Faturayı Dindarlara Kesme Yanlışlığı
Tasavvuf kitaplarında dünyanın önemsizliği, âhiretin önceliği öne çıkarılır. Bu meyanda, dünyaya önem vermeyen zühd âleminin büyüklerinin sözlerinden ve münzevî hayatlarından örnekler verilerek dünyadan uzak durmanın önemi anlatılır.
Elimizdeki zühd eserleri ile bunlarda geçen tavsiyeler ve yaşantılara bakan çağımızdaki bazı insanlar, Müslümanların günümüzde hak ettikleri bir konumda olmamalarının sebepleri arasında zühd ve tasavvuf kitaplarının mü’minleri dünyadan uzaklaştırmasını zikrederler.
Buna göre, İslâm büyükleri olarak zikredilen bu kimselerin sözlerini okuyan, yaşantılarını öğrenen mü’minler dünyaya önem vermemişler ve hayattan koparak tamamen ibâdete odaklı bir yaşam sürmüşlerdir. Bir hırka, bir parça somun ile yaşamlarını devam ettirmişlerdir.
Bu arada Müslüman olmayanlar boş durmamışlar, dünyadan yararlanmaya bakmışlar ve çeşitli icatlar geliştirerek ilerlemişler, dünyaya hâkimiyet kurmuşlar, Müslümanlar da onların gerisinde kalmışlardır. Üstelik onlara muhtaç duruma düşmüşlerdir.
Tarih Bu İddiayı Yalanlıyor
Çok sık duyduğumuz bu sözlerin gerçek hayatta bir yerinin olup olmadığı sorulacak olursa, cevabı aramak ve bahsettiğimiz iddianın ne kadar sağlam bir zeminle temellendiğini anlamak için, öncelikle önümüze bir İslâm tarihi kitabı koymamız; bu kitabı masaya koyduktan sonra, söz konusu zühd hayatının önderlerinin yaşadıkları dönemlerin siyâsî tarihini okumamız icap eder.
Okumayı yaptıktan sonra, başta zühd önderlerinin yaşadıkları devirler olmak üzere, İslâm devletlerinin hiçbirinde yaşamı dışlamanın, âhiret adına dünyayı unutmanın söz konusu olmadığını görürüz. Bırakın bunu görmeyi, ilk asırlar günümüz Müslümanlarının övündükleri dönemlerin başında gelir.
Zira bu yıllar, fütûhat, siyâset, ekonomi, kültür ve medeniyet velhasıl her alanda İslâm dünyasının muhteşem başarılar gerçekleştirdiği dönemlerdir. Peki bunların dünyadan uzaklaşarak, bir hırkaya bürünüp dağ başına çıkarak, herkesin birbirinden kopmasıyla gerçekleşmesi mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. O zaman zühd önderlerine ve onların etkisinde kaldığı iddia edilen Müslümanlara yöneltilen suçlama pek de sağlam bir zeminde yükselmiyor demektir.
Günümüzde Durum Farklı Değil
Esasında çok eskilere gitmemize gerek yok. Şu dönemde de tasavvuf hayatını benimsemiş olan insanlar aynı kitaplara son derece önem vermekte ve bu kitaplardaki dünyayı öteleyen, âhirete yönelmeyi teşvik eden sözleri ve yaşantıları okumaktadırlar.
Bizler bu cemâatlerin müntesiplerinin hayatlarına baktığımızda, ne dünyadan koptuklarını ne de bir yere kapanıp günlerini ve gecelerini sadece ibâdetle geçirdiklerini görmekteyiz. Onlarda gördüğümüz yegâne durum, kulluğu öncelemeleri, nâfile ibâdetlere herkesten fazla önem vermeleri, birbirleri arasında dayanışmayı diğer mü’minlerden fazla gerçekleştirmeleri, bu arada da gündelik yaşamlarını sürdürmeleridir.
Onlar hem bu kitaplara ve içlerinde anlatılanlara önem vermekteler hem de yaşam standartlarını üst seviyeye çıkarmak, ailelerine daha iyi bir yaşam sunmak ile İslâm’ın daha geniş coğrafyalarda yaşanması için maddî imkânlarını seferber etmek için çabalamaktadırlar. Hatta günümüz Türkiye’sinde pek çok üst seviyede zenginin, tasavvufu kendisine yaşam tarzı olarak benimsediğini hepimiz bilmekteyiz.
