Evlâd-ı Fâtihân’ın Bulgaristan’daki İzleri
Türk devletleri arasında İslâmiyet’i devlet dini olarak kabul eden ilk Türk devleti, kuzey Kafkasya’da İtil (Volga) nehrinin orta havzasında kurulan İdil Bulgar Devleti’dir. Bulgar topraklarından Abbâsî halîfesine 921 yılında bir elçi gönderilmiştir.
Gönderilen elçi Abbasî halîfesinden kendilerine İslâmiyet’i öğretecek ve İslâm’ın tebliğini sağlayacak âlimler göndermesini, camiler ve istihkâmlar yapacak ustalar görevlendirmesini, bölgede İslâm’ın neşv u nemâ bulması için ekonomik desteklerde bulunmasını talep etmiştir.
Bulgar Hanı Almış Han’ın taleplerini bu şekilde makama ileten elçi, Bağdat’ta büyük bir memnuniyetle karşılanmıştır. Abbasî Halîfesi de bu beklentileri karşılayacak bir heyet oluşturarak onları Bulgarlara göndermiştir. Elçilik heyetinin, beş bin insan, üç bin at ve ayrıca çok sayıda develerden oluştuğu göz önünde bulundurulursa, Bağdat’ın bu talebe vermiş olduğu önem daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Heyetin içinde danışman ve sekreter olarak meşhûr İbn Fadlân da yer almıştır. Elçi heyetinin Bulgar’a varmasıyla merâsim tertip edilerek, İslâm dini resmen bir devlet dini olarak kabul edilmiştir. Böylece Bulgar şehirlerinde halk artık Müslüman olmuş, buralarda cami ve mescitler inşâ edilmiştir.[1]
Balkanlarda kurulan Bulgaristan Krallığının Travnik’ten başlayan Osmanlı’ya karşı direnme hikâyesi Vidin’de 1396 yılında sona ermiş ve Yıldırım Bâyazît Han son Bulgar kalesi olan Vidin’i düşürdükten sonra bütün Bulgaristan, Osmanlı’nın Rumeli coğrafyası içinde kalmıştır.[2]
Bulgaristan sınırları içerisinde kalan şehirlerden Şumnu; eski evleri, çeşmeleri, Nüvvâb Medresesi ve Tombul Camii ile bugün bile Osmanlı şehri havasını nisbeten korumuş bir şehirdir. Sultan Abdülaziz Dönemi’nde müstakil bir vilâyet hâline getirilen ve Mithat Paşa’nın vali olarak tayin edildiği Rusçuk şehri ise Osmanlı izlerini hâlen devam ettiren bir başka huzûr iklimidir.
Mithat Paşa, Rusçuk’ta demiryollarının inşâ edilmesine öncülük yapmış, Rusçuk’un îmârına katkı sağlamış ve bölgenin kalkınması için önemli hizmetlerde bulunmuştur. Rusçuk, Tuna Nehri boyunca büyüdükçe büyümüş bir Balkan kasabasından çok, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir Orta Avrupa şehrine dönüşmüştür.
Osmanlı yetkililerinin Alemdâr Mustafa Paşa gibi meşhûr bir ihtilâlciye emânet ettiği Rusçuk, Mithat Paşa’nın valiliği sırasında husûsî kâtipliği ve orada çıkardığı Tuna gazetesinin editörlüğünü yapan Ahmet Mithat Efendi ile de hatırlanan bir şehirdir.[3] Rusçuk, Deliorman’a yakınlığı ve Romanya’ya bir geçit yeri olduğundan Evlâd-ı Fatihân’ın diyârı olma husûsiyetini korumuştur.
Vidin’de Pazvantoğlu ve Lofça’da Ahmet Cevdet Paşa gibi önemli şahsiyetleri çıkaran Kuzey Bulgaristan aynı zamanda Anadolu’daki bir başkaldırı hareketinin de sığınak yeri olmuştur. Rumeli’de Selanik nasıl Sabetay Sevi Hareketi’nin, yani dönmelerinin sığınma yeri olmuşsa Deliorman da Anadolu’dan kaçan Bedreddin Simavî müntesiplerinin sığınma yeri olmuştur.
