Edep Erkân Medeniyeti
Oturup kalkmasını bilmeyen, nerede ne konuşması gerektiğini tâyin edemeyen, büyüklerine ve küçüklerine nasıl davranacağını kestiremeyen, zaman zaman kaba ve agresif hareketler sergileyen, edep ve erkân bilmeyen bir neslin yetiştiğinden bahsediliyor. Çıkış saatinde bir okulun önünden geçen birçok insan öğrencilerin takındıkları tavırlar karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar. “Bu nesiller nereye gidiyor?” diye bir soru ister istemez çoğu insanın aklına geliyor.
Çocuklarımızı ve gençlerimizi suçlamak elbette doğru değildir. Toplumda bir şeyler yanlış gidiyorsa, herkesin bunda bir ölçüde payı vardır. Burada gerekli olan, bizim toplum olarak nerede yanlış yaptığımızı tespit etmemiz ve çözüm arayışına girmemizdir. Edep erkân diye de tâbir edilen âdâb-ı muâşeret konusunda hangi noktadayız, öncelikle bunu düşünmek durumundayız.
Sosyal hayatta nasıl davranılır? Yolda, sokakta nasıl yürünür? Toplu taşımada, mahallede, ailede, ev içinde nasıl davranılır? Nerede hangi görgü kurallarına riâyet edilmesi gerekir? İnsanlarla nasıl sağlıklı iletişim kurulur? Büyüklerle nasıl, küçüklerle nasıl konuşulur? Misafir nasıl ağırlanır? İşte bütün bu sorular âdâb-ı muâşeret konusunun önemine işaret etmektedir.
Daha nezih ve daha mutlu insanların yaşadığı bir toplum olabilmemiz için çocuğun en başta aile içinde görgü kurallarını öğrenmesi, daha sonra da okulda bu bilgilerini perçinleyecek ortamlara kavuşması elzemdir. Eğer ailede edep ve âdap öğretilmez, eğitim kurumlarında da bu konunun üzerine düşülmezse toplum olarak insan hazinemizi zayi etmiş oluruz.
Besmele Medeniyeti
Bizim ilham veren bir medeniyetimiz var. Bu medeniyette her şeyin merkezinde “besmele” vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) besmele ile başlanmayan her işin bereketsiz olacağını haber vermiştir. Eğitim kurumlarımızda çocuklarımıza niçin edep erkân öğretemiyoruz sorusunun cevabı da aslında burada yatmaktadır. Nitekim konunun en önemli veçhesi de eğitime bakan yönüdür.
Osmanlı zamanında çocuk dört yaş, dört ay, dört günlük olduğunda Sibyan Mektebi’ne gönderilir, orada ilk önce Kur’ân okumayı, helâli, haramı, temizliği, edebi ve nezâket kurallarını öğrenirdi. Onun bir hanımefendi veya bir beyefendi olarak gerekli görgüye sahip olması sağlanırdı. Anlatıldığına göre İstanbul’daki bazı eski zaman mekteplerinde çocuklara şahsiyet kazanmaları için; “Ahmet Bey, Ayşe Hanım” şeklinde hitap edilirmiş.
Osmanlı’nın insan yetiştirmedeki başarısının sebebi “besmeleli eğitim modeli”ni benimsemiş olmasıdır. Bilindiği gibi Müslümanlar her hayırlı işe “Bismillah” ile başlar, duâlar ve zikirlerle o hayırlı işi taçlandırırlar. Ecdadımız Osmanlılar da bunu hiç ihmâl etmemişler.
Ecdadımızın zamanında okula besmele ile başlama “Besmeleyle başlamak” anlamına gelen “Bed-i besmele” kavramı ile ifade edilirdi. Toplum nazarında, mektebe, muallime, hocaya, ilme hürmet edildiğinden, aileler çocuklarını okula bir coşku ve şevk ile gönderirlerdi.
İşte bizim güzel ecdadımız çocukları okula alıştırmak için, ailelerin, eş dostun, konu komşunun, mahallenin önde gelenlerinin, öğretmen ve öğrencilerin katıldığı coşkulu bir merasim düzenlemişlerdir. Çocuk okulun ilk günü bir grup eşliğinden evinden alınır, duâlar ve çeşitli marşlarla okula kadar götürülürdü. Bazı duâlar çocuğa tekrar ettirilir, oradakiler de buna “âmin” derlerdi. “Ya Rabbi! İlmimi, aklımı ve anlayışımı artır. Âmin. Rabb’im! Kolaylaştır, zorlaştırma, hayırlısıyla tamam eyle! Âmin.”
