Zât-ı Ekmel Muhammed Mustafa
Türk edebiyatının önemli isimlerinden Şeyhî, Kütahyalı olup 15. yüzyıl şairlerindendir. Memleketindeki ilköğreniminden sonra İran’da edebiyat, tasavvuf ve tıp alanlarında tahsil gördüğü anlaşılan Şeyhî memleketine döndükten sonra göz hekimliği yapmıştır.
Asıl adı Sinan olmakla birlikte Hacı Bayram-ı Velî’ye intisap edip tasavvufî terbiye aldığı için şaire Şeyhî mahlâsı verilmiştir. Şeyhî, Hüsrev ü Şîrîn ve Harnâme adlı eserleriyle Türk edebiyatında mesnevî sahasının önemli simâları arasında yer almıştır.
Bunlar dışında Anadolu’da tertip edilmiş en eski dîvânlardan olan Dîvân’ı da vardır.[1] Eser klâsik tertibe uygun olarak tevhid ve münâcatla başlamakta, akabinde ise 50 beyitten oluşan bir na‘t-ı şerif[2] yer almaktadır. Bu na‘t-ı şeriften seçilen dokuz beyit kısa açıklamalarla yazımıza konu edilecektir.
Ey fahr-i halk kimde ola zehre medhine
Çün Hak dedi le-amruke levlâke ve’d-duhâ
(Ey yaratılmışların övüncü! Kimde seni övmeye yiğitlik vardır?! Zira Hak “Ömrüne yemin olsun!”, “Sen olmasaydın!” ve “Kuşluk vaktine yemin olsun!” dedi.)
Farsça kökenli bir kelime olan zehre, yiğitlik ve cesaret anlamlarına gelmektedir. Şair bu kelime ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’i methetmenin, kolayca teşebbüs edilebilecek alelâde bir iş olmadığını; cesaret ve mahâret gerektirdiğini anlatmaktadır. Zira Cenâb-ı Hakk; muhtelif ifadelerle O’nu övdüğü için şairlerde Hz. Peygamber (s.a.v.)’i medh ü senâ işinin hakkını verememe korkusu vardır.
İkinci beyitte Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ömrüne yemin edilmesi ve O’nun varlık sebebi sayılması[3] zikredilen övgü unsurlarındandır. Son kertede kaydedilen duhâ ifadesi ise kuşluk vaktini ve gündüzü ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu kelime ile tavsif edilmesinde vech-i şebeh/benzetme yönü, aydınlıktır.
Zirâ son dönem müfessirlerden İbn Âşûr; et-Tahrîr ve’t-Tenvîr adlı eserinde güneş ışığının gece karanlığını örtmesi gibi vahiy nurunun şirk ve küfür karanlığına galip gelmesine benzetir.[4] Müellif eserine verdiği tenvir adı ile vahyin aydınlığına atıf yapmakta; tahrîr de nübüvvetin nuru ile nurlanan kimsenin maddî-manevî kayıtlardan kurtulup hürleşebileceğine işaret etmektedir.
Rahmân iken muallimin ümmî kodun adın
Sultan iken dü-kevne kabâçen durur abâ
(Öğretmenin Rahmân olmasına rağmen adını ümmî koydun. İki âlemin sultanı olmana rağmen kaftanın, abândır.)
Beyitte Rahmân Sûresi’nin ilk ayetlerine atıf söz konusu olup Cenâb-ı Hakk’ın Peygamberi (s.a.v.)’e ve onun şahsında ümmetine Kur’ân’ı öğretmesi anlatılmaktadır. Öğretmeni Cenâb-ı Hak olan Peygamber’in ümmî vasfı ile anılması, şaşılası bir şey olarak şair tarafından tezat olarak değerlendirilmektedir.
Şaire göre bir eğitim sürecinden geçmemiş olsa da Hakk’ın ilmine muhatap olan bir kimseye nasıl ümmî denilebilir? İkinci beyitte ise iki âlemin sultanı olmasına rağmen Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, sultanlara mahsus kabâçen/kaftan giymediği bilakis abâ giydiği ifade edilmektedir.
Sâyen hakîr toprağa salsayidi şeref
Her zerre gün gözüne olur idi tûtiyâ
(Gölgen kıymetsiz toprağa şeref verseydi, her zerresi güneş gibi gözüne sürme olurdu.)