Balkanlar ve Deliorman’da Anadolu kökenli Bedreddin Simavi Hareketi’nin önemli merkezleri hâlâ bütün canlılığı ile ayaktadır. Özellikle Deliorman’daki Demir Baba Türbesi önemli bir ziyaretgâh olup bölge Müslümanlarının etnik ve dinî kimlikleri ile sosyolojik miraslarının günümüzdeki çok canlı mekânıdır. [4]
Eskiden büyük bir hareketliliğe sahip olan ve Evliya Çelebi’nin ballandıra ballandıra anlattığı Akyazılı Sultan Bektâşî Dergâhı’nın günümüzde esâmesi okunur ama cesâmetinden eser yoktur. Külliye niteliğindeki büyük ve çok yönlü fonksiyon icrâ eden bu Bektâşî Dergâhı’nın geride sadece kesme taştan yapılmış türbesi ve duvarlarının kalıntıları arasındaki bacası kalmıştır. [5]
Akyazılı Sultan Türbesi, Bulgaristan’daki Dobruca diyarının güneyinde yer almaktadır.[6] Bugünkü ismi Obraşişte olan Tekkeköy’ün sağ tarafında bulunan tekke bugün büyük bir bahçe içerisinde ve harap olmuş bir bina görünümündedir. Köyde 15-20 kadar Türk hane kalmış ve eskisi kadar olmasa da türbe hâlâ ziyaret edilmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar Romanya’ya ait sahanın içinde kalan tekke, Bulgarlar tarafından önce çatısına bir haç asılarak daha sonra da gereken ilgi gösterilmeyerek harap edilmiştir. Akyazılı Sultan; Kızıl Veli, Otman Baba, Hacı Bektaş-ı Velî, Seyit Gazi Tekkeleri gibi Bektâşî-Kalenderî Tekkesi’dir.
Evliya Çelebi Akyazılı Sultan’ı Ahmed-i Yesevî’ye bağlamakta, onun Hacı Bektâş-ı Velî’nin halîfelerinden olduğunu söylemekte; önce Bursa’ya, oradan Rumeli’ye geçtiğini bildirmektedir. On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda Rumeli’deki Osmanlı nüfûzunun yayılışını gerçekleştiren önemli merkezlerinden biri olarak Akyazılı Sultan Âsitânesi dikkat çekici genişlikteki külliyesi ile göz doldurmaktadır.
Akyazılı Âsitânesi, şimdiki hâliyle başlıca iki yapıdan meydana gelmektedir. Bunlardan birincisi türbe, diğeri ise harâbe hâlinde olan kârgir tekke binasıdır. Türbe çok temiz işçilik ve muntazam kesme taşlardan inşâ edilmiş heybetli bir yapıdır. Türbe binası daha alçak bir giriş binası ile esas türbe binasından, yani birbirine bitişik iki kısımdan ibarettir.
Plân bakımından türbe “7” köşe olarak inşâ edilmiştir. Türbe sade bir mîmârîde yapılmış, sadece kapılar tezyînâtla zenginleştirilmiştir. Türbenin ilerisindeki tekke binası ise uzun zamandır sadece duvarlardan ibâret kalmış ve harâbe durumdadır. Kapının karşısındaki köşede çok büyük bir ocak bulunmakta, bunun taşlarla işlenmiş bacası bir minare görüntüsünde göğe yükselmektedir.
Bektâşî ve Mevlevî tekkelerinde ateşe ve ocağa büyük önem verilişinin bir örneğini yansıtmaktadır. Bina mîmârîsinde Bektâşîlerin kutsal sayılarından biri olan “7”nin hâkim olduğu gözükmektedir. Akyazılı Âsitânesi, Bektâşîliğe çok meyilleri olan Mihaloğulları tarafından on altıncı yüzyıl başlarında yapılmıştır.
