Zor Zamanlarda Kenetlenmek
Müslüman için ibâdet kavramı hayatın bütün alanını kuşatır. İbâdet sadece namaz kılmak, oruç tutmak veya hacca gitmek değildir. Yoldan karşıya geçmekte zorlanan yaşlıya yardım etmek, otobüste engelli, yaşlı veya çocuklu birine yer vermek, ağlayan çocuğunu zaptetmekte zorlanan annenin sıranın başına geçmesini anlayışla karşılamak, ihtiyaç sahibi birinin gereksinim duyduğu şeyi temin ederek yüzünü güldürmek, maddî durumu sıkışık olana borç vererek rahatlatmak.
Velhâsıl başkalarına yapılabilecek bütün iyilik çeşitleri ibâdet kavramı içine girer. Allah Rasûlü’nün buyurduğu üzere, başkalarına zarar verebilir endişesiyle taşı ve dikeni yoldan uzaklaştırmak bile sadaka sevabına nâil kılar.[1] Bu iyilik başkalarına yapılan iyilikle sınırlı değildir. İnsan eşine veya çocuğuna iyilik yaptığında da sevap alır, bu da ibâdettir. Çünkü Allah Rasûlü insanın eşine ve çocuklarına temin ettiği gıdayı sadaka olarak tanımlamaktadır.[2]
Bu müjdeyi alan mü’min kişi hayatının her diliminde sevap kazanma azminde olur. Eline geçen bütün fırsatları değerlendirir. Çünkü onun hedefinde geçici dünya değil, ebedî olan âhiret yurdu vardır. Oradaki sermâyesini artırma azmindedir.
Bu sebeple de önüne çıkan hiçbir fırsatı kaçırmaz. Hele de yakınındaki mü’min bir kardeşinin dara düştüğünü görürse hemen onun yanında yer alır. Memleketinin bir köşesinde sıkıntı içine düşmüş olan Müslüman kardeşleri için de seferber olur.
Çünkü o bir mü’mindir ve kardeşinin yanında olmak durumundadır. Ayrıca âhiret birikimini artırmak istemektedir. Gerçi zorda olan mü’min kardeşinin illâ da kendi ülkesinde olması şart değildir. Elinden geldiğince dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman kardeşleri için seferber olur.
Yardıma Koşmanın Tebliğ Boyutu
Müslümanın kendisi dışındakilere karşı olan bütün davranışlarının bir tebliğ boyutu vardır. Onlara İslâm’ın güzelliğini sunmak durumundadır. Böylece karşıdaki kişi İslâm’ın nasıl bir toplum ahlâkı ve dayanışma öngördüğünü bizâtihî tecrübe ederek yaşar.
Son hak dine karşı olan sevgisi artar. Bu sebeple ülkemiz dışındaki coğrafyalarda İslâm’ı anlatan veya başta kurban olmak üzere çeşitli yardımlarla farklı bölgelere el uzatan mü’minlerin yaptıkları işler tebliğ boyutu en önde olan sâlih amellerdir. Ulaştıkları kimseler onlar vesilesiyle Müslümanları tanımakta ve İslâm’a karşı sevgileri artmaktadır.
Müslüman, ilişkilerini elbette sadece gayr-i müslimlerle kurmaz. Onun diğer Müslümanlarla olan ilişkilerinde de tebliğ boyutu vardır. Mü’min kardeşlerine İslâm kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini gösterir. Zira onun için mü’min kardeşleri aynı anne babadan olan öz kardeşleri gibidir.
Bu sebeple onların başına gelen bir felâketi kendi başına gelmiş gibi hisseder. Çektikleri sıkıntılardan elem duyar, mutlulukları kendi mutluluğu olur. Yardıma muhtaç olduklarında hemen yardımlarına koşar. Deprem, sel, yangın veya başka tabîî bir âfet karşısında yanlarında yer alır.
