Hakîkat ve Mecaz Arasında Aşk
Allah, bir gizli hazine olan varlığını tanıyacak göz, sevecek gönül; sanat eserlerini takdir edecek bir akıl bulunmasını dilemiş, evreni ve içindeki bütün güzellikleri idrak edebilme melekesiyle donatmış olduğu insanı yaratmıştır. Kâinatı, bütün güzellikleriyle insanın beğenisine sunan Yaratıcı, ondan bu güzellikleri takdir ve tahsin ederek nimetlerine karşı şükür ve ibâdetle karşılık vermesini istemiştir.
Mutlak güzel, kendi hüsnünü/güzelliğini güzellikler şekline yaratarak insanın gözlerinin önüne serdi. Daha açık bir ifâdeyle insan bu güzellik görünümlerinin, bu akıp giden hilkat parıltılarının ebedî bir güzelden geldiğini anlayıp anlamama konusunda çetin bir imtihana tabi tutuldu. Gönül, gördüğü güzellikler karşısında tarifsiz gerilimler içinde gelgitler yaşadı; akıl ve kalp arasında gidip gelen bir trapezde salınıp durdu.
Gönül kimi zaman bir okyanus gibi dalgalandı, taştı. Kimi zaman derinliğinin sessizliği ve karanlığı içinde buhranlar geçirdi. Bir sevgi fırtınası içinde girdaba kapılmış gibi serayla süreya arasında gitti gitti geldi. Yaşadığı bu duygu taşkınlığına, aklın sınırlarını zorlayan bu yönelime “aşk” adını verdi. Kimi zaman karşısına ceylan gözlü ürkek bir güzel, kimi zaman belli belirsiz bir güzellik tayfı çıktı. Anlamakta, anlatmakta zorluk çekti de Nedim’in diliyle;
Bulunmaz bu şehr içre vasf ettiğin dilber Nedîm
Bir peri sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana
diyerek hayretini ifade etmiştir. İnsan yine de kalbinde depremler meydana getiren bu güzelliklerin ardına düştü. Gönül çırpınışlarını sese, söze, saza döktü. Duyguları sazın telinden nağmelere, sözde mısralara, dönüştü. Hz. Âdem’den zamanımıza süre gelen bir serüven, bir sergüzeşt başladı.
Bazen Yusuf ve Züleyhâ, Leylâ ve Mecnûn, Cemşid ve Hurşid, Vâmık ve Azra, Varaka ve Gülşâh, Ferhad ve Şirin oldu insan adına, bu ezelî, devam ede gelen macerâyı anlattı durdu. Her şekilde, her türde, her vezinde anlatılan aslında aynıydı, bir tek gerçekti: Aşk…
Aşk, kâinatın var edilme sebebi olarak bütün dünya edebiyatlarının başlangıçtan beri en vazgeçilmez temalarından biri olarak yerini ve önemini daima korumuştur. İnsan rûhlarını yaratıp onlardan “Ben Rabb’iniz değil miyim?” sorusuna “Evet!” cevabını alan Yüce Allah (c.c.), rûhundan bedene üflemiş ve âdemi yeryüzü gurbetine hikmet ve meşîetinin gereği olarak sınamak için yollamıştır. Görünüşte Hz. Âdem babamızın bir hatasıydı yasak meyveyi yemek fakat aslında murâd-ı ilâhî bu imtihan salonuna insanın yollanmasıydı.
Asıl vatanından ayrılan insan rûhu dünyada sürekli bir daüssıla, dâimî bir vatan özlemiyle yaşadı durdu. Zatında mevhum bir varlık kimliğine sahip olan kâinat, İlâhî esmâ ve sıfatların bir tecellîsidir. Sürekli tecellî sonucunda varmış gibi görünen tabiat, bu görüntüsünü Allah’ın güzel isimlerinden almakta. “Varlık” denemeyecek olan bu serabın ardında bütün haşmet ve debdebesiyle bir “tevhid saltanatı” hüküm sürmektedir.
