İlim Adamlarının Penceresinden Hakiki Aşk
İnsanı yaratıcısına lâyık bir kul olarak muhâtap eden aşk hususunda Ali Nihat Tarlan mecazla hakîkatin farkını şu veciz sözleriyle ifade eder: “Şeriatte asıl olan akıldır. Tarikatta aşktır. Akıl, mâsivâ yani kesret âleminde yaşamanın yollarını gösterir. Aşk ise “mâverâ” yani vahdet âleminin idrâki içindir. Akıl; mahduttur, aşk; sonsuzdur.”[1], “aşkın gayesi vahdete erişmektir.”[2] Bu ifâde, aşkın hedefini, âşığın varmak istediği menzili apaçık göstermektedir.
İlâhî aşkı anlatırken çoğu zaman sembolik bir dil kullanan şairler beşerî bir “güzel”i anlatıyormuş izlenimi verirler. Reynold A. Nicholson bu konuda İbn Arabî’yi örnek gösterir: “Arapların yetiştirdiği en büyük mutasavvıf İbnü’l-Arabî, bazı şiirlerini, sevgilisinin güzelliklerini yazdığı ithamını reddetmek amacıyla onlara bir de şerh yazmak zorunda kalmış.”[3]
Nicholson bu durumu şöyle açıklar: “Ortaçağın büyük sûfîlerinin çoğu, Allah ile mest olarak, Allah’ı hayal ederek evliya hayatı yaşamışlardır. Hayallerini anlatmaya çalışınca, kendileri de birer insan oldukları için, insanların dilini kullanmışlardır.”[4]
Hucvurî ilâhî aşk kavramını şu cümlelerle dile getirir: “Kulun Allah aşkı, mü’minin kalbinde tazim ve ihtiram şeklinde ortaya çıkan bir keyfiyettir; böylece o, ma’şûkunun hoşnudluğunu arar ve onu/görmek arzusuyla huzursuz olur, sabırsızlanır. O’ndan başka hiçbir şeyle huzur duymaz.
O’nu zikrederek mârifeti artar ve başka şeyleri anmaz olur. Rahatlık ona haram olur, huzuru yitirir, bütün alışkanlık ve alâkalardan sıyrılır ve nefsânî arzularını terk eder, aşk meclisine yönelir, aşkın kanununa baş keser ve Allah’ı Allah’ın kemâl sıfatları ile bilir.”[5]
Nicholson, Seriyyü’s-sâkatî’nin Cüneyd’e aşkın mahiyetini sorduğunu ve Cüneyd’in şu cevabı verdiğini aktarır: “Bazıları aşk bir uyum hâlidir; bazıları diğerkâmlıktır (özgecilik); kimileri de şudur budur, derler.” diye cevap verdi. Seriy, kolunun derisini tuttu, asıldı, fakat deri kemikten ayrılmadı. Bunun üzerine, ‘Vallâhi bu deri, kemiğe Allah aşkı ile yapışmış deseydim, doğruyu söylemiş olurdum.’ dedi. Ve bayıldı; yüzü, ay gibi parıl parıl oldu.”[6]
Dilerseniz bazı edebiyatçılarımızın aşka dâir sözlerinden örnekler sunarak bu konuyu biraz daha açmaya çalışalım: “… kişinin önünde yalnız Allah varlığı ve içinde yalnız ilâhî güzelliğe karşı duyulan en büyük aşk vardır. Demek ki sırları çözen akıl değildir, aşktır. İlâhî kelâmın can aynasında mânâ hâline gelmesi, yani hakîkatlerin tam anlaşılması da aşkın yardımıyladır. Ancak kirlerinden temizlenmiş, her türlü paslardan arınarak sırlara aydınlanmış bir can aynasındadır ki mânâların ve gerçeklerin çehresi tam görünür.