Bu gerçek bizlere zühd hayatını öven sözler ile hayat öykülerinin Müslümanları dünyadan kopardığı şeklindeki iddianın haklı bir suçlama olmadığını göstermektedir. Zira günümüzdeki mü’minlerin dünyaya bakışları nasılsa, geçmiş dönemlerde de ortalama olarak aynıydı.
Gerçeği Doğru Okumak
Burada esasında görmek istemediğimiz veya görmemiz gerektiği hâlde aklımıza gelmeyen bir hakîkat vardır. O da şudur:
Zühd ve tasavvuf kitaplarında sahâbî Ebû Zer misali, dünyadan kopuk bir hayat yaşadıkları ve maddiyat olarak bir şeylerinin olmadığı zikredilen insanlar, toplumun âhireti unutmaması, dünyaya kendini kaptırmaması açısından önemli bir işlev görmüştür.
Zira bu zevâtın sohbetleri, sergiledikleri ibâdet yaşantısı insanların gönülleri üzerinde etki yapmıştır. Onların dünyadan kopuk yaşamaları ise genel halk kitlesi üzerinde etkili olmamış, insanlar gündelik yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Dolayısıyla toplumdan farklı münzevî yaşamlarını bireysel tercihleri olarak anlamak ve toplum içinde böyle birkaç insanın bulunmasının gâyet normal olduğunu söylemek durumundayız.
Hatta bunun yararlarından bile söz edebiliriz. Sonuçta bu onların kendi tercihidir. Nitekim günümüzde de farklı İslâmî anlayışlar çerçevesinde genel Müslüman kitleye göre değişik tutum ve yöntemler içinde olan hareketler vardır. Bunların genel Müslüman topluluk üzerinde etkisi yoktur ve bu insanların bir çeşni, bir renklilik olarak kabul edilmesi, anlayışla yaklaşılması en güzel yoldur.
Kaldı ki klâsik kitaplarda anılan insanların esasında tamamen dünyadan kopmadıkları da zikredilmektedir. Dolayısıyla geçmiş yansıtılırken bilgiler seçilerek alınmamalı, aynı hususla ilgili farklı rivâyetler bilinçli olarak göz ardı edilmemelidir.
Zira tersi durum tabloyu yanlış okumaya veya muhâtap kitleyi yanlış bilgilendirmeye sevk eder. Hâlbuki zühd hayatının önderlerine dâir aşağıda zikredeceğimiz bilgilere bakan bir insan söz konusu insanların dünyadan tamamen koptuklarını düşünmez. Kezâ dünyayı ihmal etmek, ondan tamamen uzaklaşmak gerektiği sonucunu çıkarmaz. Bu hususu teyit etmek için bazı örnekler zikredelim:
1- İbn Şihâb ez-Zührî (vefatı: 742): “Zühd, haramın sabrı yenemediği, helâlin de şükre mâni olamadığı şeydir.”
2- Süfyân es-Sevrî (vefatı: 778): “Zühd, emel ve arzuları azaltmak ve hırstan sıyrılmaktır. Yoksa ne âdî şeyler yemek ne de yırtık ve yamalı şeyler giymektir.” Yanındakiler, “Kişi hem zengin hem zâhid olabilir mi?” diye sorduklarında da şu cevabı verir: “Evet zâhid olabilir. Yeter ki herhangi bir belâya mâruz kaldığında sabredebilsin, bir nimete nâil olunca da şükredebilsin.”
3- Fudayl b. İyâz (vefatı: 803): “Zühdün aslı Allah’tan râzı olmaktır. Kanâatkâr kişi zâhiddir. Zâhid ise zengindir. Her kim yakîni elde ederse bütün işlerinde Allah’a güvenir. O’nun yazdığı kadere râzı olur, ümitle korku hâlinde mahlûkattan alâkasını keser. Bu durum onun gayr-i meşrû bir yolla dünyayı talep etmesini engeller. İşte böyle yapan bir kimse dünyalık hiç bir şeye sahip bulunmasa bile zâhid ve insanların en zenginidir.”
4- Ebu Süleyman ed-Dârânî (vefatı: 820): “Gerçek zâhid dünyayı ne zemmeder ne de medheder. Ona iltifat etmez. Dünya kendisine yöneldiğinde sevinmediği gibi ondan uzaklaştığında da üzülmez.”
