Osmanlı Toplumunun Renkli Dünyası
Osmanlı cemiyetinin oldukça zengin ve renkli bir yelpazesi vardı. İnsanî hoşgörü iklimi altında, çok sesli bir harmoni içerisinde birlikte yaşama becerisini gösteren, faziletli bir içtimâî bünyeye sahipti. Elbette bütün milletlerde olduğu gibi Osmanlı’da da, cemiyet düzenini ve huzurunu bozan insanlar ve gruplar mevcuttu.
Ancak bunlar azınlıktaydı; devlet ve cemiyet tarafından kontrol ediliyordu; içtimâî ahengi ve âdâbı tehdit edebilecek seviyede değildi. Aşağıda aktaracağımız bilgiler, bu cemiyetin dikkat çekici yönlerini, ilginç meslek erbaplarını, farklı hayat tarzına, âdet ve alışkanlıklara sahip sosyal sınıfları ve değişik mekânları resmetmektedir.
Diş Çeken Berberler
Eskiden kan alma, diş çekme ve sülük yapıştırma işleri, bugün bize çok ilginç ve şaşırtıcı gelecek şekilde, berberler (perukârlar) tarafından yapılıyordu. Bu sanatta bilgi, kabiliyet ve ihtisas sahibi olanlara Saray Başhekimince “izinnâme”, yani ruhsat verilirdi.
Ayrıca başlarındaki fese, cerrah âleti “kerpeten” işaretini bir alâmet olarak takmalarına müsaade edilirdi. Son dönem balıkhane nazırlarından (balık hali müdürü) Ali Rıza Bey’in zikrettiği, 1810 yılına ait şu izinnâmeler, bunun çarpıcı numunelerindendir:
“İzinnâme: İstanbul’da Mahmutpaşa’da Sultan Odaları karşısında dükkânı olan ve diş çıkarmakta bulunan Aleksan’a bu sanatlarda mahareti olduğundan tarafımızdan izin ve ruhsat verilmiştir. Irz ve edebi ile sanatından başka işle meşgul olmazsa tarafımızdan ve başka kimse tarafından müdâhale edilmeyecek.”
“Fese alâmet takma izni: Mahmutpaşa civarında Sultan Odalarında berber Aleksan oğlu Lutfi, kan almak, sülük yapıştırmak ve diş çıkarmakta mahareti olduğundan fesine cerrah âleti olan kerpeten işareti takmasına izin verilmiştir. Gerektir, bu sanattan başka sanata girmeyerek ırz ve edebiyle olduğu hâlde kimse tarafından müdâhale edilmeye.”
İşportacılık Yasaktı
Başta payitaht İstanbul olmak üzere tüm Osmanlı şehirlerinde işportacılığa izin verilmez, sıkı kontrol ve takibat altında tutulurdu. O dönemin belediye başkanı olan Şehremini veya Muhtesib, çarşı-pazarı, mahalle ve sokakları devamlı surette kontrol ettirir; küfeci, işportacı ve diğer gezgincilere göz açtırmazdı.
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Efendi’nin verdiği bilgiler bunu doğrulamaktadır: “Sokaklara küfe ve işporta tablalarını koyarak satıcılık yapanlar, yakalanarak belediyeye getirilir, alt katta tahta parmaklıklarla ayrılmış toprak bir odaya tıkılırlar; geceyi orada geçirirlerdi...
(Belediye Reisi) Hüseyin Bey ekseriya teftişe çıkardı. ‘Hüseyin Bey teftişe çıkmış, Mahmutpaşa tarafından geliyormuş.’ sözü duyulur duyulmaz, ne kadar küfeci, işportacı gibi gezginci esnaf varsa hepsi çil yavrusu gibi dağılır bir tarafa gizlenirdi.”
Sebilciler/Sakacılar
“Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.” şuuruyla hareket eden Osmanlı insanının, hayrat düşüncesiyle îfâ ettiği işlerden biri de Sebilcilik, diğer ismiyle su taşıyan manasındaki sakalıktır. Eskiden, evlerde su bulunmadığından, mahalle çeşmelerinden evlere su taşıma hizmeti, sakalar loncasına kayıtlı sakalar tarafından yerine getirilirdi. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesinde geçen kayda göre, 17. yüzyılda 1400 atlı saka ve 800 yaya saka bu işe bakıyordu.
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in onlarla ilgili aktardığı malûmat şöyledir: “Sebilciler, ak takke üzerine yeşil veya beyaz sarık sarar, meşin şalvar üzerine yakasız, düğmesiz ve iliksiz, kolları bolca kısa bir ceket giyerlerdi. Meşinden yapılma musluklu su kabını (kırbayı) omuzlarına asarlar, ellerinde de sarı pirinçten su tası bulunurdu.
