Hz. Âdem’e Üflenen Rûhu Nasıl Anlamalıyız?
Rûh, sözlükte, “rüzgâr, koku, kuvvet, can, nefes, canlılık, öz”, mânâlarına gelir. Istılahta ise rûh, “insan bedeninde bulunan hayatın temeli, maddî olmayan yalın bir cevher, hava gibi lâtif bir varlıktır.”[1]
Kur’ân-ı Kerim’de geçen rûh; vahiy[2], kuvvet, sebat ve yardım[3], Cebrâil[4], Yahûdilerin Rasûlullah’tan sordukları, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in de, “O, Allah’ın emrindedir.” dediği rûh[5] ve Meryem oğlu Mesih mânâsınadır.[6]
Bu âyetlerde dile getirilen rûh konusunda bir ihtilâf yoktur. Asıl tartışma, Hz. Meryem’e ve insanın yaratılışıyla ilgili âyetlerde geçen “rûhumdan üfledim” ifadelerindeki rûhun doğrudan Yüce Allah’ın zatına izâfe edilip edilmeme meselesidir. İşte asıl konumuz da bu ifadelerde dile getirilen “Allah’ın rûhu” tâbirinden ne anlaşılması gerektiğidir? Önce âyetlere bir bakalım, sonra da “Allah’ın rûhu”ndan ne anlaşılması gerektiği konusu üzerinde duralım:
“Onun şeklini tamamladığım ve ona rûhumdan üflediğim vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın.”[7]
”Ona tam şeklini verip rûhumdan da üflediğim vakit hemen onun için secdeye kapanın.”[8]
”O yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun neslini önemsenmeyen bir suyun özünden yaratıp sürdürmüştür. Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve rûhundan ona üflemiş; sizi kulak, göz ve gönüllerle donatmıştır. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!”[9]
Bu âyetlerden anladığımız kadarıyla Yüce Allah şekil planında cansız/câmid bir varlık olarak insanın prototipi olan Hz. Âdem’i çamurdan yarattıktan sonra, onun ve soyunun bedenine hayat katan bir can soluğu üflemiştir. O’nun “kün/ol” emriyle, nasıl ki su, ağacın özüne sirâyet ediyorsa, rûh da insan bedenine sirâyet eder.
Böylece organlar hangi amaç için yaratılmışsa, o amacı gerçekleştirebilecek canlılığı kazanır ve her birisi işlevsel hâle gelir. Bu işlevsellik sadece insana özgü değildir. Bütün can taşıyan varlıklar ve bitkiler için de geçerlidir. Burada asıl meseleye gelirsek, Yüce Allah’ın “rûhundan üflemesi”nin mânâsı, varlıkları yarattığı gibi, bu yarattığı varlıkta da rûhunu yaratmasıdır.
Bu âyetlerde rûhun Yüce Allah’a nisbet edilmesi, yarattığı varlıkların O’na nisbet edilmesi gibidir. Çünkü rûh da diğer maddî yaratıklar gibi Allah’ın yaratmasıyladır.[10] Bilindiği gibi emir ve halk âlemi olmak üzere iki âlem vardır. “Emr âlemi, yoktan yaratılan melekût âlemi; halk âlemi ise, varolandan yaratılan mülk âlemidir.
Bunun delili, “Yer ve göklerin melekûtuna ve Allah'ın bir şeyden yarattığı şeye bakmıyorlar mı?”[11] âyetidir. Bu anlamda rûh, Rabb’imiz tarafından varlıkların kendisine ilişkin cihetiyle yaratılmış olup bir başlangıcı vardır. Yoktan var edilmesi yönüyle de emir âlemine aittir. Beden ise, bir şeyden yaratılmış olan halk âlemine aittir. Dolayısıyla “min rûhî” kelimesinin başındaki “min” harfi cerr-i beyâniyyedir. Rûh, Allah katından olup onu yaratan ve Hz. Âdem’e üfleyen O’dur.
Diğer taraftan yine bir başka âyette de Hz. Meryem’e üflenen rûhtan bahsedilmektedir: “İmran kızı Meryem’i de (misal vermiştir). O iffetini çok iyi korumuştu, Biz ona rûhumuzdan üfledik: O, Rabb’inin sözlerini ve kitaplarını hep tasdîk etti ve o içtenlikle itâat edenlerdendi.”[12]
Bu âyette “rûhumuzdan üfledik” tabirinin mânâsı da, “Meryem’in sayesinde bedenlerin ve sûretlerin canlılığını sağlayan şeyi yarattık.” demektir. Rûh, rüzgâr ve koku kelimeleri aynı kökten gelir. Rüzgârın/yelin her tarafa yayıldığı gibi rûh da bedenin her tarafına yayılır.