Eskişehir’deki Uryan Baba, Sücâeddîn-i Velî, Deliorman’daki Demir Baba, Antalya-Elmalı’daki Abdal Mûsâ türbe-tekkeleri gibi aynı özellik ve görüntülere sahip Akyazılı Sultan Külliyesi, Hacıbektaş ve Seyit Gazi derecesinden aşağı kalmayan bir yapı olma özelliğini hâlen sürdürmektedir.[7]
İsmi Akyazı ile müsemmâ hâle gelen Hasan Demir Baba Tekkesi ve Türbesi de göz ardı edilmemesi gereken önemli bir adrestir. Demir Baba (Hasan Demir) on beşinci yüzyıl sonlarında doğmuş bir tasavvuf eridir. Babası Akyazılı Sultan dervişlerden Hacı Dede, annesi bu yöredeki tekke şeyhlerinden Turan Efe’nin kızı Zâhide Dürdâne Hâtun’dur.
Akyazılı Sultan’a intisap edip kendisinden hilâfet alan Demir Baba, kendi tekkesini kurmuş, Kânûnî Sultan Süleyman Dönemi’nde dervişleriyle beraber Rumeli serhatlerinde gazâlara katılmıştır. Çevre halkı tarafından çok sevilip sayılan, velâyetine ve kerâmetine inanılan kişi olarak Demir Baba’nın türbesi Razgrad şehri sınırları dâhilinde İsperih (Kemaller-Kemanlar) civarında bulunmaktadır.
Taş duvarlarla çevrili bir ana avlu kapısından girilen Tekke’de hemen sol tarafta Demir Baba’nın pençeleriyle açıldığı söylenen bir su kuyusu, sağ tarafta da ağaç direkleri üzerinde adakların kesildiği ve sohbetin yapıldığı bir tekke odası bulunmaktadır. Zemin katı moloz taşla örülmüş, ahşap duvarlarla üst katlarına devam edilmiş, avluya ve türbeye bakan cepheli, ahşap direkli bir sofası bulunmaktadır.
Esas türbe binası yüksek kesme taştan yapılmış külâhlı bir yapıdır. Sekizgen bir prizma biçiminde olan bu kubbe örtülü esas türbe ile piramit çatılı bir giriş bölümünden meydana gelmektedir. İçeride ışık olmayıp sadece dışarıdan, pencerelerden sızan ışıkla ilerlemek mümkündür.
Deliorman’ın bu ücrâ köşesinde yarı loş bir tarihî mekânda yol alarak sandukaya ulaşılmaktadır. Birçok türbede olduğu gibi çok uzun boylu bir sandukası bulunan, üzerinde herhangi yazı ve kitâbesi olmayan bir mekândır.[8]
Bulgaristan’da Osmanlı İnce Donanması’nın adresi Vidin olmuştur. Vidin, Tuna’nın en güzel mekânlarından ve en önemli limanlarından biridir. 93 Harbi’nde ordularımızın merkezi, İnce Donanma’mızın üssüdür. İşte bir zamanlar bizim olan Vidin, Tunaboyu’nun elden çıkan, gözden ve gönülden uzak düşen bir şehri olmuştur.
Büyük nehirler üzerinde faaliyet gösteren donanmaya deniz kuvvetlerine Osmanlı’da ince donanma denilmiştir. Daha dar ve daha ince tekerleklerden meydana gelen donanma olduğu için Vidin’deki Tuna Nehri donanmasına da İnce Donanma adı verilmiştir.
Tuna Nehri’nin en büyük ince donanma limanları Rusçuk ve Vidin limanları olmuştur. İnce Donanma’nın limanı olması dışında Vidin’in bir diğer özelliği de Rumeli âyânlarının en meşhûrlarından olan Pazvantoğlu’nun mekânı olmasıdır. Vidin bu iki Osmanlı özelliği dolayısıyla tarihte yer almış; bizim kültürümüzden, bizim coğrafyamızdan bir şehirdir.
