerdir.
Bunlar, her biri nazargâh-ı ilâhî olan kalplerini emrâz-ı bâtıniyyeden olan; kin, hile, öfke, gösteriş, haksızlık, kıskançlık, aşırı derecede dünya sevgisi, yalan, şirk gibi hastalıklardan arındırmış, bütün benliklerini Yüce Allah’a teslim etmiş kimselerdir. İşte İslâm dininin varoluş amacı, insanların ve tüm canlıların kendisini güvende hissettiği kalb-i selîm mü’minleri yetiştirmektir.
Sonuç olarak kulluğun zirvesi, kalb-i selîm mertebesine ulaşmaktan geçer. Onun için de kalbin mânevî anlamda arındırılma işlemine tâbî tutulması gerekir. Bunun abc’si de kişinin ilâhî bakışa mahal olan kalbini; şirk, riyâ, küfür, nifak, süm’a (duyurma), yanlış inançlar ve fenâ huylar gibi Allah’ı anmaktan alıkoyacak şeylerden arındırmaktır.
Arındırma faaliyeti kalbin fiillerindendir. Bundan dolayı bedenin fiillerine zâhirî, kalbin fiillerine de bâtınî ameller denilir. Bu mânevî terbiyenin ilk basamağı, nefsi ıslah etmektir. Bunu da ancak, nefsimizi ıslah ederek, itikâdî alt yapıyı sağlam bir şekilde inşâ ettikten sonra, günahlardan uzaklaşıp, iman ve amel bütünlüğüne dayalı samîmî bir dindarlığı ortaya koymakla başarabiliriz.
[1] İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul: Kahraman Yayınları, 1986, s.620.
[2] Bkz. Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, (thk. Ebû Hafs Seyyid b. İbrahim b. Sâdık b. ‘Imrân), Kahire, 1994, III, 3-5.
[3] Bkz. Gazâli, Ebû Hâmid Muhammed, el-Munkızu mine’d-Dalâl, (çev. Hilmi Güngör), İstanbul, 1990, s. 20.
[4] 22/Hacc, 46.
[5] 47/Muhammed 24.
[6] Bkz. Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Eser Yayıncılık, 1979, I, 211.
[7] Bkz. 8/Enfal, 2.
[8] 2/Bakara, 10.
[9] Nesefî, Ebu’l-Berekât, Tefsîru’n-Nesefî, İstanbul, 1984, I, 19.
[10] 2/Bakara, 14.
[11] Buhârî, İman, 39; Müslim, Musâkât 107.
[12] 23/Şuarâ, 87-89.
[13] 37/Saffât, 84.
Ramazan ALTINTAŞ
Yazarİstanbul'un fethi, Türk tarihinin en önemli olaylarından biri olarak kabul edilir. Bu zafer, Malazgirt Meydan Muharebesi'ni dahi geride bırakarak Türk milletinin en şerefli hâdiselerinden biri olarak ...
Yazar: Kemal DEMİR
Niyâzî-i Mısrî (1618-1694)Yine dil na’tini söyler MuhammedDil ü cân mülkünü söyler MuhammedNe kâdirim seni medhetmeye benKemâl-i medhi Hak söyler MuhammedSen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûkSenin medh...
Yazar: Vedat Ali TOK
Bugünkü Gönül Coğrafyamız Mevcut Coğrafyamızdan Çok Daha GeniştirBugünkü bilinen sınırlarımızdan öte, bizim bir de sınır tanımayan gönül coğrafyamız vardır. Gönül coğrafyamız mevcut coğrafyamızdan çok...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Şiâr, sözlükte, “bir şeyin kendisine özgü niteliklerine kılavuzluk eden alâmet, nişan, sembol, parola” anlamlarına gelir. Çoğulu, şeâir olup, bir şeye alem kılınan, bir şeyle alâmetlendirilen he...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