5- Hâris el-Muhâsibî (vefatı: 857): “Zühd, dünyaya ait kıymet ve değerlerin kalpten atılması ve dünya ile ilgili her şeyin çıkarılmasıdır. Kalpten eşyanın değeri düştüğü zaman, onun varlığı ile yokluğu eşit olur. İşte o zaman zühd gerçekleşmiş olur.”
6- Yahya b. Muâz (vefatı: 872): “Gerçek zâhid, Allah’ın dışında bütün isteklerden kalbini boşaltan kimsedir.”
7- Bâyezîd-i Bistâmî (vefatı: 874): ”Zâhid, bir şeye sahip olmayan demek değildir. Asıl zâhid, malın mülkün kendisine sahip olmadığı kimsedir.”
8- Cüneyd-i Bağdâdî (vefatı: 909): “Zühd, dünyanın küçük görülüp izlerinin kalpten çıkarılmasıdır.”
9- Ebû Tâlib el-Mekkî (vefatı: 996): Zühdün, varlıklı kişilerle yoksul kişilere göre farklılık arz ettiğini söyler. Zenginin zühdü, malı elinden çıkarması ve kalbini ona bağlamamasıdır. Kişinin varlık içindeyken malı kendisi için alıkoyması uygun düşmez. Çünkü bu tutumu varlığa düşkün olduğunu gösterir. Fakirin zühdü ise yokluk içinde varlığa imrenmemek ve yokluğa rızâ göstermekle olur.
Şimdi buraya alıntıladığımız bu rivâyetlerde, “Dünyayı ihmal edin, hiç önem vermeyin, yeryüzünü Allah’ın son dinini inkâr edenlere bırakın.” diye bir anlam var mı? Yoksa burada, dünyayı yaşarken âhireti unutmayın mı deniyor? Elbette ölüm sonrasını unutmadan kullukla bezeli bir yaşam sürülmesi istenmektedir.
Suçlanan Kitaplar
Müslümanların dünyadan kopma sebepleri arasında sayılan zühd ve tasavvuf eserlerine gelince, söz konusu kitaplarda tavsiye edilen hususlar ile bunların sosyal hayatta bulduğu mâkes hiçbir zaman tam olarak örtüşmemiştir. Şöyle ki, insanlar bu kitapları okumuşlardır, ancak dünyadan kopmamışlardır.
Bilakis sosyal yaşantılarını sürdürmüşlerdir. Başka bir ifadeyle, bu kitapları “Dünyayı tamamen terk etmek gerekir.” anlayışıyla okumamışlardır. Zaten o kitaplar da aslında bunu istememekteydi.
Bunun anlamı söz konusu kitapların çok az etkili olduğu değildir. Tam tersine, bu eserlerin son derece müsbet etkisi olmuştur. Zira bahis mevzuu eserler Müslümanların kendilerini mala kaptırmamaları, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar âhireti unutmamaları, zekatlarını ihmal etmemeleri, iffetli olmaları, kalplerine ve dillerine sahip olmaları istikâmetinde çok büyük bir motivasyon sağlamıştır.
Dolayısıyla kulluğu unutmama noktasında söz konusu eserlerin büyük tesiri olduğunu, dünya âhiret dengesini kurmaya yardım ettiğini söyleyebiliriz. Ancak bu hiçbir zaman Müslümanların dünyaya küsmeleri ile sonuçlanmamıştır. Kaldı ki, günümüzde tasavvufu kendisine yol olarak benimsemiş hareketlerin pek çok ticarî faaliyette bulunması, dünyevî anlamda pek çok alanda iştigal etmesi bunun göstergesidir.