Buradaki “fîhi” zamiri Hz. Îsâ’ya işaret eder. Diğer bir âyette ise, “Biz ona rûhumuzdan üfledik.” buyurulmaktadır.[13] Buradaki “fîhâ” zamiri müennestir ve Hz. Îsâ’nın nefsine işaret etmektedir, nefis kelimesi ise müennestir. Nefis kelimesi ile rûh kasddildiğinde müennes, şahıs kasddildiğinde ise müzekker olur.
Buradaki üfleme şeklindeki teşbih, rûh, bedende yaratıldığından bütün bedene yayılmasından dolayıdır, tıpkı rüzgâr gibi, bir yere üflendiğinde her tarafa yayılır. Yahut buradaki “üfleme” teşbihi, rüzgâr gibi üflendiği şeye sür’atle girmesinden dolayıdır.[14]
İşte gerek Hz. Âdem’ın ve soyunun yaratılışına ve gerekse Hz. Meryem’e üflenen rûh sayesinde bütün insanlar işitir, görür, duyar, irâde eder, akıl erdirir, muhâsebe yapar, vicdan azabı duyar. Her insanda ilâhî nefhanın bir parıltısı ve etkisi vardır.
Asıl ihtilaf, insan nefsi ile insana canlılık veren rûh birbirinin aynısı mıdır, yoksa gayrısı mıdır?
Bütün tartışmalar buradan çıkmıştır. Nefis, varlıklarda canlılık faaliyetlerini yürüten ‘hayvânî rûh’a denir. Bu, uyku hâlinde bedenden çıkan, uyanınca bedene giren şeydir. Nefisle ilgili Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah nefisleri (rûhları) öldükleri sırada, ölmeyenleri ise uykularında alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, diğerlerini ise belirlenmiş bir süreye kadar salıverir.”[15]
Rûh, ilâhî bir varlık, nefis ise insânî bir varlıktır. İnsanlar nefisleriyle denenirler. Beden ve nefsin ölümüyle birlikte rûh ölmez. Nefis ile rûh arasındaki fark, zatla ilgili olmayıp, sıfat olmak bakımından ilgilidir.[16] Ölen nefistir, rûh ise rûhlar âlemine gider.
Berzah hayatı âhiret hayatının ilk durağıdır. Nitekim bir hadiste bu açıkça belirtilmiştir.[17] Bu hayat bedensel olmaktan çok rûhsaldır. İnsanlar öldükten sonra iman ve amellerine göre kıyâmete kadar rûhrûhânî olarak ayrı bir hayat yaşarlar. Hadislerde ise ölen kişilerin rûhlarının semâya yükseltildiği haber verilmektedir.[18]
Bu ifadelerden insan rûhunun semâya yükseltildiğini anlıyoruz, fakat bu semânın neresi olduğunu bilemiyoruz. Bu sebeple bazı Müslüman mütefekkirler “rûhu, “emr âleminden, en evvel ve vasıtasız yaratılmış olan nur” olarak yorumlarlar, bedeni ise, mülk âleminden sayarlar.
Onlara göre rûh bedenden başka bir şeydir. Düşünme, hissetme ve irâde etme fiillerini gerçekleştiren rûhdur. Rûh farklı parçalar hâlinde değildir. O mevcut ve tektir. Rûhun aslı değişmez.[19] Dolayısıyla rûh, tabiattaki çekim yasasına benzer. Çekim yasasının mâhiyeti bilinmez ama varlık üzerindeki etkileri bilinir. Rûh da böyle bir şeydir.[20]
Elektriğin iletkenlerde, internetin âletlerde aktığı gibi rûh da bedende cereyân eder. Rûh, varlıkların kendisine ilişkisi cihetiyle muhdes; bizâtihî var olan “Allah'ın emri” olması cihetiyle kadimdir.[21] Rûhun kadim oluşu, zât itibâriyle değil, sıfat itibariyledir.
Çünkü rûh yaratılmıştır. Mecâzî anlamda rûhun buradaki kadim oluşu, Allah’ın Kıdem/Kadîm oluş sıfatıyla eşdeğer olarak anlaşılmamalıdır. Kadîm oluş, Allah’ın yaratmasıyla rûha bahşedilen ve onun yüceliğine lâyık bir sıfat olarak düşünülmüş olmasındandır. Zira rûh ebedî hayat için yaratılmıştır.[22]
İslâmî bakış açısına göre rûh gerçeği, insan gerçeğinin ötesindedir. Eğer böyle olmasaydı, insan, eşyanın bizzat kendisinden hiçbir gerçeği anlayamazdı. Çünkü insanın bilmediği pek çok şey vardır. Rûhla ilgili insana pek az bilgi verilmiştir.