Dolayısıyla “ikilik” kavramı sadece bir vehim, hakîkati kavramada bir “varsayım”, bir “mikyas/ölçüt” olarak ortaya çıktı. Görünen, esmâ-i ilâhiyenin tecellîleri, parıltıları ve akıp duran güzellikleridir. Bu güzellikleri temâşâ eden insan rûhu, görüntünün ardındaki “gerçek”e ulaşma cehdi içinde asırlar sürecek bir aşk seyr ü sülûküne, bir bitmez gönül yolculuğuna girişmiş, türünün sözcüsü olarak da şair, bu seyahati, bu engel tanımaz koşuyu, bu özlemi şiir formunda dile getirmeye çalıştı.
Şimdi “aşk” kavramının yolculuğunu kısaca özetleyelim de bir yanda Hz. Yusuf’u, Yunus Emre’yi, Mevlânâ’yı, Nesîmî’yi, Hallâc’ı, Mecnûn’u, Ferhad’i, Cemşid’i, Vâmık’ı, diğer yanda Züleyhâ’yı, Leylâ’yı, Şirin’i, Hurşid’i, Azrâ’yı anlayabilelim.
Literatürde “aşk”, ilâhî ve beşerî olmak üzere iki biçimde kullanılır. İlâhî aşk karşılığı olarak “hakîkî aşk”; beşerî aşk içinse “mecâzî aşk” ifâdeleri kullanılagelmiştir. İlâhî aşk daha çok tasavvufta, kimi zaman da İslâm felsefesinde ele alınıp işlenmiş, varlıklar hiyerarşisinde alttaki varlığın bir üstteki varlığa iştiyâkı ve sevgisi de aşk olarak ifade edilmiştir.[1]
Kur’an’da ve sahih hadis kitaplarında aşk kelimesi geçmez; bunun yerine “hub”,” muhabbet” ya da “meveddet” kelimeleri kullanılır. Yine Rabia, Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Hallâc-ı Mansûr gibi ilk dönem mutasavvıfları da aşk sözcüğünü kullanmamışlardır.[2]
İslâm tasavvufunda aşk kavramını ilk kez ciddî bir biçimde inceleyen Ahmed el-Gazâlî’dir.[3] Ruzbihân-ı Baklî, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve bu yüzden bu âlemi yarattım.” mealindeki kudsî hadis olarak rivâyet edilen sözdeki “bilinmek”ten amacın muhabbet olduğunu söyler; Allah’ın sevgiyle tecellî etmesinden bu âlem meydana gelmiştir. Bunun sebebinin de “hakîkat-i Muhammediye” olduğunu söyler.
Görüşleri klâsik edebiyatımızı derinden etkileyen İbni Arabî, aşk kelimesi yerine “muhabbet”i tercih eder. O, sevgiyi üç kısma ayırır: İlâhî muhabbet, rûhî muhabbet ve tabiî muhabbet.[4] İbni Arabî göre Allah, insan için yine insan sûretinde başka bir şahsı var etti, ona da kadın adını verdi.
Kadın kendi sûreti yani insan sureti üzere yaratılınca Âdem ona müştâk oldu. İbn Arabî’ye göre bu durum bir şeyin kendi yurduna düşkünlüğüdür. Daha öz bir ifâdeyle kadın insana sevdirildi. Allah da insana muhabbet gösterdi; nûrdan yarattığı meleklerinin insana secde etmelerini emretti ve secde ettirdi.[5]
Yine İbn Arabî’ye göre, aşk, eşyayı birbirine bağlayan ve bütün varlıkları kuşatan ilâhî prensiptir. Bu, Allah’a ibâdetin en üst düzeyde görünümünün aşk olduğu anlamına gelir. Başka deyişle evrensel aşk ve evrensel ibâdet (kulluk) bir ve aynı olgunun iki yönü olarak görünür.[6]
Bir insan Allah’a bağlanır, O’na âşık olursa, sevgilisi Allah olur. Sevgisinde öyle ileri makama ulaşır ki, Allah’ın yaratıklarına karşı duyulan aşkta yok (fenâ) hâlinden çok daha ileri bir makamda, Allah’ın aşkında yok olur.[7]
İmam-ı Gazâlî, aşk konusunda şöyle düşünür: “Allah aynı zamanda güzellik sıfatlarına da sahiptir. Plânında ve yaratıcı kudretinde güzellik vardır. “Allah güzeldir ve güzeli sever.” der, Peygamber (s.a.v.). “İnsanın rûhu, ilâhî kaynağıyla yakınlığa sahiptir. Allah, insanı kendi sûretinde yaratmıştır.