İhmal Edilen Hakikat
Müslümanların geri kalmışlığını zühd ve tasavvuf önderlerinin insanlarda oluşturduğu dünya bakışına veya ilgili eserlere bağlayanların göz ardı ettiği bir husus daha vardır. O da şudur: Söz konusu rivâyetleri ve kitapları bir kenara bıraksak, sadece Kur’ân ve hadislere bakacak olsak, yine de insanda dünyaya önem vermemek ve âhirete yönelmek gerektiği inancı oluşur. Sözümüzü teyit için birkaç örnek zikredelim:
1- “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği zirâatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.”[1]
2- “Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.”[2]
3- “Rabb’inin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır.”[3]
4- “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[4]
5- “Vallahi âhiretin yanında dünyanın durumu, sizden birinin parmağını denize daldırıp çıkarması gibidir. Çıkardığında parmağının (denizden) ne çıkardığına bir baksın!”[5]
6- “Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin bir kanadı kadar değeri olsaydı, ondan hiçbir kâfire bir yudum bir şey içirmezdi!”[6]
7- “Allahu Teâlâ bir kulu sevdiği zaman, tıpkı sizin bir hastayı sudan koruduğunuz gibi onu dünyaya karşı himâye eder.”[7]
8- “Ailesi âfiyette, bedeni sıhhatli, günlük rızkı da bulunduğu hâlde sabahlayan kimseye sanki dünya verilmiş gibidir.”[8]
Şimdi biz bunları okuduğumuzda Allah’ı ve peygamberini suçluyor muyuz? Elbette böyle bir şey aklımızın ucundan bile geçmiyor. Peki âyetler ve hadisler karşısında ne yapıyoruz? Hemen yorum boyutuna başvurarak “Esasında dünyanın tamamen ihmal edilmesi istenmemektedir, gönlü kaptırmak men edilmektedir.” diyoruz.
Bunu Allah’a ve Rasûl’üne olan saygımızdan, haddi aşmaktan korktuğumuzdan dolayı yapıyoruz. Ayrıca doğru olan bu olduğundan dolayı bunu yapıyoruz. Ama konu şahıslar olduğunda nedense pervasız oluyoruz. Olabildiğince suçluyoruz bu insanları. Onların sözlerini ve fiillerini doğru anlamak için çaba sarf etmek yerine kolaycılığa kaçarak sorumluluğu üzerlerine yıkıyoruz.
Şimdi hangimiz Kur’ân ve hadislerin Müslümanları dünyadan kopardığını iddia edebilir ki? Kimse edemez. Zira doğru okuyan bir göz Kur’ân ve hadislerden böyle bir mesaj çıkarmaz. Zaten tarih boyunca mü’minler her ikisini doğru okuyarak dünyayla bağlarını kesmemişlerdir.
O zaman zühd önderlerinden nakledilen rivâyetleri de aynı gözle okumak durumundayız. Daha saygılı yaklaşarak, yaşamlarının ve tavsiyelerinin Müslümanların sosyal hayatları üzerinde müsbet yönde etkili olduğunu anlamaya çalışmak, mü’minleri dünyadan koparmadığını görmek icap etmektedir.
Bir Başka Suçlama Daha
Her olumsuzluğun faturasını Müslümanlara kesme yaklaşımına göre, mü’minlerin geri kalmalarının en büyük sebeplerinden biri de yanlış kader anlayışıdır. Müslümanlar, sahip oldukları bu anlayışla başlarına gelen belâ ve musîbetlerin kaderde yazıldığını, yapacak bir şeyleri olmadığını düşünerek mücâdeleyi terk etmişlerdir. Her felâketi kabulle karşılamışlar ve değiştirmek için bir çaba içerisine girmemişlerdir.
Yukarıda bahsettiğimiz kitabı tekrar açalım. İslâm tarihinin hangi döneminde Müslümanlar kaderimiz bu diyerek mücâdele sahasından çekilmişler ve olan biteni her hangi bir refleks göstermeden olduğu gibi kabullenmişlerdir, diye bakalım. Bir tek örnek bulamayız. Tam aksine İslâm tarihi tamamen mücâdeleler tarihidir. Bir anlamda baştan sonra çekişmeler tarihidir.
İktidarların zayıfladığı dönemlerde ve bölgelerde insanlar sürekli isyanlara teşebbüs etmişler, hırslı kişilerin peşinde koşan kitleler pek çok nâhoş olayın yaşanmasına sebep olmuşlardır. Bunların olmadığı dönem ve coğrafyalarda da fütûhat ve bilim alanında müthiş bir hareketlilik vardır.
Bu sebeple İslâm tarihini bütünüyle aksiyon tarihi olarak tanımlamak yanlış olmaz. Bunlara bakan insan, “Kaderimiz böyleymiş diyerek bir köşeye sinmiş insanlar tarihin hangi döneminde yaşamış acaba?” diyecek, lâkin kitabın iki kapağı arasında böyle bir zümre bulamayacaktır.