Bundan dolayı idrâk’ın başlangıcı olan rûh, insanın fizikî hayatında nefsine üfürülen bir başlangıçtır. İnsan nefsinin yaratılışı hidâyet ve doğru yolu kaybetmemedeki payı olan üfürme derecesi ile uyumludur. Şu halde rûh, yüce Allah’ın emrindendir. Yüce Allah’ın yalnız “ol” emrinden yaratılan ve başka bir unsur ve çıkış yeri bulunmayan ilâhî bir hârikadır.
Sonuç olarak, Kur’ân-ı Kerim’de geçen “Ona rûhumdan üfledim.” ifadelerinden insana verildiği bildirilen rûha, “Allah’ın rûhu” demek; Kâbe’ye ”Allah’ın evi”, kula ”Allah’ın kulu”; deveye “Allah’ın devesi”, mescide “Allah’ın mescidi” demek gibidir.
Bu ifadeler, onların önemli, değerli, özel ve şerefli olduklarını gösteren iltifât ifadeleridir. Bunların, Allah’ın bir parçası, içinde oturduğu evi, hizmetinde kullandığı kölesi, kullandığı devesi diye anlaşılması, O’nun zât ve sıfatları hakkında verdiği bilgilere ters düşer.
İzâfetlerin Allah’ın ulûhiyyetine yapılması, O’nun bunları yarattığına delildir. Yine umûmî izâfetler yaratmayı, husûsî izâfetler ise seçmeyi gerektirir. Dolayısıyla, rûhun Allah’a izâfe edilmesi, husûsî izâfetler içerisine girer. Bu izâfet, O’nun tarafından yaratıldığına bir işarettir. Rûh, bu izâfet sayesinde benzerlerinden şereflenme ve özelleştirilme ile ayrılmıştır.
[1] Bkz. Muhammed b. Ya’kûb Firûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhit, Beyrut, ts., I, s. 231; Râgıb el-Isfahânî , el-Müfredât fi Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul, 1986, s. 298.
[2] 42/Şûrâ, 52; 40/Mü’min, 15.
[3] 58/Mücâdele, 22.
[4] 26/Şuarâ, 93.
[5] 17/İsrâ, 85; 97/Kadir, 4.
[6] 4/Nisâ, 171.
[7] 15/Hiçr, 29.
[8] 38/Sâd, 72.
[9] 32/Secde, 7-9.
[10] Ebû Mansûr Muhammed Mâtürîdî, Te’vilâtü’l-Kur’ân, çev. Yunus Vehbi Yavuz, İstanbul, 2018, VIII, 38-39.
[11] 7/Araf 185.
[12] 66/Tahrîm 12.
[13] 21/Enbiyâ, 91.
[14] Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Çev. S. Kemal Sandıkçı, İstanbul, 2019, XV, 283.
[15] 39/Zümer, 42.
[16] İbn Kayyım el-Cevziyye, er-Rûh, Beyrut, 1991, s.423, 464.
[17] Tirmizi, Zühd, 5.
[18] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 140; Müslim, “Tevbe”, 46; İbn Mâce, “Zühd”, 30-31.
[19] Bkz. İsmail Fennî Ertuğrul, Vahdet-i Vücud ve Muhyiddin-i İbn-i Arabi, yayına hazırlayan: Mustafa Kara, İstanbul, 1991, s. 132.
[20] Bkz. İsmail Fenni Ertuğrul, Maddiyyun Mezhebi’nin İzmihlali, İstanbul, 1996, s. 529.
[21] Ertuğrul, a.g.e.. s. 27.
[22] Kasar, Veysel, İsmail Fenni Ertuğrul ve Bazı Çağdaşlarına Göre Ruhun Bekası ve Ahiret, Harran Ü. İF Dergisi, Yıl: 13, Sayı: 20, (2008), s. 149.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarMiladî 1256... Anadolu fay hattıyla birleşen ölü deniz fay hattı harekete geçiyor. Başta Antakya, Şam, Mısır, Filistin ve Hicaz Bölgesi olmak üzere bu koca coğrafyada yıkıcı ve tahrip edici büyük bir ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İslâm’ın ilk yılları... Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın alenî olarak İslâm’ı açığa vurduğu günlerdi. Hz. Ömer’in İslâm’la şereflendiğini gören Mekke müşrikleri infiâle ve telâşa kapıldılar. Derhal Mekke müş...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Hicretin 6. yılı…Hz. Peygamber (s.a.v.) Müstalikoğullarının Medine’ye baskın düzenlemek için asker topladıkları haberini alır. Yapılan araştırma neticesinde olay doğrulanır. Bunun üzerine Rasûl-i Ekre...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Türkiye ile Azerbaycan'ı Özetleyen Güzel Bir Söz: "Bir Millet İki Devlet.”Zamanın Rusya Devlet Başkanı Mihail Sergeyeviç Gorbaçov'un SSCB'de gerçekleştirdiği glasnost ve perestroyka politikalarıyla ek...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