Böylece Allah’ı tüm sıfatları ile bilir ve aynı zamanda onunla ilgili konumumuzu kavrarız. O’na olan sevgimiz zorunlu hâle gelir ve ardından o da bizi sever. Aşk azmi (şevk) içerir, çünkü her âşık her zaman sevdiğini görmenin özlemini duyar. Allah âşığı, kendisine kapalı en büyük ihsân ve en büyük mutluluk olan Allah’ı görmeye ulaşmak için yalvarıp yakarır. Gene aşk, yakınlık (üns) ile neticelenir… Aşk, Allah’ın bilgi ve seyr ü temâşâsının sonucu olduğu için, âşık âriftir.”[8]
Aşk, İslâm felsefesinde de tartışılan konulardandır. Felsefe ile uğraşan İslâm düşünürlerinin bu konuda farklı görüşlere sahip oldukları görülür. Onlara ilham veren Eflatun ve Aristo’dur. Ebubekir er-Râzî’ye göre aşk, maddî hazlara düşkünlüğün ortaya çıkmasıdır.
Âşık olanlar şehvetlerinin esiri olduklarından hayvanlardan aşağıdır. İhvân-ı Safâ ise aşkı bir fazîlet olarak değerlendirir. İbn Sinâ, aşkı kemal fikriyle irtibatlandırır. Ona göre hem hakikî, hem mecâzî aşk, bir kemâle erme iştiyâkıdır. İbn Miskeveyh, aşkı sevgide aşırılık olarak niteler.[9]
Miskeveyh’e göre aşk, “Asla Aristo’nun inandığı gibi kendini sevmenin bir uzantısı değil; fakat kendini sevmenin sınırlandırılması ve başkasını sevmektir. O, sevgiyi (muhabbet) genellikle insanlarla doğuştan arkadaşlık etme kapasitesi olarak değerlendirir… Aşırı haz yahut iyilik arzusu olan aşk-menfaat düşüncesi aşka yabancıdır- iki kişinin ötesine geçmez. Hayvanî aşkın objesi haz, mânevî aşkın objesi erdem yahut iyiliktir.” [10]
Mutasavvıflar, “İman edenler Allah’ı daha ziyâde severler.”[11], “Allah onları, onlar da Allah’ı severler.”[12], “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, yakınlarınız, kazandığınız mallar, durgunlaşmasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, o zaman Allah’ın azabı gelinceye kadar bekleyin.”[13] âyetleriyle, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Hz. Ömer’e hitâben söylediği: “Ben sana herkesten daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmazsın.”[14], “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: güzel koku, kadın ve gözümün nuru namaz.” hadislerini esas alarak aşk konusundaki görüşlerini temellendirmeye çalışmış, Allah ve onun Sevgili Peygamberi (s.a.v.)’ni sevmenin gereğini ifade etmişlerdir.
Kuşeyrî, şeyhi Ebu Ali Dakkâk’ın, “aşk aşırı sevgi yani sevgide ölçüyü aşmak anlamına gelir. Allah için böyle bir aşırılık düşünülemeyeceğinden O’nun kuluna olan sevgisine aşk denemez. Öte yandan kulun Allah’a duyduğu sevgi ne kadar güçlü olursa olsun yine de O’nu yeterince ve lâyık olduğu ölçüde sevemeyeceğinden kulun Allah sevgisi de aşk diye adlandırılamaz.” diyerek aşkı tanımladığını ve sınırlarını çizdiğini ifâde etmiştir. Kuşeyrî, sûfîlerin Allah’a duydukları sevgiye “aşk” adını vermelerine hoşgörü ile bakmıştır[15].