Belki bireysel olarak bu tür bir bakış açısını benimsemiş insanlara veya küçük guruplara rastlayabilecektir ancak kitlesel bir hareketi kesinlikle tesbit edemeyecektir. Çünkü söz konusu kader anlayışının Müslümanları hantallığa ve teslimiyete teslim ettiği iddiası gerçekliği olmayan bir söylemden öte bir şey değildir. Sadece ve sadece mü’minlerin bugünkü zillet durumuna sebep aramak için ortaya atılmış âfâkî bir düşüncedir.
Peki Müslümanların gerçekten de bir teslimiyet içinde olmalarına sebep olan bu kader anlayışının aslı nedir? Bu kader anlayışı, olan biten olumsuzluklar karşısında Müslümanları rahatlatan bir araçtır, ötesi değil. Üçüncü halîfenin şehit edilmesiyle başlayan süreçte yaşanan felâketler karşısında kader anlayışı mü’minleri teskin eden, psikolojik olarak rahatlatan bir vasıta olmuştur.
“Demek ki bunlar kaderimizde varmış, başımıza gelecekmiş.” anlayışıyla inananlar kendilerini rahatlatmaya, olan biteni metânetle karşılamaya çalışmışlardır. Bu nevi bir kader anlayışının toplumun ruh dünyasının ve huzurunun temininde müsbet etkisi olduğunu söylemek mümkündür. Hatta günümüzde de insanların başlarına gelen felâketleri olgunlukla karşılanmalarında aynı kader anlayışının olumlu etkisi olduğu gözlenebilir.
Biz burada böylesi bir kader anlayışının doğruluğunu veya yanlışlığını tartışıyor değiliz. Bizim yaptığımız, söz konusu kabulün müsbet boyutunun olduğunu dile getirmekten, bu anlayışın Müslümanların bugünkü durumunda bir etkisi olmadığını ifade etmekten ibarettir.
Ne Yapılmalı
Sözün özü, her yanı kendisine düşman bir coğrafya ile çevrilmiş ve bunlarla mücâdele etmek durumunda kalmış bir ümmetin bugünkü durumunu çok basit sebeplere indirgemek ve sadece Müslümanları suçlamak hakkâniyetli değildir. Bugünkü zillette elbette Müslümanların ve en başta da toplumları yönlendiren önderlerin olumsuz etkisi vardır, ancak ağırlıklı sebepleri görmeden suçu başka alanlarda aramanın, sorumluluğu tamamıyla mü’minlerin üzerine yıkmanın bir mantığı yoktur.
Zira bütün bu geri kalmışlığın ve zilletin sosyoloji, psikoloji, tarih, siyâset bilimi ve diğer ilim dalları açısından ortaya konabilecek pek çok sebebi vardır. Olan biten, bir iki sebebe bağlanarak izah edilecek kadar basit değildir. Çok boyutlu ve karmaşıktır. Bunu anlamaya, ellerimizi Müslümanların yakasından çekerek başlasak yeridir.
[1] 57/Hadîd, 20.
[2] 3/Âl-i İmrân, 14.
[3] 79/Nâziât, 40-41.
[4] 59/Haşr, 18.
[5] Müslim, Cennet, 55.
[6] Tirmizî, Zühd, 13.
[7] Tirmizî, Tıb, 1.
[8] Tirmizî, Zühd, 34.
Enbiya YILDIRIM
YazarBizim inancımıza göre, insanın yaratılış gayesi bellidir; Allah onu bir sınav için dünyaya getirmiş ve sınav sonunda alacağı puana göre âhirette hak ettiği karşılığı verecektir. Kul nereyi hak ediyors...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Çocuklarımız: en büyük değer, paha biçilemeyen bir kıymettir. Hangi bahçenin çiçeği olursa olsun aynı şefkati, aynı sevgiyi, aynı ölçüde hak ettiğini bütün insanların bilmesi ve uygulaması gerekir. Dü...
Yazar: Ali ÖZKANLI
Bu vatan uğruna kıymetli candanTereddüt etmeden geçer şehitler.Bayrağa bulanmış renkleri kandanCennette gül olup açar şehitler.Düşmana ğöğsünü eylemiş siperAllah Allah diye en önde giderBulunmaz ne ga...
Şair: Ramazan PAMUK
Asıl amacı Allahu Teâlâ’ya yaklaşmak ve O’nun rızasını kazanmak için kurulan vakıflar geçmişten günümüze Türk toplumunda yoğun bir şekilde, çok çeşitli alanlarda hizmet veren sivil toplum kuruluşlarıd...
Yazar: Yusuf HALICI