Balkanlar’da Tuna üzerinde önemli bir liman ve geçit yeri olduğundan çağlar boyunca Romalıların, Bizansların, Sırpların, Macarların, Osmanlıların, Avusturyalıların ve tabii Rusların ilgisini çekmiş ve hâkimiyet mücâdelelerine sahne olmuştur.[9]
Günümüz Sırbistan’ının başkenti olan Belgrad, beyaz şehir ve beyaz kale anlamına gelmektedir. Güzeller güzeli olan bu şehre Osmanlı, “dâru’l-cihâd” vasfını vermiştir. Anadolu’nun Akhisarlarını ve Akşehirlerini hatırlatan bir şehirdir. Belgrad sadece Sırbistan’daki bildiğimiz o meşhûr Belgrad’dan ibâret değildir.
Rumeli’deki ikinci Belgrad, Belgradçık adıyla anılan Sofya yolundaki küçük Belgrad’dır. Üçüncü Belgrad ismiyle anılan Osmanlı şehri ise Ukrayna’da bulunan “Beograd” isimli kenttir. Bir diğer Belgrad ise Romanya’daki Transilvalya’da bulunan “Arbajulia” kentidir.
Bulgaristan’daki Belgradçık, dağlar arasında bir boğazda kurulmuştur. Şehir merkezinden biraz yukarılara çıkınca camisi ile Osmanlı mührünü yansıtmaktadır. Her ne kadar şimdi harap ve garip olsa da, bir zamanlar ne kadar şen bir diyâr olduğunu hatırlatan bir mâbeddir. Şehre adını veren kalenin altında uzanan kasaba, küçük ama şirin ve yeşil bir kasabadır.[10]
Bulgaristan denilince akla Zağra gelmektedir. Zağra Müftüsü Hüseyin Râcî Efendi eserinde 93 Harbinde yaşanan Bulgaristan’daki Türk göçünü duygulu bir biçimde anlatmaktadır. Hüseyin Râcî Efendi, 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı içinde gerçekleşen Balkanlar’daki ilk büyük muhâcereti ailesiyle yaşayan birisidir.
Eserinde yaşadığı o mezâlimi aktarmaktadır. Kitap baştan sona Rumeli’de başımıza gelenleri bir evden anlatan, okuyanı elem ve kedere boğan bir eserdir. Bulgarların ve Rusların Müslümanlara yaptığı zulümler Hüseyin Râcî Efendi tarafından Bütün teferruatıyla anlatılıyor. Hüseyin Râcî Efendi Tarihçe-i Vak’a-i Zağra isimli bu eserinde;
Azîz-i kavmi idik a’dâ zelîl kıldı bizi,
Esîr-i bend-i belâ vü sefîl kıldı bizi
sözleriyle gelinen acı duruma dikkatimizi çekmektedir. Kitabın sonuna ilâve edilen “Hicretnâme” kısmında;
Doldu muhâcirle sokaklar kamu
Câmi ve avluları hep dopdolu
Kaldırım üstünde çoğu kaldılar
Yaşta yağışlarda soğuk aldılar
Âh rutûbetle büretten âh
Hastalanıp öldü çoğu vah vah
ifadeleriyle gerçekleşen hicret sürecinde yürekleri parçalayan acı olaylar bir biri sıralanmaktadır. Balkanlar’da gerçekleşen Türk göçünün arkada kalan acı hatıralar okuyanları derin derin düşündürmektedir. Canlı tasvirler ve anlatılarla dolu olan eserde;
Yalvarıp ol merhametsiz düşmen-i bî-dînden
Gâh lutf ü merhamet gâhî inâyet istedik
şeklinde perişân hâllerimiz dile getirilmektedir. Zağra Müftüsü’nün bu anlattıklarını daha sonra tarihçi, diplomat ve yazar Bilal N. Şimşir belgelerle ele almıştır. Yabancı arşiv kaynaklarına dayanan ve sayısız belgeyle desteklenen Rumeli’den Türk Göçleri isimli kitabında Bilal N. Şimşir hicret edenlerin durumunu özetleyen bir telgraftan şu şekilde bahsetmektedir: Sadrazam Ethem Paşa tarafından 13 Ocak 1878 tarihinde Tatarpazarcık Mutasarrıfı Süleyman Paşa’ya, “Filibe’de 15 bin ahâli çoluk çocuklarıyla istasyonda kar üstünde yatarak vagon bekliyorlar.” şeklinde telgraf çekilmiştir.