Kadın velîlerden Râbia Adeviyye, Cenab-ı Hakk’a duyduğu sevgiyi, aşkı şu sözlerle dile getirir: “Seni iki sevgi ile seviyorum. Biri Sana karşı aşk ile bağlanışımın ifâdesi. Öbürü Senin sevilmeye lâyık oluşunun içimde yarattığı sevgi. Sana aşk ile bağlanışım yüzünden yalnız seni anıyor ve senden başkasıyla alâkalanmıyorum.
Senin sevgiye lâyık oluşunsa, Seni görmek için aradaki perdeleri kaldırmandır. Gönlümün içinde konuştuğum bir kimse varsa yalnız Sensin. Başkaları ise; benim dış yüzümle konuşurlar. Dış yüzüm, yanımda oturanlarla beraberdir. Gönlümün enîsi ise, gönlümün içindeki yardır.
Allah’a sevgi gösterdiğin hâlde O’na karşı mı geliyorsun? Ne tuhaf şey bu! Sevgin gerçek olsaydı O’na mutlaka itaat ederdin. Çünkü seven kimse, sevgilisini dinler. İlâhî, sana cehennemden korkarak ibâdet ediyorsam, beni cehennem ateşinde yak! Yahut cennetini özleyerek Sana ibâdet ediyorsam, bana cennetini haram kıl! Yalnız seni sevdiğimden dolayı Sana ibâdet ediyorsam, beni ezelî cemâlinden mahrûm etme, Ya Rabbî! Allah’ı seven kimsenin, sevgiliye kavuşmadıkça feryad ve figânı dinmez.”[16]
Müfessir Fahruddîn Râzî, Allah’ı sevmenin mârifetin, Allah’ı bilip tanımanın ayrılmaz bir parçası olduğunu, kişinin irfânı derecesinde muhabbetullahta aşama kaydedebileceğini söyler.[17] Râzî şu kıssayı örnek gösterir: “Hz. İsa üç kişiye rastlar. Bir de ne görsün, onlar daha çok zayıf ve renkleri daha çok soluk.
Öyle ki onların yüzleri sanki nûrdan meydana gelmiş birer ayna gibi. Bunun üzerine Hz. İsa onlara, “Siz bu makama nasıl ulaştınız?” dediğinde onlar, “Muhabbetullah ile…” dediler. Bunun üzerine Hz. İsa, “Siz kıyâmet gününde Allah’a yaklaştırılacak olan kimselersiniz” dedi.”[18]
Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî, “Bu dünya şu dört unsurdan doğdu, fakat dört unsur aşktan doğdu.[19] Aşk, öylesine bir denizdir ki rahmet dalgalarıyla dalgalanır, dünyaya bulutlar yollar, yakınlarına inciler yağdırır.[20] Aşk, bir gönül alıcıdır, dostların gelişmesi aşkladır.[21] Aşksız geçen ömrü hesaba alma! Âb-ı hayattır aşk, canla gönülle kabullen onu.[22]
Akıl, aşk, can; bu üçü, dosdoğru bir üçgen; her yaraya sanki melhem, her derde âdeta derman.[23] Aşk elemlerle beraberdir, fakat gene de yücedir.[24] Aşka düşmeyen, aşk vadisinde konaklamayan kişileri doğru yolu bulmuş, muradına ermiş saymayın.[25] Aşk, kaybedilmiş bir nimettir ki bulmaya çalışmayan mahrum olur gider.[26]
Ey akıl, beni var ediyorsun, ey aşk, beni sarhoş ediyorsun; her ne kadar aşağılatıyorsan da yüceler yücesi Rabbe dek çekip götürüyorsun beni. Ey aşk, acı buyruğuna ver, bizi senden başka herkesten kes ayır.[27] Aşkta diri olmak gerek, ölüde iş yok. Diri kimdir, bilir misin? Aşktan doğan kişi.[28]
Aşk birdir, fakat türlü türlü şekillerde, çeşit çeşit görünmektedir de şu aşağılık şaşıların gözüne, iki, dört... görünür. A aşk, tâ ezelden beri bizimle bir tek sen varsın, bir bir söyle sırlarını.[29] Aşk bir âlemdir ammâ âlemin de cânıdır aşk. Sevgili gizlidir ammâ güzelliklerin de başıdır o.[30] Aşk, dengini açtı mı her ağaç yeşerir; kocamış daldan her solukta genç yapraklar biter.[31]
Aşkın bedenle ilgisi yoktur Mevlânâ’ya göre. Aşk bedene değil kalbe ait bir hususiyettir: A aşk, bedene aşk sözünü söyleme, sana karşı münafıklık eder amma aşkla işi yoktur onun.[32]
Ey ebedî aşk, canımızı şu zindandan kurtarıp tek Tanrı’ ya götürmek için şu kalıptan ne de hoş yüz gösterdin (D.K. C.I:18). Bu aşk ya Kevser’ dir, ya âbıhayat; ömre sonsuzluk vermede, insanı ölümsüz etmede. Aşkın sırları kime belirir; görünürse varlığı kalmaz; çünkü yok olur gider sevgilide (D.K. C.IV:183).