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendisi bu âleme şeref vermiştir. Şair muhayyilesine göre sıradan toprak, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in değil bedeni gölgesi ile bile şereflenmiş olsa kıymet kazanacaktır. Üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gölgesi düşen toprağın her bir zerresi sürme taşının göze sürülen tozu gibi değerlenecektir. Bir başka perspektiften bakıldığında ayaklar altında olan toprak baş ve göz üstü edilecektir.
Gavvâs-ı rûh-i kudsîyile bahr-ı vahdete
Dürr-i kelâm-ı Hakk’a lisânındır âşinâ
(Kutsal ruh dalgıcı ile vahdet denizini ve Hakk’ın kelâmındaki incileri dilin tanır.)
Şair Şeyhî Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ilâhî vahye muhatap oluşunu sembolik-metaforik bir anlatı ile sunmaktadır. Buna göre vahiy, denizlerin en derinlerinde yer alan inci tanesi gibidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise bu inciyi çıkarmak için denize dalan gavvâstır.
Mübalağa ism-i fâil kalıbındaki bu kelimenin, anlamında hem süreklilik hem de maharetlilik yer etmektedir. Beytin ikinci mısraında geçen âşinâ kelimesi de gavvâs kelimesinin anlam haritasını tamamlayan uygun bir tercih olarak dikkat çekmektedir. Özetle Hz. Peygamber (s.a.v.) vahdet denizin dibinde yer alan ilahi vahiy incisini çıkarmak ve ehline takdim etmek konusunda hüner ve devamlılık sahibidir.
Kîş-i ve mâ rameyteden atsan kazâ okun
Hayl-i müssevvemîn ede dîn düşmânın hebâ
(“… sen atmadın” sadağından kaza okunu atsan salma atın, din düşmanlarını yok eder.)
Şeyhî, bu beyitte Hz. Peygamber (s.a.v.)’i tam teçhizatlı bir süvari gibi betimlemektedir. Buna göre okları taşıyan sadak, “Attığın zaman sen atmadın Allah attı.” ayeti ile isimlendirilmiştir. Şair bu tercihi ile Cenâb-ı Hakk’ın fâil-i mutlak ve kâdir-i mutlak olduğunu ifade etmektedir. Nitekim bu fiilin beşer kudretini ve kabiliyetini aşan bir neticesi olmuştu.
Nakıs iktibasla beyte konu edilen âyet Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Bedir ve Huneyn gibi birkaç savaşta yerden bir avuç toprak alıp düşmana doğru atmasını anlatmaktadır. Beytin ikinci dizesinde geçen ve başka bir âyetten iktibas[5] edilen hayl-i müsevveme terkibi ise kıymetli ve gösterişli savaş atlarını kastetmektedir.
Şu hâlde Hz. Peygamber (s.a.v.) bir yandan küffâra karşı atını mahmuzlarken diğer yandan sırtındaki okları alıp düşmana atan yiğit bir savaşçı gibidir. Özellikle bu beyitteki tasvir, asr-ı saadette birçok savaşta gerçekleşmiş olup Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kişiliğinde yer alan küffâra karşı izzetli ve şiddetli oluşunun bir tezahürüdür.
Peygamber Efendimiz’in bu örnekliği, ideal mü’minin karakterinde Allah için sevgi kadar Allah için buğzun da yer etmesini ve gerektiğinde kutsallar uğruna fiilen mücâdele edilmesini salık vermektedir.
Cem‘ eyleyip cemî‘ kemâlâtı lutf-i Rab
Bir zât-ı ekmel içre adın kodu Mustafâ
(Rabb’in lütfu, en kâmil insanda bütün faziletleri toplayıp, adını Mustafa koydu.)
Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün tarîkatların silsilerinin dayandığı ilk halka, Allah’ı ve âhiret gününü arzulayanlar için güzel bir örnek ve en kâmil insandır. Tasavvufî bir terbiye almasının doğal bir sonucu olsa gerek ki şair, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in dîn-i mübîn İslâm tarafından övülen ve inananlara telkin edilen bütün güzel ahlâk özelliklerini barındırdığını vurgulamaktadır.
İlk mısraın sonunda yer alan lütf-i Rabb ifadesi ise “Beni Rabb’im edeplendirdi, ne güzel edeplendirdi.”[6] hadisini çağrıştırmakta Cenâb-ı Hakk’ın, elçisini terbiye edişini anlatmaktadır.