Edep Dersleri
Mektep hayatı besmele ile başladığı için bereketliydi. Çocuk okulda ailesinden gördüğü terbiyeyi daha da geliştirebiliyordu. Osmanlı zamanında mekteb ve mescid ayrılmaz birer bütün olarak görülürdü. Ahlak eğitimi meselesinin temelinde de bu soru yatmaktadır. Cami ile okulun arası uzaklaştıkça çocuklarımızda davranış bozuklukları ve istenmeyen hâller çoğalmıştır.
Mektep ile birlikte cami başlı başına bir olgunlaşma merkezi olarak görülmüştür. Cuma namazı, bayram namazı, terâvih namazı ve cemaatle kılınan diğer namazlarda buluşan Müslümanlar edep ve erkâna dair birçok bilgiyi camilerden öğrenebiliyorlardı. Ayrıca camilerin köşelerinde medeniyetimizin temel unsurları ola tefsir, hadis ve ahlâk kitaplarını okutma geleneği vardı.
Bunlardan bazılarını zikredecek olursak, mesela Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri tefsirini ilk önce Ulu Camii’nde vaaz olarak sunmuş, sonra tefsir olarak yayına hazırlamıştır. Anadolu’da birçok hocalar bu tefsiri baştan başlayıp sonuna kadar vaaz kürsülerinde anlatma yoluna gitmişlerdir.
Prof. Dr. Ahmet Coşkun’un hatıratından öğrendiğimize göre, bu geleneği sürdürmüş olan hocalardan birisi de Sivas Merkez Vaizi merhum Erzurumlu Ahmet Yılmaz Hocaefendi’dir. Kendisi bu tefsiri baştan sonra kadar Sivas Meydan Camii’nde okumuş ve vaaz olarak işlemiştir.
Osmanlı Dönemi’nde cami derslerinde işlenen kitaplardan birisi de Kadı İyaz Hazretleri’nin Şifâ-i Şerif isimli eseridir. Bildiğimiz kadarıyla bu dersler bir Osmanlı geleneği olarak 1920 yılına kadar devam etmiş. Bu tarihten itibâren kesintiye uğrayan dersler kıymetli İslâm âlimi merhum Emin Saraç Hocaefendi’nin telkinatıyla, Prof. Dr. Yaşar Kandemir Hoca tarafından Eyüp Sultan Camii’nde tekrar başlatılmış ve uzun süre devam etmiştir.
Özellikle bir tefsir bir de hadis kitabını burada örnek olarak zikretmemizin sebebi, ahlâkın ve edebin kaynağı olarak Kur’ân ve sünnetin topluma nasıl işlendiğini gösterebilmek içindir. İslâm’dan ayrı bir ahlâk veya bir âdâb-ı muâşeret yoktur. Cami de bunun öğretildiği merkezlerdendir. Cami dersleri geleneği sayesinde insanlarımız edebi, âdâbı ve güzel ahlâkı öğrenmiş ve İslâm şahsiyeti kazanma yolunda önemli bir mesafe kaydetmişlerdir.
Büyüklerin Sohbeti
Kadîm medeniyetimizde, mektep, medrese ve cami dışında insanların edep erkân öğrendikleri yerlerden birisi de tekkeler yani tasavvuf ilminin öğretildiği mekânlardır. Kuşkusuz ki buralardaki sohbetler ve zikir meclisleri insanların olgunlaşmasına önemli katkılar sunmuştur.
Âlimleri, ârifleri, Allah dostlarını ziyaret etmenin, onların sohbetlerine katılmanın insanlarda çok derin izler bıraktığı bir gerçektir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri ne güzel söylemiştir: “Her bir edebin mektebidir gir taleb eyle/Ger âkil isen âdem eder âdemi sohbet”[1]
Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede geçen “zikir” kavramının “anma/ hatırlama” mânâsına geldiği düşünüldüğünde, görüldüklerinde insanlara Mevlâ’yı hatırlatan velî kulları ziyaret etmenin ve onların sohbetlerinde bulunmanın da bir nevi zikir vesilesi olduğu söylenebilir. Dolayısıyla velîleri ziyaret etmek insan için birçok feyiz kapısının aralanmasına vesîle olmakla beraber aynı zamanda bir âdâb-ı muâşeret eğitimi anlamına da gelmektedir.