Yine eserin anlatımıyla İngiliz Dışişleri Bakanlığı’ndan alınan bir belgede, Rumeli Müslüman halkının toptan kaçışı; 100 bin kadarının açık havada soğuktan ve açlıktan ölmesi, can havliyle trene doluşmaları, binemeyenlerin raylar üzerine kendilerini atmaları; göçmenlerin trenlere el koyması ve geride kalanların feryâd u figânı anlatılmaktadır.
Arif Nihat Asya, Zağra Müftüsünün Hatıraları’nı okuyup, ondan ilham alarak bir mersiye yazmıştır. Bizi olanca güzelliğiyle anlatması sebebiyle derdimize tercüman olduğu için burada o mersiyeye yer vererek makalemi tamamlamak istiyorum:
Hudâ, ki rûz-i ezelden asîl kıldı bizi
Resûl-i Ekrem’e bir gün vekîl kıldı bizi:
Taraf taraf, yedi iklîmi Hakk’a da’vette
Delîl kıldı bizi
Sonra bilmem ne oldu: Baht-ı siyâh,
Hacîl kıldı bizi...
Ve hacâletle büktü boynumuzu
Ve melûl ü melîl kıldı bizi kıldı bizi...
Düştü bir bir kopup, kanadlarımız...
Azîz-i vakt idik... A’dâ, zelîl kıldı bizi. [11]
[1] Seyfullah Kara, Selçuklular’ın Dini Serüveni Türkiye’nin Dini Yapısının Tarihsel Arka Plânı, Şema Yayınevi, İstanbul 2006, s. 25-26
[2] Haluk Dursun, Osmanlı Coğrafyasına Yolculuk, Timaş Yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2017, s. 61-63.
[3] Dursun, a.g.e., s. 46.
[4] Dursun, a.g.e., s. 47.
[5] Dursun, a.g.e., s. 48.
[6] Semavi Eyice, “Varna ile Balçık Arasında Akyazılı Sultan Tekkesi”, Belleten, XXXI/ 124, Ekim 1967.
[7] Haluk Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, Timaş Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2016, s. 52-53.
[8] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 46-48.
[9] Dursun, Osmanlı Coğrafyasına Yolculuk, s. 61-63.
[10] Dursun, a.g.e., s. 63.
[11] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 38-39.
Kadir ÖZKÖSE
Yazarİslam’ın üç kutsal mabedinden biridir Mescid-i Aksa. Tüm Müslümanların onur ve izzeti mukaddes değerlerine sahip çıktığı oranda izzet ve şeref bulacaktır. Tarih boyunca İslâm’ın haremine yönelik nice ...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Kızgınlık ve öfkelenmeye sevk eden durumlarda kişinin kendine hâkim olup ağırbaşlı ve sâkin davranması onun hilm sahibi olmasıdır. Hilmi şiâr edinenler öfkelendiği kimseden intikamını alma gücüne sahi...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Ülkemizde depremin üzerinden ikinci Ramazan ayına girdik, Allah nasip eyledi ve buna erişebildik. Ramazan ayının sonrasında da yine insanların sevinçle kutladığı Ramazan Bayramına erişmiş olacağız. Öz...
Yazar: Erol AFŞİN
Bizim ecdâdımız Osmanlı’da işgal kelimesi yoktur. İslâm’da ve ecdâdımız Osmanlı’da “fetih” kelimesi vardır. Dünyanın neresinde olursa olsun ecdâdımız fethettiği yerde ezan seslerini yeryüzüne yayar ve...
Yazar: Oğuzhan AYDIN