Onların açta açıkta kalıp perişan olmasına yüreği dayanmaz. Elindeki imkânları seferber eder, bir an önce yaralarını sarmak için diğer mü’min kardeşlerini teşvik eder. Böylece dış coğrafyalarda yardım yapılan Müslümanlar ile aradaki kardeşlik bağı kuvvetlenir. Ülke sınırları içindekilere yardım eli uzatıldığında ise bunun geri dönüşü çok daha hızlı olur. Memlekette bir aile havası oluşur. Bütün bir millet tek vücut olur.
Felâketler Kardeşliği Pekiştirir
Geçmişte aralarında yaşananlar her ne olursa olsun, Müslüman kardeşin karşılaştığı felâket bütün bir geçmişi unutturur. Sanki hiçbir şey olmamış gibi diğer mü’minler onun yardımına koşarlar. Zaten koşmak zorundadırlar. Çünkü İslâm kardeşliği bunu gerektirmektedir.
Allah Rasûlü ne güzel buyurmaktadır: “Her kim bir Müslümanı saygınlığının kaybolması, şerefinin elden gitmesi söz konusu olan bir yerde yardımsız bırakırsa, Allah da onu kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yalnız bırakır. Kim de bir Müslümana şerefinin elden gitmesi ve saygınlığının yitirilmesi söz konusu olan bir yerde yardım ederse, Allah da ona kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yardım eder.”[3]
Bu koşmanın sonucu çok güzeldir. Zor anlarda yakınında olmak aradaki bağları kuvvetlendirir. Kişi haksızlık yapmış ise, o ana kadar sergilediği davranışlardan pişmanlık duyar. Kardeşine yanlış yaptığını, en kötü gününde yanına koşan dostuna böyle davranmaması gerektiğini anlar.
Belki yüzüne karşı pişmanlığını dile getiremez, ancak kalbinden bunu haykırır. Karşısındaki de hâl ve tavırlarından onun ne demek istediğini çok iyi anlar. Geçmişe sünger çektiğinden dolayı oradadır ve kardeşini tekrar kucaklamaya hazırdır. Eğer haksızlığı yapan yardıma koşan ise, bu daha da hoş bir manzaradır.
Hatâ yaptığını anlamış ve mü’min kardeşini yalnız bırakmayarak kendisini affettirmenin yolunu seçmiştir. Mü’min kardeşinin yardımına koştuğunu gören kardeşi ise her şeyi unutmuştur bile. Artık her şeye yeniden başlamanın vaktidir. İşte felâketler bazen pek çok hayrın kapısını aralar, güzelliklere vesîle olur. Mü’minlere kardeş olduklarını hatırlatır.
Bu Din Bize Ne Öğretti?
İslâm bize komşusu açken tok yatanın, kendisi için istediğini diğer mü’min için istemeyenin iyi bir Müslüman olmadığını, mü’minlerin birbirine geçmiş parmaklar gibi kenetlenmeleri, bir binanın tuğlaları misali omuz omuza vermeleri, vücutta bir âzâ ağrı çektiğinde diğer âzâların da rahatsız olması misali Müslümanların diğer mü’minlerin dertleriyle dertlenmeleri gerektiğini öğretti.
Hepimiz biliyoruz ki, dünya çok değişti. Ülkemizin veya dünyanın bir yerindeki Müslümanlar âdetâ kapı komşumuz gibi oldu. Onların her türlü sıkıntısından hepimiz haberdâr oluyoruz. Komşuluk kapı komşuluğundan çıkmış genişleyerek dünya komşuluğuna açılmıştır ve bu bize sorumluluk yüklemektedir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, insan Müslüman kardeşlerini bazı zamanlarda mutlaka yanında görmek ister. Hastanede, cenazede, zor günlerde ve düğünlerde. İster ki yakınında olsunlar.
Her hâlükârda kardeşlik bağımızı güçlü tutmak zorundayız. Malum, dünyanın binbir türlü hâli var. Bugün yardımına koştuğumuz kardeşlerimiz yarın bir musîbete uğradığımızda yanımızda olacak olan kimselerdir. Muhâcirler Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde içlerinde farklı ırklardan insanlar vardı. Ensar için hicret edenlerin Müslüman olması yeterliydi. Bizden beklenen de budur.
Yermük’te Ne Oldu?