Büyük İslâm âlimi Ömer Nasuhi Bilmen bu hakîkati şöyle ifade etmiştir: “Allah dostlarının sohbeti en büyük ilaçtır, rûh üzerinde tesirlidir. Bu tesirler hiçbir şeyde mevcut değildir. Onların sohbetinde bulunanların kalpleri uyanık olur, iç dünyaları temiz olur. İşte bu mânevî hastalıkları tedavi eden, toplumu ahlâkî ve fikrî anlamda yücelten, irfân erbâbı olan fazilet sahibi kimselere insanların ihtiyacı vardır.”[2]
Büyüklere Hürmet
İrfan geleneğimizde âlimlere, hocalara, hâfızlara, şeyhlere, büyüklere başköşede yer vermek ve gerekiyorsa onları yüksek bir yere oturtmak gibi geleneklerimiz de mevcuttur. Hâlen Anadolu’da birçok yerde, bir düğün, bir toplantı veya herhangi bir etkinlikte bu hassasiyetler sürdürülmektedir. Ne zaman ki bizler bu güzel anlayışlardan uzaklaşmaya başladıysak, o zaman meclislerimizde artık âlimlere ve hocalara değil, zenginlere, şöhretlilere veya itibar sahibi kimselere hürmet edilir olmuştur.
Edep, irfân öğrendiğimiz meclislere, sohbetlere gittiğimizde bilhassa hâfızlara ayrı bir hürmet gösterildiğini görüyoruz. Hâfızların sohbetçinin yanına oturtulması, ona aşır okutturulup duâ ettirilmesi, yere oturmuşsa yüksek bir yere davet edilmesi başlıca edeplerdendir. İyi ki bu irfân ocaklarımız hâlâ var da bu gün bu edepleri bizzat yaşayan büyüklerimizden görerek öğrenebiliyoruz.
Hâfızlara hürmet konusunda Mevlânâ Celâleddin Rûmî Hazretleri’nin şu tavrı ne kadar da güzel bir örnektir: “Bir hâfız Mevlânâ’nın huzuruna gelir, Mevlânâ ona saygı gösterir, ayağa kalkar ve şöyle der; Mushâf’ı nasıl aziz tutmak, rahle ve kürsülerin üzerine koymak lâzımsa hâfızları da o şekilde aziz tutmak üst başa oturtmak lazımdır.”[3]
Bir kez daha ifade edelim ki edep büyüklerden öğrenilir. Bu imkâna sahip olmayan kimselerin ise bu zâtları anlatan eserleri okumaları tavsiye edilmiştir. Nitekim Yusuf el-Hemedânî Hazretleri’ne: “İslâm âlimlerinin ve kıymetli rehberlerin azalıp yok olduğu zaman ne yapmak lâzım?” diye sorulduğunda “O zaman her gün o büyüklerin yazdığı kitaplardan bir miktar okuyunuz, diye tavsiyelerde bulunmuşlardır.[4]
[1] Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
[2] Ömer Nasuhi Bilmen, Hadis Günlüğüm, s. 522.
[3] Prof. Dr. Emine Yeniterzi, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Ankara, 1997, s. 123.
[4] Bkz. Abdulkadir Dedeoğlu, Ebu’l Hasen El Harakanî, İstanbul, 1999, s. 54-55.
Aydın BAŞAR
YazarAzerbaycan edebiyatının dünya çapında yetiştirdiği en büyük mesnevî şairi şüphesiz Nizamî’dir. Türk mesnevî edebiyatını derinden etkileyen Cemâleddin Ebu Muhammed İlyas bin Yusuf bin Zeki bin Müeyye...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Bütün hakikatlerin tek kaynağı ve çekirdeği olan Kur’an’ın nüzulüne şahit olduğu için Kadir gecesi Kur’an’da bin aydan daha hayırlı olarak nitelendirilmiştir. Kur’an’ın nazil olan ilk ayetleri insanlı...
Yazar: Aydın BAŞAR
Bir gece Göynük‘te kaldıktan sonra, Akşemseddin Hazretleri’ni son bir kere daha ziyaret edip, son güllü dondurmalarımızı da yedikten sonra Göynük’ten ayrıldık. Her zamanki gibi nereye g...
Yazar: Aydın BAŞAR
1930’lu yıllarda Ali Ulvi Kurucu Bey’in babası İbrahim Efendi mahalle camiinde imamlık yapmaktadır. Din eğitiminin baskı altında tutulduğu yıllardır. Bir gün sabah namazı öncesi görev yaptığı camide ç...
Yazar: Aydın BAŞAR