Dünyaya İbret Penceresinden Bakmak
Klâsik Türk edebiyatı, Osmanlı edebiyatı, İslâmî Türk edebiyatı, Eski Türk edebiyatı gibi değişik isimlerle anılan, ancak Türklerin İslâm’ı seçmelerinden sonra ortaya çıkan ve hemen bütün Türk coğrafyasında hüküm süren edebiyatın en göze çarpan yanı şiiridir.
Hatta şiirin nesri gölgelediği de söylenebilir. Bu yüzden kütüphanelerde daha çok dîvânlara rastlarız. Elbette nesir alanında bâkir birçok eserin araştırmacılarını beklediğini göz ardı etmiyoruz. Ancak yine de eskinin üzerinde en çok titrediği sanat şiirdir.
Atalarımız sadece duygularını ve özlemlerini değil hayata bakış açılarını, yani hayat felsefelerini de şiirle ifadeye çalışmışlardır. Bu gözle bakıldığında dîvânlarda renkli ve büyük bir hayat tecrübesinin ifadesi olan hikmetli mısra ve beyitlerle çokça karşılaşırız. Düzyazı ile sayfalar tutacak olan bir düşünce, beytin iki kanadı arasına özenle yerleştirilir.
Hemen her şairde yukarıda sözü edilen beyitlere rastlamak mümkündür, fakat bu yazıda sizi Hayretî Dîvânı’nda kısa bir fikrî yolculuğa çıkarmak istiyorum. Onun ismiyle müsemmâ bir şair olduğunu şiirlerini okuyunca hemen fark edeceksiniz.
Şairin nasıl bir hayret içinde dünyaya baktığını kendi mısralarıyla sunmaya çalışacağım. Bu beyitler, eski şairlerimizin hayattan hiç de kopuk bir edebiyatla uğraşmadığı görülecektir. Çünkü bu beyitlerde “vahye dayalı” bir inancın hayata bakışı ve olayları ibret gözüyle değerlendirişi söz konusudur. Şiirlerde çok işlenen temâlardan biri dünyanın geçiciliği, dolayısıyla ölümdür. Ömrün bekâsı yoktur. Her kavuşmadan sonra bir ayrılık vardır:
Ömrün bekâsı dünyada bir an imiş dirîğ
Her bir visâlin âhiri hicrân imiş dirîğ
(Ömrün süresi dünyada bir an imiş yazık! Her bir kavuşmanın sonu ayrılık imiş yazık.)
Sa’dî, Gülistân adlı eserinde her nefes için iki kez şükretmenin vâcip olduğunu söyler. Doğru değil mi? İnsanın ömrü iki nefes arası değil midir? Nefesi almak ve verememek her an mümkündür. Açıkçası insan için sadece bir an vardır: İçinde bulunduğu an, şimdi... Bu da çok çabuk geçer. Her kavuşma ayrılıkla sonlanır.
En zoru ise dünyadan ayrılık değil m? Aşağıdaki beyitte Hayretî, “Rûh bir hümâ kuşu; beden ona kafes olmuştur. Bu kafeste o hümâ kuşu çok fazla kalmaz.” derken dünyanın geçiciliğini çarpıcı bir üslupla dile getirmek istemiş olmuyor mu:
Bir hümâdır rûh olmuşdur kafes ana beden
Bu kafesde ol hümâ kılmaz inende çok karâr
Bedenin; ruh için, onun uçmasına engel olan bir kafes olduğu inancı sadece dîvân şairlerinde değil, halk şairlerinde de vardır. Ozanlar bu gerçeği çarpıcı mısralarla terennüm etmişlerdir. Herkes bilir ki vakti gelince kuş kafesten uçacaktır.
Hayretî’nin ruhu “hümâ”ya benzetmesi sebepsiz değildir. Çünkü hümâ kuşu gibi ruh da görülmez. Hümâ kuşunun gölgesi kimin başına düşerse padişah olurmuş. Rûh da topraktan yaratılan bedene girince onu insan olmak gibi bir şerefe nâil eder. İnsan olmak, bir bakıma, bütün yaratılmışlara padişah olmak değil midir?
