Yedi Pîrin Beldesi: Buhârâ
Buhârâ, yedi Nakşbendî pîrine ev sahibi yapmasıyla meşhûrdur. Fakat öncelikle ifade edilmelidir ki bu şehirde cennetle müjdelenen on sahâbîden Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın makamı da bulunmaktadır. Ebû Ubeyde b. Cerrâh (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonra kendisine biat edilmek istenenlerden birisidir.
Fakat o, Hz. Ebû Bekir’in hilâfete lâyık olduğunu düşünerek bu teklifleri reddetmiş, ilk iki halife döneminde mühim görevler îfâ etmiştir. Bu görevlerin en önemlisi Hz. Ömer (r.a.) döneminde Suriye bölgesindeki ordulara kumandan tayin edilmesidir. Ebû Ubeyde b. Cerrâh (r.a.); Kudüs fatihi olmakla birlikte komutasındaki İslâm orduları Anadolu’nun güneyindeki Antakya, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa şehirlerine kadar ilerlemişlerdir.
Buhârâ şehri, Nakşbendiyye Tarikatı’nın âdeta başkentliğini yapmaktadır. Zira tarikatın 11 esasını belirleyen Abdülhâlık Gucdüvânî ve tarikata adını veren Muhammed Bahâuddin-i Şâh-ı Nakşbend bu şehirde medfûndur.
Silsiledeki sırayla ifade edilecek olursa Abdülhâlık Gucdüvânî (v. 1220), Muhammed Ârif Rîvgerî (v. 1237), Mahmûd Encîrfağnevî (v. 1286), Ali Râmîtenî (v. 1321), Muhammed Baba Semâsî (v. 1335), Seyyid Emîr Külâl (v. 1370) ve Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend’in (v. 1389) kabirleri bu şehirdedir. Özbeklerin yedi pîr olarak bildiği bu zâtlar, insanların gönül dünyasını ihyâ eden ve zor zamanlarda sığındıkları mânevî bir liman gibidir. Allah sırlarını mukaddes eylesin ve bizleri bu sırdan hissedâr eylesin.
Külliyeler genellikle geniş bir arsalar üzerine kurulu olup abdesthâne, şadırvan, oturulacak ahşap gölgelikler, mescid ve türbelerden müteşekkildir. Özellikle yapıların girişlerinde gölgelik niyetine yapılan sundurmaların ve mescidlerin ahşap tavanları, estetik ve simetri harikası olarak dikkat çekicidir.
Yapıların bir diğer ortak özelliği ise türbelerde mermer kullanılmasıdır, her türbenin bahçesinde bir havuz bulunmaktadır. Külliye civarlarında konaklamaya müsait otel ve apartlar mevcut. Her türbede Buhârâ’daki yedi pîrin mezar yerlerine dair krokiler var.
Abdülhâlık Gucdüvânî (k.s.), Malatyalı Abdülcemil İmam’ın oğludur. Sebebi bilinmemekle birlikte aile Malatya’dan çıkıp Buhârâ’daki Gucdüvân köyüne taşınmıştır. Abdülhâlık Gucdüvânî, bu köyde doğup büyüdüğü için Gucdüvânî mahlasıyla anılmıştır. Hazretin Malatyalı olduğuna dair bu bilgi, rehberlik panosunda yer almaktadır. İkindi namazında ziyaret ettiğimiz bu türbede, bisikletleriyle namaza gelen Özbekler ve abdesthâne kapısında ikram edilen esanslar hafızamızda yer etmiştir.
Arif-i Rivgerî (k.s.) türbesi de benzer yapı özellikleri ile inşâ edilmiştir. Fakat bu türbenin yekdiğerlerinden farkı içerisinde bir müzenin bulunmasıdır. Müzede Buhârâ’da medfûn Nakşî meşâyıhın eserlerinin orijinalleri, semaverler, topraktan mamul testiler, tedavülden kalkmış paralar, tokaçlar, yöresel sazlar ve bölgedeki kazılarda bulunan taşlar sergilenmektedir.
Müzede adımlarken Darende Somuncu Baba Külliyesi’ndeki müze hatıra gelmekte; coğrafyalar arasındaki mânevî irtbatın doğurduğu kültürel benzerlikler, insanı düşünmeye sevk etmektedir. Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.), şeyhine yaklaşık 2 km yakınlıkta medfûn.
Mezarı yer seviyesinde ve sanduka üzerinde yeşil bir türbe örtülü. Külliye içerisinde inşaatı henüz başlamış bir cami söz konusu. Her yerde olduğu gibi burada da mânevî huzurda diz çöküp okuduğumuz aşr-ı şerifi, Hazret’in rûhuna hediye ediyoruz.
Gün batmaya durduğunda girdiğimiz Ali Râmîtenî türbesinin kubbeleri, Buhârâ ve Semerkant’ın insana huzur veren çini mavisiyle bezeli. Külliyeye girince sağ tarafta kalan şadırvan, havuz ve minare; külliyeye sırtını verdiğinizde karşı tepede başka bir yapı.
Bu yapıda Ali Râmîtenî Hazretleri’nin talebeleri yatmakta imiş. Külliyenin yanında yöresel halk pazarına denk geliyoruz. Bölgeye mahsus somse adı verilen ekmekler, kurutulmuş küçük yuvarlak peynirler, canlı küçükbaş hayvanlar ve türlü meyveler… Yerel paraları arabada unuttuğumuz için çok beğendiğimiz üzümlerden alamamanın pişmanlığı ile Muhammed Baba Semâsî türbesine doğru yola çıkıyoruz.