Ebû Cehm bin Huzeyfe el-Adevî anlatıyor: Yermük Savaşı günü amcamın oğlunu aramaya başladım. Yanımda bir kırba su ile bir kap vardı. İçimden, “Eğer susuz ise bununla ona su içirir, yüzünü de silerim.” diyordum. Onu bulduğumda can çekişmekteydi. “Sana su içireyim mi?” diye sordum. “Evet!” diye işaret etti.
Tam o sırada “Ah!” diye inleyen bir adamın sesi geldi. Amcamın oğlu suyu ona içirmemi işaret etti. Yanına vardığımda baktım ki, Amr b. el-Âs’ın kardeşi Hişâm b. el-Âs. “Sana su vereyim mi?” diye sordum. “Ah!” çeken başka birisinin sesini işitince suyu ona götürmemi işaret etti. Yanına vardığımda ruhunu teslim etmişti. Geri dönüp suyu Hişâm’a içirmek için geldiğimde onun da ölmüş olduğunu gördüm. Bu sefer amcaoğlumun yanına vardım, o da vefat etmişti.[4]
Mü’min Kardeş İçin Fedakârlık
Rey köylerinden birinde bulunan Ebu’l-Hasan el-Antâkî’nin evine otuz küsûr misafir gelir. Evde de beş kişiyi bile doyuramayacak birkaç somun bulunmaktadır. Ekmekleri bölerler, ortaya koyarlar. Sonra lambayı söndürüp yemek için otururlar. Bir müddet sonra sofradan kalktıklarında bütün ekmekler dokunulmadan ortada durmaktadır. Herkes diğerlerini kendisine tercih etmiş, ekmeklere elini sürmemişti.[5]
Ebû Yezîd el-Bistâmî de şunu anlatıyor: Belhli bir genç gibi hiç kimse beni mahçûp etmemiştir. Bu genç hacca giderken bize de uğramıştı. Bana, “Ebû Yezîd! Sizce zühdün ölçüsü nedir?” diye sordu. Ben de, “Bulduğumuzda yeriz, bulamadığımızda da sabrederiz.” karşılığını verdim.
O da bana, “Bizim Belh’teki köpekler de böyledir.” dedi. Ona, “Peki size göre zühdün ölçüsü nedir?” diye sorduğumda ise, şu cevabı verdi: “Bizler bulamadığımızda şükreder, bulduğumuzda da başkalarını kendimize tercih ederiz.”[6]
[1] Tirmizî, 1879.
[2] Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, 195.
[3] Ebû Dâvûd, 4884.
[4] İbnü’l-Mübârek, Zühd, s. 185.
[5] Sühreverdî, Avârif, III/35.
[6] Sühreverdî, Avârif, III/31.
Enbiya YILDIRIM
YazarBütün Kemâl O’ndadırGanî-zâde Nâdirî (1572-1626)Ey vücûdun nahl-i bî-mânend-i nüzhet-gâh-ı dînBülbül-i şeydâ gül-i ruhsâruna Rûhü’l-emînÇenber-i gerdûn elünde halka-ı engüşterîLevh-i a’lâ fass-ı hâtem...
Yazar: Vedat Ali TOK
Bu makalemizde tezkiye kavramı ve bu kavramın mâhiyeti üzerinde duracağız. Sözlükte tezkiye; “, temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip büyütmek, arıtmak, temize çıkarmak” gibi anlamlara gelir.[1] Dinî...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Gönül yurdu yârelense,Can incitmez insan olan.Bin yerinden pârelenseCan incitmez insan olan.Cümle kulun kerameti,Varlığının var hikmeti.Kuşandıkça merhametiCan incitmez insan olan.Ne azdan ne çoktan b...
Şâir: Ahmet Sami BENLİ
Hemen hemen hepimizin şikâyetidir, ibâdetlerden lezzet alamamak. “Ben namazlarımı âdâbına uygun şekilde kılmaya gayret ediyorum, ancak bir türlü dünyadan kendimi koparamıyorum.” diyenimiz çoktur. “Niy...
Yazar: Enbiya YILDIRIM