Aşk inciler yağdıran bir buluttur (D.K. C.IV:187). Aşk, misk gibi kokar, o yüzden el-gün duyar onu; miskin, duyulmamak için bir çaresi var mıdır hiç? Aşk ağaca benzer, âşıklarsa gölgesidir onun; gölge uzak da düşse ağaçtan meydana gelmiştir, ağaca uyar ancak (D.K.C.IV:45).
Aşk, güneş gibi yere etek serdi mi âşıklar, çevresindeki yıldız gibi yücelerin yolunu tutmuştur (D.K. C.IV:87). Aşk, geceleri gönüllerde tek başına gezen bir hırsızdır; yalnız aklı çalar, tek olarak onu yağmalar gider (D.K. C.IV:131). Aşk nedir bilir misin? Ben’i, biz’i varlık davasını bırakmaktır; güzellikleri, güzelleri yaratanda her dileği, her isteği yok etmektir (D.K. C: 373). Aşkla âşık birdir; sakın iki sanma sen (D.K.C.V: 239).
Aşk kan dökücüdür, zâlimdir, külhânidir. Onun eliyle öldürüldün mü, yaşayışa kavuşursun; aşk yüzünden ölendir yaşayan. Bir aşktır bu ki gizli kalmasına imkân yok; âşık olanın bütün sırları ortadadır. Aşk yoksa tat verir bir güzellik de yoktur (D.K. C.V:291). Aşkı, insanı bütün belalardan koruyan bir kale gördüm ben (D.K. C.V:300). Aşk ateşinden bir merdiven yap da gök kubbeye daya (D.K. C. V:341). Aşk, her taştan su fışkırtır; aşk aynada tozu-pası giderir. Aşk, savaşı da ateşe vurdu, barışı da (D.K. C.V: 63).
Aşksız gönüle sahib olan, padişah bile olsa atlas kefene bürünmüş, mezara gömülmüş ölüden başka bir şey değildir (D.K.C.V: 20). Aşk, âb-ı hayattır, seni ölümden kurtarır; kendisini aşka atana ne mutlu! (D.K. C.II: 31) Aşk ateşi bir saldırdı mı kendinden başka ne varsa siler-süpürür, yakar-gider; her şey de yandı mı işte o vakit neş’eyle otur, güzel güzel gülmeye koyul. Hele Elest deminden şimdiye dek onun gibi sayılan-sevilen birinin aşkı olursa bu aşk (D.K. C.III: 121).
Yukarıdaki iktibaslardan anlaşılacağı gibi İslâm düşünce sisteminde ve tasavvufta “aşk” kavramı değişik bakış açılarından irdelenmiş, pek çok olumlu/olumsuz görüş ileri sürülmüştür. Ancak mutasavvıflar, kâinatın yaratılış sebebinin temelinde aşk/muhabbet bulunduğunu ileri sürmüş, kulun Allah’ı aşk derecesinde sevmesinin gereği üzerinde durmuşlar. Bu sevgiye aşk denip denemeyeceği konusunu tartışmışlar. Asıl amaç kalp merdiveniyle Allah’a ulaşmak, O’na layık bir kul olmak…
Kaynakça:
A.E. Afifi, İbn Arabî, İslâm Düşünce Tarihi C.II, İstanbul 1990, s. 28. terc., Mustafa Armağan.