İlâhî güzellik ve bu güzelliği kelâm hâline koyan Allah’ın güzel adları, bize mânâ yıldızlarıdır. Yıldızları bilmek ve iyi görmek için nasıl gözden üstün bir âlete ihtiyaç varsa, ilâhî sırları bilmek ve hakîkat nûrunu görmek için de daha gerçek bir aşka ihtiyaç vardır.”[7]Allah’a varmak için iki yol vardır.
Cüneyd-i Bağdâdî (öl.909), “sahv” (ayıklık, aklı başında olma) yolunu seçerken Bâyezîd-i Bistamî (öl.848) “sekr” (sarhoşluk, kendinden geçme) hâlinin gerekliliğini ileri sürmüştür. Bâyezîd’e göre “sahv” yani aklın rehber edilmesi, insanlık sıfatlarının sürmesi demek olup bu ise insan ile Allah arasındaki en büyük engeldir.
Allah’a ulaşmak için akıl ve iradenin terk edilmesi, insanî sıfatlardan arınılması, “sekr” yani sarhoşluk, çılgınlık, kendinden geçme yolunun seçilmesi gerekiyordu. Bu yolun mânevî hâllerini tarif etmek için aşk şaraba, bu şarapla kendinden geçen sûfînin hâli ise sarhoşluğa benzetildi. Bu yolun mânevi duygularını ilk hissetme hâli zevk “tatma” sonraki aşama “şürb” içme, daha sonraki aşama “sekr” (sarhoşluk, kendinden geçme) olarak adlandırıldı.”[8]
Şairler, mutasavvıfların zengin alegori dünyası içinde elde ettikleri mecaz ve istiareleri şiirlerinde kullanarak Allah’a, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e duydukları sevgiyi dile getirmişlerdir. Şiirde, şarap, kadeh, meyhane, mahbûp kelimeleri tamamen mecazî anlamlar kazanarak Allah, ilâhi aşk, tekke, mürşid-i kâmil gibi anlamlar kazanmış, “11.yüzyılda sekr ve şarap kelimelerinin yerine Farsça karşılıkları geçti.
Artık “bezm-i elest ezelî misak” şarap ve bu dünyada bunu unutma ise “humâr” olarak anıldı.” İlk kez ünlü mutasavvıf Bâyezîd-i Bistamî şarabı “aşk” anlamında kullanmıştır.”[9], “Mutasavvıf şairlerin dilinde Allah sevgili (maşûk), insan ise âşıktır. Âşığın sevgilisinden ayrılmaktan dolayı duyduğu elemin altında rûhlar âlemine duyulan özlem feryatları yükselir.
Sevgilinin acımasız bigânelik sembolü ile ifadeye gelmez güzelliğinin kısmen de olsa bir an kendilerine âşikâr olmasıyla kendilerinden geçmiş âşıklar, zaman zaman rûhlarını aydınlatan, sonra varlığı fark edilmeden kaybolan anlık parlayıp sönüşleri tasvir ederler.”[10]
Türk şairleri önlerinde buldukları Arap ve Fars şiiri örneklerinden yola çıkarak yeni bir şiir meydana getirdiler. İlk manzûmelerde taklit bulunsa da zamanla İran şairleriyle boy ölçüşecek şairler yetişti; klâsik şiirimiz millî bir kimliğe büründü. Bu şiirde işlenen en önemli tema şüphesiz aşk oldu.
Klâsik şiirimizde aşk, Tanzimat Dönemi’nden başlayarak dozu artan eleştiri ve karalamaların hedefi hâline geldi. Şairlerin mecaz örtüsüne sarıp sarmaladıkları aşk ve sevgili konusunda çeşitli iddialar/iftiralar ileri sürüldü. Bu aşk ilâhî mi, beşerî mi tartışmasının yanında sevgilinin kimliği ve cinsiyeti de çeşitli isnât ve ithamların odağına yerleştirildi. Bu tartışmaları yeniden yazmanın yararı olmadığını düşünüyoruz.