Zamanı gelince “hümâ” beden kafesinden pervaz edecek, asıl vatanına kanat çırpacaktır. Bu yüzden Mevlânâ ölüm için “şeb-i arûs/düğün gecesi” der. Ebedî âleme kanat çırpma, hakîkî sevgiliye kavuşmadır o. Ölüm gerçeği karşısında şah ve gedâ birdir, aralarında fark yoktur. Ölüm siyâsî ütopyaların gerçekleştiremediği eşitliği kolayca sağlar. İşte bu düşünceyi dile getiren bir beyit:
Cümlesine hep berâber sunulur câm-ı ecel
Fark olunmaz hîç bu meclisde gedâ vü şehryâr
(Bu mecliste şah ve gedâ fark olunmaz; ecel kadehi hepsine beraber sunulur.)
Şah ve gedâ, dilenci ve hükümdar ecel karşısında eşittir. Ancak bir farkla, arkalarında bıraktıkları isim… İnsan gider ardından amel defteri hükmünde bir isim bırakır. Asıl dikkate alınması, önemsenmesi gereken de bu değil mi? Mü’min kulların bakışı ve değerlendirişi mahkeme-i kübrâda bir şâhit, bir delil hükmündedir:
Her kişinin bu cihân içre bir adıdır kalan
Ne gedâ-yı bî-nevâ kalır ne mîr-i nâm-dâr
İnsan için gerçek var olma, mânâ âleminde mümkündür. Kişinin orada var olabilmesi için bu sûrî/geçici dünyada varlığını/benliğini yok etmesi gerekir. Bu “yokluk”a ermenin kısa yollarından biri aşktır. Kâinatı var eden Yaratıcı’ya/ Allah’a duyulan aşk. Kişi varlığını bu geçici dünyada yok edip mânâ âleminde var olmak istiyorsa bunun yolu aşktan başka değildir:
Mülk-i sûretde idüp yoğa berâber kendini
Âlem-i ma’nide var olmak dilersen âşık ol
Yukarıdaki beyitte geçen düşünceyi Hayretî, bir başka şiirinde şöyle seslendirmiş:
Gördü mü kimse fenâ dehrin bekâsın bir baka
Tâlib-i mülk-i bekâ isen fenâ ol ey gönül
(Bir bak hele kimse bu geçici dünyanın bekâsını gördü mü? Ey gönül, sonsuzluk âlemini istiyorsan varlığını yok et (ölmeden öl!))
Şair, ölüm gerçeği karşısında yukarıda işaret ettiğimiz hadisin huzurlu limanına sığınır: “Ölmeden önce ölmek”, yani nefis cihetinden, günah işlemek bakımından ölmek... Çünkü böylesi ölüm, aslında ebedî dirilmek demektir. Ölmeden ölenler, bu toprak bedeni bırakıp gökleri aştılar, der Hayretî:
Öldüler ölmezden öndin ya’ni ihyâ oldular
Bu ten-i hâkîyi koydılar semâdan geçdiler
İnsana bu dünyada düşen bir vazife de haysiyetini/onurunu korumaktır. Tabiî onur derken “enâniyet”i (benlik) kast etmiyoruz. Hayretî, “Kişi, hâlini ağlayıp sızlayarak nâmerde sunsa murâdına ermez; kurumuş ağacı bin kere de sulasan yaprak ve meyve vermez.” derken haksız mı? Aşağıdaki beyitte dile getirilen bu düşünce, nesirle anlatılsa sayfalar doldurmak gerekmez mi? İşte o beyit:
Hâlin ağlamakla nâmerde kişi almaz murâd
Bin suvarsan bir dıraht-ı huşg vermez berg ü bâr
Bu durumda insanoğlu için en hayırlı olan, kâinatın yaratılış sebebi olan Fahr-i Kâinât (s.a.v.)’ın yolunu tutmak, onun sünnetini rehber edinmektir. Çünkü nübüvvet tahtının son padişahı olan o zat, “Fakirlik övüncümdür.” diye buyurmuştur. Hayretî de bu emre uyar ve uyulmasını tavsiye eder:
Fakr ile fahr et gınâ istersen ey dil dünyâda
Geç kanâat küncine bir pâdişâ ol ey gönül
(Ey gönül, dünyada zenginlik istersen fakirlikle övün; kanaat köşesine geç, bir padişah ol.”)