Kandil akşamları cami avlularında, sair günlerde de sokaklarda ve mesire yerlerinde dolaşırlardı. Kadınların birçoğu ölmüşlerinin ruhları için sebil edilmek üzere bunlara para verirler, parayı aldıkça ‘Sebilullâh şehâidân-ı deşt-i Kerbelâ ervâhı için sebil/Allah yoluna Kerbelâ Çölünde susuzluktan ölen şehitlerin ruhları için.’ diye bağırırlardı.”
Tiryakiler Ve Kahvehaneler
İstanbul’da ilk çayhaneler ve kahvehaneler, Beyazıt ve Şehzadebaşı semtlerinde 1554 yılında açıldı ve zaman içinde büyük değişim geçiren mekânlardan oldu. Tarihçi Peçevî İbrahim Efendi de bunu tasdikleyip şerh ediyor; “Yıl 962 (1554). Dokuz yüz altmış tarihine gelinceye kadar başkent İstanbul’da ve kesinlikle bütün Rum ilinde kahve ve kahvehane yok idi.
Söylenen yılın başlarında Halep’ten Hakem adında esnaftan bir adam ile Şam’dan Şems adlı kibar bir kişi gelip Tahtakale’de açtıkları birer büyük dükkânda kahve satmaya başladılar. Keyiflerine düşkün bazı kişiler, özellikle okuryazar takımından birçok büyük kimse bir araya gelmeye ve yirmişer, otuzar kişilik toplantılar düzenlemeye başladılar…”
Genelde beyaza boyanan kahvehanelerde, sedirlerin üzerinde oturulur, bunların üstü de hasırla örtülürdü. Bazı kahvehanelerin ortasında fıskiyeli havuz bulunur, çıkan suyun sesi insanları dinlendirirdi. Osmanlı’da kahvehaneler genel anlamda imâret, semâî ve esrarkeş kahvehaneleri olmak üzere üçe ayrılırdı.
İmâret kahvehaneleri, insanların beş vakit ibâdet ettikleri, dinî-tasavvufî sohbetler yaptıkları yerlerdi. Yanı sıra halka, Battalgazi ve Hamzanâme adlı kitaplar ile şiirler okunur, musiki icra edilir, Karagöz-Hacivat oynatılırdı. Semâî kahvehanelerinde de semâî, mani, koşma ve destanlar söylenir, halk oyunları oynanırdı. Esrarkeş kahvehaneleri ise, uyuşturucu ve nargilenin içildiği, tam manasıyla sefâletin hâkim olduğu yerlerdi.
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in, mahalle kahvehaneleriyle ilgili yazdıkları dikkat çekicidir: “Vaktiyle Tiryaki Çarşısında ilim ve irfan sahibi kibar ve zarif kişiler için muntazam kahvehaneler vardı. Terbiye ve güzellikten mahrum muâşeret bilmeyen birtakım kimseler bu gibi topluluklardan zevk alamadıkları için onların kahvehaneleri de ayrı idi.
Kibar kahvehanelerinde satranç, dama ve benzeri oyun meraklıları da bulunurdu... Kahvehanelerin hepsinde ‘Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül ahbap ister kahve bahane.’ veya “Ehli keyfin keyfini kim tazeler? Taze elden taze pişmiş taze kahve tazeler.” gibi yazılı levhalar vardı.
Kabadayı kahvehanelerine levha yerine resimler asılmıştı. Bu resimler, Hazreti Ali’nin Zülfikâr ile İfriti öldürüşünü, Veysel Karanî Hazretleri’nin Yemen illerinde deve güttüğünün resimleri idi... Kahveci, kitap okuyan müşteriden kahve parası almazdı.”
Konunun uzmanlarından Prof. Kemalettin Kuzucu’nun belirttiğine göre bilhassa Sultan II. Abdülhamid Dönemi’nde kahvehanelerin ve Direklerarası çayhanelerinin sayılarında bariz bir artış yaşandı. Dönemin çayhaneleri içerisinde en ünlüsü Hacı Reşid’in çayhanesi idi.
Çayhanenin müdavimleri arasında Muallim Naci, Ahmed Rasim, Ahmed Mithat Efendi, Cenap Şehabeddin, Neyzen Tevfik, Ahmed Hamdi, Tepedelenlizâde Kâmil gibi sanat, siyâset ve düşünce dünyasının meşhur simâları vardı. Yine bu dönemde Neyzen Tevfik, Münir Nurettin Selçuk, Sadettin Kaynak, Abdülkadir Gölpınarlı, Ali Nihat Tarlan’ın ziyaret ettiği Yavru’nun çayhanesi; Şule Kıraathanesi; Harputlu Mehmed Ağa’nın çayhanesi; Şark Tiyatrosu’nun yanında Mehmet Akif, Halide Edip, Arif Hikmet’in uğradığı Hacı Mustafa’nın çayhanesi; Yakub’un Çayhanesi; Ali Baba Çayevi gibi daha birçok çayhane bulunmaktaydı.