Klâsik Türk şiirinde işlenen aşkın ve ayrılığından ıstırap duyulan sevgilinin mâhiyetine dair bazı bilim adamlarının düşüncelerini özet olarak sunmakla yetineceğiz. E.J.W. Gibb şöyle der: “…bu şiir his ve his ötesi arasında akıp gider; aşk ve güzellik en câzibedâr kıyafetleriyle ve en güzel biçimde sunulur, fakat bu takdim öyle mâhirâne yapılır ki, okuyucu istediği gibi yorumlamakta serbesttir.”[11]
Latifî, ünlü tezkiresinin ön sözünde insan kalbini derinden sarsan aşkı şöyle anlatır: “…güzellik ve alımlılık, çekicilik ârifle Allah arasında bir şekildir. Kuşkusuz mânâ ehli şekilde kalmayıp her güzelin yüzünde ilâhî güzelliğin pırıltılarını, mutlak güzelliğin nûrlu sırlarını seyreder.
“Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır.”[12] âyeti gereği nakşında nakkâşı ve eserinde onun yapıcısını görebilirler.”, “Aslında şairlerin mecazî şiir örtüleri ve gerçeği iltibaslarında def, ney, sevgili ve şarabı gösteren ibare ve istiareler gelirse, görünüşüne bakıp bunları şarap, dilber, kol ve boy övgüsü olarak düşünmemek lazımdır.
Tasavvuf ve gerçek bilenlerin dilinde her sözün bir te’vili ve her te’vilin bir temsili vardır. Sözün özü, ister güzelleri methetsin, isterse dilberleri övsünler; Hakk’ı görebilen gerçek erlerle, vahdete ulaşmış Allah dostlarının yolunda gidenler, bu övgü ve güzellikleri Celâl ve Cemâl sahibi yüce Allah’a ait görürler.”[13]
Ahmet Hamdi Tanpınar aşk konusuna şu tespitlerle paragraf açar: “Eski şiirimizde Garb’ın anladığı mânâda psikolojik vaziyetlerden doğan, derunî mücadelelerden, insanı talihin korkunç iradesiyle karşılaştıran terkiplerden doğmuş bir aşk yoktur. Fakat onlarda sadece insanlığa has bir meziyet olan güzelliğin elde edilmiş olmasından gelen bir beşerî aşk vardır ki, sanatta asıl istenen de odur.”[14]
Ömer Faruk Akün başka bir açıdan yaklaşarak bu derin mevzunu mecazî boyutuna ışık tutar: “Dîvân şiirinin teşrifatınca aşk şair için dışında kalınmaz, mutlaka benimsenmesi ve terennüm edilmesi mecburî bir duygudur. Şairin aşk duygusunu şiirine mihver yapması, kendini muhakkak âşık pozisyonunda göstermesi bu edebiyatın uyulması şart olan âdâbındandır… Bütün dîvân şiiri, işlediği duygu ve konulara toplu olarak bakılınca görüleceği gibi aşk konusu üzerine kurulmuştur. Merkezde sadece o vardır.”[15]
Mehmet Kalpaklı sözü aşka getirerek şu cümlelerle bağlar: “Osmanlı şiirinde anlatılan aşk, genellikle ‘gerçek aşk’ yani ‘Tanrısal aşk’tır. Doğu edebiyatının temel unsurlarından biri olan tasavvuf düşüncesinin belirlediği bu nitelik, aşkın dünyevî olanı için de aynı anlatım şekillerinin kullanılmasına izin verir.”[16] Bu aşkın kahramanları Allah-kul, mâşûk-âşık, padişah- köle olarak şiirlerde göze görünür.
A.Atilla Şentürk, “Osmanlı şiirinin tipik bir özelliği de tek bir beyitte yerine göre Allah, Peygamber, zamanın padişahı, kendisine değer verilen büyük bir insan yahut karşı cinsten bir sevgiliye varıncaya dek genişletilebilen hüviyeti meçhul, daha doğrusu herkese ve her meşrebe göre değişebilen bir sevgili yelpazesinin aynı anda oluşturulabilir olmasıdır.”[17] gibi sözlerle düşüncelerini dile getirir.