Yek-dânesin cihân sadefinde güher gibi
Ey bî-bedel yetîm anın için denir sana
(Ey paha biçilemeyen! Dünya sedefindeki inci gibi biriciksin, bundan dolayı sana yetim denir.)
Yukarıda vahyi, inci tanesine benzeten şair burada ise aynı benzetme ögesini Hz. Peygamber (s.a.v.) için kullanmaktadır. Zirâ Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yetim olduğu için değil “benzeri zor bulunan ve sedeften tek çıkan iri inci tanesine dürr-i yetîm”[7] dendiği için eşsiz ve paha biçilemez bir kimsedir.
Adının iki harfine eyler işâreti
Andaki yedi yerde Hüdâ andı mîm ü hâ
(Hüdâ’nın yedi yerde andığı mîm ve hâ harfleri, adının iki harfine işaret etmektedir.)
Şeyhî, Kur’ân’da hurûf-i mukatta‘adan Hâ ve Mîm harfleri ile başlayan Mü’min, Fussilet, Şûrâ, Zuhruf, Duhân, Câsiye ve Ahkâf Sûrelerinin bu harflerle başlamasını bir hüsn-i ta‘lîl ile açıklamaktadır. Buna göre adı geçen sûrelerin ha ve mim harfleri ile başlaması, bu harflerin Hz. Peygamber (s.a.v.)’in adında yer almasından dolayıdır. Bir başka deyişle, Cenâb-ı Hakk, sure başlarında vahye muhatap olan habibinin adına işaret etmektedir.
Her dem sana vü âline Hakk’tan hezâr bâr
Cân u cihân dolusu salât u selâm ola
(Her an sana ve ailene Hakk’tan bin kere, can ve cihan dolusu salât u selâm olsun.)
[1] Halit Biltekin, “Şeyhî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Erişim 23 Şubat 2024).
[2] Mustafa İsen - Cemal Kurnaz (haz), Şeyhî Divanı (Ankara: Akçağ Yayınları, 1990), 38-41.
[3] Hz. Peygamber’in ömrüne yemin edilen ayet için bk. el-Hicr 15/72; Levlâke hadisi için bk. İsmail b. Muhammed Aclûnî, Keşfü’l-hafâ’ ve müzîlü’l-ilbâs ammâ iştehera mine’l-ehâdîs alâ elsineti’n-nâs, thk. Abdulhamîd b. Ahmed b. Yûsuf Hindâvî (Kahire: Mektebetü’l-Mısriyye, 2000), 2/192.
[4] Muhammed Tâhir İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr (Tunus: Dâru’t-Tûnusiyye, 1984), 30/394.
[5] İktibas edilen iki ayet için bk. el-Enfâl 8/17; Âl-i İmrân 3/14.
[6] Muhammed b. İsâ b. Sevre b. Musâ b. Dahhâk et-Tirmizî, Sünen-i Tirmizî (Beyrut: Dârü’l-Garbi’l-İslâmî, 1998), “Menâkıb”, 6.
[7] Abdusselam Arı, “Yetim”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Erişim 23 Şubat 2024).
Hamit DEMİR
YazarRahmet kapıları açıldı bize,Ayların sultanı ramazan geldi.Rabb’imin ihsanı saçıldı bize,Ayların sultanı ramazan geldi.Alıp kokusunu bir gonca gülden,Ruhları sevgiyle sardı dört koldan,Hasretle beklene...
Şair: Yusuf DURSUN
1642 yılında Şanlıurfa’da doğan ve asıl adı Yusuf olan şair Nâbî, hikemi şiirin önemli temsilcilerinden biridir. Soylu bir nesepten geldiği bilinen şair; iyi bir eğitim almış, Farsça ve Arapça öğrenmi...
Yazar: Hamit DEMİR
Gönül otağına gül konar kandil gecesi,Viran bağlar gülşene döner kandil gecesiHilâlin güzelliği gökyüzünü süslerkenYeryüzüne esenlik iner kandil gecesi.Pervâne pervaz vurup mâşukun şûlesineHakikî aşk ...
Şâir: Ahmet Sami BENLİ
Görünce gül hilali,Hoş oldu gönül hâli;Terk eyledik melali,Sahurda güldü bize,Ramazan geldi bize.Değdi huzur bûsesi,Kesildi nefsin sesi.Oruçlunun nefesiUhrevî yeldi bize,Ramazan geldi bize.Çiçek açınc...
Şair: Bestami YAZGAN