Tulumbacılar: İtfaiyeci Gençler
Osmanlı’da Tulumbacılar/İtfaiyeciler Ocağı, yangınları söndürmek ve mahsur kalanları kurtarmak için kurulan bir teşkilâttı. İstanbul’da evler, depremleri en az hasarla atlatmak için daha ziyâde ahşaptan yapılıyordu; bundan dolayı da bir yangın sırasında kısa sürede yanıp kül oluyordu.
Evlerin mesafesi de çok yakındı ve bir evde çıkan yangın, kolayca diğerlerine sıçrıyordu. Sultan III. Murad Han zamanında yaşanan büyük yangından sonra 1572’de çıkan fermanla, her evde bir küp su, merdiven, kazma ve kürek bulundurma mecburiyeti getirildi.
18.asrın başlarında Davud adındaki Fransız bir Müslüman teknisyen, yangın söndürmek için tulumba yaptı ve 1714’teki Tüfekhane ve Tophane yangınlarında başarıyla denendi. İki yıl sonra Yeniçeri Ocağı’nın bir şubesi olarak “Dergâh-ı Âlî”ismiyle, Tulumba Ocağı kuruldu. Başına da bu Fransız Müslüman getirildi. 1869’da belediye dairelerine ve mahallelere tulumbalar verilerek semt tulumba ocakları kuruldu.
Tulumbacılar, şehrin yüksek yerlerinde inşa edilen yangın kulelerindeki gözcüler vasıtasıyla yangınları haber alırlardı. Omuzlarında su tulumbaları ve yangın söndürme âletleri ile yangın yerine koşarlardı. Tulumbacılar, daha çok mahallenin gençlerinden meydana gelirdi.
Devlet dairelerinde de, ocak adıyla tulumbacı teşkilâtı kurulmuştu. Yangın ânında, genç memurlar, âletlerini alıp yangına koşarlardı. Kalabalık yerlerden geçerken, hangi semtin tulumbacıları olduklarını belli eden naralar atarlar ve gençleri mesleğe teşvik ederlerdi.
Kaynaklar: Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, Neşre Hazırlayan: N. Ahmet Banoğlu, İstanbul (tarihsiz), Tercüman 1001 Temel Eser; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c.3, İstanbul, 1993; A. Turan Alkan, “Kuş Kafesi Sebiller”, Osmanlı Ansiklopedisi, c.5, İstanbul, 1993, Ağaç Yayınları; İlhan Akbulut, “Eski İstanbul’da Sakalar Sebilciler”, İlgi dergisi, İlkbahar 1992, Sayı: 69; Eski İstanbul’da Sakalar, Sebilciler, Sucular, İstanbul, 1992, İSKİ Yayınları; Peçevî, Peçevî Tarihi, c.1, İstanbul, 1281/1864, (Latince Baskısı: Hazırlayan: B. Sıtkı Baykal, Ankara, 1992, Kültür Bakanlığı Yayınları); Kemalettin Kuzucu, Bin Yılın Çayı: Osmanlı'da Çay ve Çayhane Kültürü, İstanbul, 2012, Kapı Yayınları; “Osmanlı’da Çay ve Çayhane Kültürünün Gündelik Hayatı Zenginleştiren İnanılmaz Güzellikleri”, Tarih ve Düşünce dergisi, Aralık 2003-Ocak 2004, Sayı: 45; M. Ziya Gözler, “Türklerde Çay ve Kahve Kültürü”, Türk Yurdu dergisi, Nisan 2014, Sayı: 320; Uğur Göktaş, “Kartpostallarda Tulumbacılar”, İlgi dergisi, Sonbahar 1987, Sayı: 51; Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Tulumbacıları, İstanbul, 1981.
İsmail ÇOLAK
YazarKöyde, erkeklerin bile kalmadığı zor ve kara günler yaşanıyordu.Bir gün Balıkesir’in İvrindi Köyü’ne bir grup subay ve asker, cepheye yine asker toplamaya gelmişti.Köylüleri, muhtar kanalıyla meydana ...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Gündüzleri bir hazine bulmak için dağ bayır her tarafı kazarak vakit geçirenler muhtemeldir ki gece rüyalarında ya hazineleri ya da kazma kürek gibi âletleri görürler. Günlük hayatlarında sürekli biri...
Yazar: Aydın BAŞAR
Fâni koymuşlar adınıGeçip gider burda zamanKuş misâli kanadınıAçıp gider burda zaman.Ne dost olur ne arkadaş,Vefâ ummak bir boş uğraş.Genç ömrümü yavaş yavaşBiçip gider burda zaman.Gül düşerdi yolları...
Şâir: Ahmet Sami BENLİ
Müderris Gözlüklü Hafız Ali Efendi, İzmir’in işgali sırasında, bir taraftan Faik Paşa Medresesi’nde talebe okuturken, bir taraftan da Eşrefpaşa semtinde gönüllü bir askeri birlik oluşturmuştu. Bu kuvv...
Yazar: İsmail ÇOLAK