“Dîvân şairleri cinsiyeti elden geldiğince müphemleştirilen soyut bir sevgili portresi çizmekle her okuyucuya hitap edebilme gibi bir başarıyı yakalamışlardır. Ancak klâsik şiirimizin en güzel aşk şiirlerinin Hz. Muhammed (s.a.v.) için yazıldıklarını da unutmamak gerekir.
Bu şiirlerde Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün güzellikleriyle anlatılır. Yine yiğitlik sembolü Osmanlı padişahları Yavuz, Kanûnî, Yıldırım Bâyazîd için yazılan şiirlerde bu padişahlar âdetâ bir kadına yazılmış gibi övülüp tasvir edilmişlerdir.”[18]
Mustafa Uzun, klâsik şiirimizdeki aşk konusunda yukarıdakilere benzer görüşlere sahiptir: “…aşk ve muhabbetin işlendiği hemen bütün dinî ve bazı ladinî eserlerde aşk-ı hakiki, mutlak aşk, aşk-ı ilâhî adlarıyla hep Allah aşkı kastedilmiştir. Âşığın bütün merhâlelerden geçerek sonunda varacağı gerçek aşk budur.”[19]
Muhammed Nur Doğan, klâsik şiirimizdeki aşk temasını şu cümlelerle değerlendirir: “Klâsik edebiyatın temelinde bulunan tasavvufî aşkta akıl-aşk çatışması kuvvetli bir şekilde kendini gösterir. Buna göre hakîkate akıl (ilim) yolu ile değil; aşk vasıtası ile ulaşılabilir. Mutlak gerçeğe varmada akıl eksik bir vasıta, güvenilmez bir araçtır. Hakîkat yolunun yolcusu, aklı terk edip rûhunu ve gönlünü bütünü ile aşka teslim etmelidir. Ancak o zaman kapılar açılacak, vuslat gerçekleşecektir.”[20]
Osmanlı şairleri, örnek aldıkları İran şairleri gibi aşkı birtakım mecazların örtüsüne sararak ifade etmişlerdir. Bilindiği gibi ilk kez XI. yüzyılda Ebu Said Ebulhayr zülf, yanak gibi benzetmeleri tasavvufî anlamda kullanmıştır. Attâr, Abdurrahman Câmî ve Mevlânâ gibi mutasavvıflar ise ilâhî aşkı doğrudan beşerî aşk şeklinde tasvir etmişlerdir.
Yukarıda oldukça karmaşık bir manzara arz eden aşk kavramının İslâmî edebiyatlardaki gelişim çizgisini özetle sunmaya çalıştık. Bu konuda yazılanları kısaca sunarak bilim adamlarımızın görüşlerini andık. Ancak asıl üzerinde durulması gereken başkalarının yorum ve değerlendirmeleri değil, bizzat şairlerimizin bu konuda neler söyledikleridir.
Dikkat edilirse genel olarak mecaz köprüsünden geçilen bir hakîkî aşk tarifi yapıldığı görülür. Tanımlanan bu aşk, kalbi mâsivâ kirlerinden arındırır, âşığı mânevî miraca yükselterek Vedûd olan Allah’ın muhabbetine lâyık bir kul hâline getirir. Mecaz örtüsüne sarınan aşkın; her türlü güzelliğin kaynağı olan tecellilerinin bir belirip bir kaybolması, âşıkta “kabz” ve ”bast” hâlleri dediğimiz ıstırap ve ferah durumlarını meydana getirdiği erbabının malûmudur.
Birçok şair, aşk kavramını ya da kendi aşkını anlatırken muğlak/belirsiz bir manzara çizer; gerçekle mecaz arasına müphem bir tül perde gerer. Böyle yaparak aşkının mecazî mi hakiki mi olduğu konusunda okuyucuyu tereddüde, hayrette düşürür, hâlden hâle çevirir.