Abdurrahman Bedevî, Miskeveyh, İslâm Düşünce Tarihi C.II, s. 95, terc., Kasım Turhan.
Fahruddin Râzî, Tefsir-i Kebir, terc., Suat Yıldırım, C.4. Ankara 1989, s.183.
İbn Arabî, İlâhî Aşk, terc. Mahmut Kanık, İstanbul 2008.
İbn Arabî, Füsûsu’l-Hikem, terc. M.N.Gençosman, İstanbul 1964.
İlhan Kutluer, “Aşk”, TDV. İslâm Ans., C.4, s.17.
M.Said Şeyh, Gazalî, İslâm Düşünce Tarihi C.II, İstanbul 1990, s.260, terc., Mustafa Armağan.
Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, C.3, İstanbul 2002.
Ömer Rıza Doğrul, İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, İstanbul 1948, ss.55-56.
Süleyman Uludağ, “Aşk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.4, İstanbul 1994.
[1] Süleyman Uludağ, “Aşk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.4, İstanbul 1994, s. 11.
[2] Uludağ agm., s.11.
[3] Uuludağ agm., s.12.
[4] Uludağ, agm., s.13.
[5] İbn Arabî, Füsûsu’l-Hikem, terc. M.N.GENÇOSMAN, İstanbul 1964, s.447.
[6] A.E. Afifi, İbn Arabî, İslam Düşünce Tarihi C.II, İstanbul 1990, s. 28. terc., Mustafa Armağan.
[7] İbn Arabî, İlâhî Aşk, terc. Mahmut Kanık, İstanbul 2008, s.32.
[8] M.Said Şeyh, Gazalî, İslam Düşünce Tarihi C.II, İstanbul 1990, s.260, terc., Mustafa Armağan.
[9] İlhan KUutluer, “Aşk”, TDV. İslam Ans., C.4, s.17.
[10] Abdurrahman Bedevî, Miskeveyh, İslam Düşünce Tarihi C.II, s. 95, terc., Kasım Turhan.
[11] 2/165
[12] 5/54
[13] 9/24
[14] Buharî, İman 8-9, Müslim, İman 67-70
[15] Uludağ, agm., s.12.
[16] Ömer Rıza Doğrul, İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, İstanbul 1948, ss.55-56.
[17] Fahruddin Râzî, Tefsir-i Kebir, terc., Suat Yıldırım, C.4. Ankara 1989, s.183.
[18] Fahruddin Râzî, agm. s.183
[19] Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, İstanbul 2002.
[20] D.K. C.3:456
[21] D.K. C.IV:352
[22] D.K. C.IV:358
[23] D.K. C.II:232
[24] D.K. C.I:168
[25] D.K.C.I:168
[26] D.K. C.I:168
[27] D.K. C.I:196
[28] D.K. C.I:263
[29] D.K. C.II:469
[30] D.K. C.IV:390
[31] D.K. C.IV:358
[32] D.K. C.V:481
Mahmut KAPLAN
YazarBütün Kemâl O’ndadırGanî-zâde Nâdirî (1572-1626)Ey vücûdun nahl-i bî-mânend-i nüzhet-gâh-ı dînBülbül-i şeydâ gül-i ruhsâruna Rûhü’l-emînÇenber-i gerdûn elünde halka-ı engüşterîLevh-i a’lâ fass-ı hâtem...
Yazar: Vedat Ali TOK
Gönül yurdu yârelense,Can incitmez insan olan.Bin yerinden pârelenseCan incitmez insan olan.Cümle kulun kerameti,Varlığının var hikmeti.Kuşandıkça merhametiCan incitmez insan olan.Ne azdan ne çoktan b...
Şâir: Ahmet Sami BENLİ
Klasik edebiyatımızın önemli kollarından biri hikemî şiirdir. Şairler belli bir hayat tecrübesine ulaşınca birikimlerini özlü mısra ve beyitlerle kaleme alırlar. Özellikle Nâbî’nin bir akım hâline get...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Yüce Allah, Haşr Sûresi 18-19. âyetlerde şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakı...
Yazar: Mehmet SOYSALDI