Kanaati seçen hakir olur mu, horlanabilir mi? Yanlış anlaşılmasın söz konusu olan kulun Allah’a karşı fakirliğidir.
Şair, kanaate, istiğnâya o derece sarılmıştır ki dünya padişahlarına yaltaklanmayı aklının ucundan bile geçirmez. Allah’a tevekkül edip dayananın dünya padişahından bir beklenti içinde olması beklenebilir mi:
Ne Süleymâna esîriz ne Selîmin kuluyuz
Kimse bilmez bizi bir şâh-ı Kerîmin kuluyuz
(Biz ne Süleyman’a esiriz, ne de Selim’in kölesiyiz. Bizi kimse bilmez, biz kerim bir şâhın (Allah) kuluyuz.)
Yüzünü dünya padişahlarından Allah’a çeviren şüphesiz en iyisini bulur. O’nu bulan her güzelliği bulur. Çünkü O’nun hükmü ezel ve ebedde cârîdir, geçerlidir. Şair mutlak bir istiğnâdan söz ediyor. Allah’a kul olan, başkalarına kulluk etmez, demek istiyor. Mutlak özgürlük Allah’a kul olmadadır. Kişi Allah’tan korkmazsa, her varlıktan, her nesneden korkar; gözle görülmeyen bir mikrop karşısında âciz, zavallı bir duruma düşer.
O hâlde korkulardan kurtulmanın yolu, Selim’e, Süleyman’a değil ezel ve ebed hazinelerinin anahtarının sahibi kerim Allah’a kul olmaktan geçer. Selim, “Yavuz” diye bilinen büyük Osmanlı padişahı; Süleyman ise onun oğlu, dünyada “Muhteşem” sıfatıyla anılan cihangir Türk padişahı...
Ancak Hayretî, bir tok gözlülük ifadesi olan beytiyle, bu kudretli hükümdarların değil, Allah’ın kulu olduğunu anlatmak istiyor. Beyitte biraz da kadrinin anlaşılmadığını, kimsenin onu fark etmediğini îmâ ettiği seziliyor. Kıssadan hisse: Basit çıkarlar için âciz insanlara kul olmanın anlamı ve gereği olmadığını vurgulamak istiyor.
Mahmut KAPLAN
YazarTarih boyunca Müslümanlar, dünyanın değişik topraklarında kurdukları devletlerle İslam medeniyetini yayma mücadelesi vermişlerdir. Bu mücadelelerden biri de sekiz asır boyunca varlığını sürdüren ve gü...
Yazar: Kemal DEMİR
Çok katmanlı anlam yapısına sahip olan tasavvufî şiirleri akılla hissetmek, duymak ve anlamak pek kolay değil. Tasavvuf kalp ayağıyla rûhî bir yolculuk olduğundan bu yola girmeyen, bu yolun erkânını i...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Baştanbaşa sanat, baştanbaşa sır,Sanatçının bir payesi ElhamraHer köşe, her bucak bir anlam taşır,Güzelliğin hoş gayesi Elhamra…Kurtuba’dan Gırnata ’ya uzanan,Sekiz yüz senelik mahzun bir destan,Gemil...
Şair: Halil GÖKKAYA
Asıl amacı Allahu Teâlâ’ya yaklaşmak ve O’nun rızasını kazanmak için kurulan vakıflar geçmişten günümüze Türk toplumunda yoğun bir şekilde, çok çeşitli alanlarda hizmet veren sivil toplum kuruluşlarıd...
Yazar: Yusuf HALICI