Bir bakıma okuyucuya yorumlama imkânı vererek mana zenginliğine, hayal genişliğine imkân hazırlar; okuyucunun mânevî zevk ufuklarında pervaz etmesine kapı aralar. Kimi zaman şair, belirsizliği bir kenara bırakarak aşkının ilâhî boyutlu olduğunu açık bir biçimde söyleyiverir.
Bu durumda gönül ehli şairlerin şöyle fısıldadığı duyulur: Maddî güzelliğe gönül verip kaşa, göze kirpiğe, ten rengine takılan, güneşin sudaki akislerine bakıp gerçek güneşten gaflet eden yolcu gibi hakîkî aşka ulaşamazlar.
[1]Ali Nihat Tarlan, Fuzûlî Dîvânı Şerhi, C. 1, Ankara 1985, s. 12.
[2] Tarlan, s.15.
[3] Nicholson, İslâm Sûfîleri, İstanbul 1978, age, s. 87.
[4] Nicholson, age., s. 90
[5] Nİcholson, age., s. 95.
[6] Nİcholson, age., s. 97.
[7] Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C. I, İstanbul 1971, s. 123.
[8] A. Atilla Şentürk, “Osmanlı Şiirinde Aşk’a Dair”, Doğu Batı, İstanbul 2004, S. 26, s. 57.
[9] Cihan Okuyucu, Divan Edebiyatı Estetiği, İstanbul 2004, s. 207.
[10] E.J.W. Gibb,“Osmanlı Şiirinin Hususiyetleri ve Sahası”, Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler (haz. Mehmet Kalpaklı), İst. 1999, s. 59.
[11] E.J.W. Gibb, age., s. 60.
[12] 2/Bakara, 115
[13] Mustafa İsen, “Tezkire-i Şuarâ’nın Önsözünden”, Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler, ss. 3-4.
[14] Ahmet Hamdi Tanpınar, “Eski Şiir”, Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler, İstanbul 1999, s. 78.
[15] Ömer Faruk Akün, “Divan Edebiyatı”, TDV. İslam Ansiklopedisi, C. 9, İstanbul 1994, s. 414.
[16] Mehmet Kalpaklı, “Divan Şiirinde Aşk”, Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler, s. 454
[17] Şentürk, Doğu Batı, agm., s. 62
[18] Şentürk, Doğu Batı, agm., s. 63.
[19] Mustafa Uzun, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 4. İstanbul 1991, s. 18.
[20] Muhammed Nur Doğan, “Divan Şiirinde Aşk”, Doğu Batı, yıl 7, S. 26, İstanbul 2004, s. 40-41.
Mahmut KAPLAN
YazarKlasik Türk edebiyatı, Osmanlı edebiyatı, İslâmî Türk edebiyatı, Eski Türk edebiyatı gibi değişik isimlerle anılan, Türklerin İslâm’ı seçmelerinden sonra ortaya çıkan ve hemen bütün Türk coğrafyasında...
Yazar: Mahmut KAPLAN
İnsanların sıkıntıya düştüğü, yolsuzlukların arttığı, hayhuyun ortalığı kapladığı zamanlarda mizah ve hicvin toplumda boy gösterip ortalığı kaplaması beklenirken günümüzde mizah açısından iç açıcı bir...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Elektriğin henüz evlerde olmadığı ya da kısıtlı olduğu zamanlarda radyo kullanılırdı, dış dünyayla olan tek bağlantı radyolardı. Radyolardan haberler dinlenir, Türkiye’de ve dünyada neler olup bittiği...
Yazar: Erol AFŞİN
Bütün hakikatlerin tek kaynağı ve çekirdeği olan Kur’an’ın nüzulüne şahit olduğu için Kadir gecesi Kur’an’da bin aydan daha hayırlı olarak nitelendirilmiştir. Kur’an’ın nazil olan ilk ayetleri insanlı...
Yazar: Aydın BAŞAR