Muhammed Baba Semâsî (k.s.) türbesinde bir sürprizle karşılaşıyoruz. Diğerlerinden farklı olarak sadece burada beyaz ve siyah üzümlerden oluşan mükemmel bir asma… Türbenin 60 yıllık görevlisi Hacı Maksud, biz henüz bir şey demeden üzüm ikram etmek istediğini söylüyor.
Maddî ve mânevî nimetleriyle tıpkı bir cennet… Bu külliyede ayrıca Abdülhâlık Gucdüvânî ve müridlerinin sohbet ettiği bir mekân var. Türbenin dış kısmı mermer, iç bölmesi ise ateş tuğlasından örülü. Ateş, tıpkı taşları pişirdiği gibi mâneviyat ateşi de mü’min gönüllerin olgunlaşmasına hizmet etmektedir.
Emir Külal (k.s.) türbesi ise 3 katlı mermer bir yapı şeklinde. Zeminde serili yeşil halı, insanların oturacağı banklar, mermer üzerine yazılı Fâtır Sûresi’nin 28. Âyeti; “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan korkarlar.” Külliyeye girip türbeye doğru yürürken yolun iki tarafında Hazret’in hikmetli sözlerinin yazılı olduğu mermer levhalar; “Bilin ki helâl lokma, dili ve gönlü pâk eder.”
Mescidin tavanındaki ahşapta ay yıldız motifi. Sanki Sovyet emperyalizminden bıkan ve Türk’ün sancağına hasret duyan ustanın, rûhundaki hasreti ahşaba nakşetmesi… Dün Buhârâ’dan doğup Anadolu’yu aydınlatan mâneviyat güneşi kim bilir belki yarın Anadolu’dan doğup Orta Asya’yı aydınlatacak…
Son olarak Şâh-ı Nakşbend Hazretleri’nin türbesindeyiz. Külliyeye girip en geride kalan annesinin kabrine doğru yürüyoruz. Yol kenarlarında nane, reyhan ve güller… Harika kokular arasında neşelenirken, validenin türbesinde rûhunuz şad oluyor. Zira Bahâüddîn Şâh-ı Nakşbend Hazretleri, kendisini ziyarete gelenlerin önce hocasını ve annesini ziyaret etmelerini vasiyet etmiş.
Validenin kabrinde okuduğumuz bir Fatiha’nın ardından Şâh-ı Nakşbend Hazretleri’nin türbesine varıyoruz. Burası külliyeler arasındaki en teşkilatlı yer, içeride müze ve yöresel alışveriş için mekânlar, medrese; dış tarafta oteller ve yaşam alanları. Mescidin içinde hafızlık yapan çocuklar, yatsıyı burada kılıyoruz.
Fakat mânevî atmosfer o kadar yoğun ki konakladığımız yer biraz uzakta da olsa sabah namazına da buraya niyetleniyoruz. Sabah, havuzdan ibrikle aldığı suyla avluyu sulayan görevliden istirhâm ediyoruz ve zâhirde küçük görünen bâtında kıymetine paha biçilemeyecek bu hizmeti arkadaşlarımızla deruhte ediyoruz.
Şâh-ı Nakşbend Hazretleri’nin kabir kitâbesinde şu yazılı:
“Bu nurlanmış kabir; sünnetin ihya edicisi ve bidatlerin imha edicisi, hakîkatleri açan ve mânevî incelikleri saçan, Hakk için halka delil olan Muhammed Bahâüddîn Şâh-ı Nakşbend’in kabridir.”
"O Şâh-ı Nakşbendin bendesiyiz bâb-ı lütfunda
Sırât-ı müstakîme muttasıl dergâhımız vardır"
Es-Seyyid Osman Hulûsî-i Dârendevî (k.s.)
Hamit DEMİR
Yazar16.yüzyıl dîvân şairlerinden Yahya Bey, Arnavut asıllı olup doğum tarihi ve yeri bilinmemektedir. Geldiği bölgenin taşlık yapısından dolayı Taşlıcalı lakabını almıştır. Acemi Oğlanlar Ocağı’nda askerî...
Yazar: Hamit DEMİR
1712 yılında Tokat’ta dünyaya gelen Kânî, Osmanlı Dönemi’nin önde gelen şairlerindendir. Devlet erkânından birçok kimsenin kâtipliğini yapan bu zat, Mevlevî Tarikatı’na intisap etmekle hayatında bir y...
Yazar: Hamit DEMİR
Asıl adı İbrahim, lakabı Tâceddin olan Ahmedî, 14. yüzyıl Anadolu’sunda yaşamış şairlerden birisidir. Anadolu’nun 14. yüzyılda doğudan ve batıdan maruz kaldığı Moğol ve Haçlı taarruzları, döneme dair ...
Yazar: Hamit DEMİR
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi bu gazelini şu olay üzerine yazdığını anlatmıştır: Bir gün Aşağıulupınar’da sohbet olduğunu duyduk. Ahmet Nuri Ağabeyimle birlikte gittik. Gittiğimizde bize kapıyı açmayı...
Yazar: Resul KESENCELİ