İslâm ve İnsan Hakları Üzerine
İslâm’a göre insan hayatı kutsaldır ve bu hayatın korunması için emniyet, huzur, güven, özgürlük ve barış ortamının sağlanması gerekir. İslâm geleneğinde Hanefî-Mâtürîdî âlimler, kimin, insan haklarını hak ettiği sorusunu, din, mezhep, ırk, dil, bölge, cinsiyet ve meslek ayrımı yapmadan tümüyle “insanlık olarak” cevaplandırmışlardır.
Onların konumları şu önermede özetlenir: “İnsan hakları, insanlık hasebiyledir/El-‘ismetü bi’l-adamiyyet.” Bu bakış açısından insan hakları, kişiyle beraber doğar, onlar doğuştan, kazanılmış ve devredilemezlerdir. Müslüman ve gayr-i müslim ayrımı yapılmadan bütün Âdem’in çocuklarına, ırk, cinsiyet, dil ve dinlerine bakılmaksızın sorumluluk, güvenlik, adâlet, toplumsal yardımlaşma, iyi komşuluk, mal güvenliği, söz ve antlaşmalara bağlılık gibi konularda müşterek haklar verilmiştir.
İlâhî çevrimin son halkasını İslâm dini oluşturmaktadır. Zira her Müslüman bütün peygamberlere iman eder, onlardan hiçbirini inkâr etmez.[1] İslâm dini, kişinin rengine, cinsine, cinsiyetine ve dinine bakmaksızın insanı değerli kılmıştır.[2] Hangi coğrafyada doğarsa doğsun, bütün insanlar hür, onurlu ve haklar bakımından eşit doğarlar.
İslâmî bakış açısında böyle olan bir kimseyi köleleştirmek, ayrımcı muâmeleye tâbî tutmak ve hukûkî mânâda müstakil bir şahsiyet olarak tanımamak, ancak Câhiliye zihniyetinin bir ahlâkıdır. Bundan dolayı İslâm, ilk günden itibaren Câhiliye ile mücâdele etmiş, Câhiliyenin kast sistemine dayalı ayrımcılığına karşı, Hak katında insanların eşitliği prensibini getirmiştir.
Çünkü insanlar; hayatta ve ölümde, haklarda ve borçlarda, kanun önünde ve Allah huzurunda, dünyada ve âhirette eşittirler. Bu sebeple İslâm, insanların birbirlerine karşı herhangi bir üstünlük unsurunu doğuştan getirdikleri hurâfesini kabul etmez.
Bütün insanlar Allah’ın birer yaratığıdır ve hepsinin kökü birdir: “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız O’na itâatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.”[3]
Ancak bu âyet, farklı yaratılmanın ‘kimlik edinme ve bu kimlikle tanınma, tanışma’ fonksiyon ve hikmetini onaylarken; farklı sosyal ve etnik gruplara mensup olmanın üstünlük vesilesi olarak kullanılmasını reddeder. İnsanın şeref ve değerini, kendi irâdesi ile elde etmediği âidiyetlere değil; kendi irâde ve çabasıyla elde ettiği değerlere bağlar.
İslâm insana hayatta hak ettiği her değeri vermiştir. Öyle ki, savaş anında bile; savaşmayan kişiler, din adamları, siviller, çocuklar, yaşlılar, hastalar ve kadınlar öldürülmez, onların mallarına el uzatılmaz. Haksız yere bir cana kıymak bütün insanlığı öldürmek kadar günahtır.[4]
Mâbetlerin dokunulmaz hakları vardır. Ayrıca zirâata ve zirâat ürünlerine zarar verilemez. İslâm dini her türlü şiddet ve aşırılığa karşıdır. Hak mücâdelesi verilirken bile mutlaka ahlâkî olan araçlar kullanılmalıdır. İslâm’da amaç, hiçbir zaman her türlü aracı mubah kılmaz.
Hatta Müslümanların gayr- i müslimlerle ilişkilerinde bile esas olan barıştır. Karşı taraftan saldırı olmadıkça onlara saldırılmaz. Onlara karşı yapılması gereken ise; sevgi, adâlet ve iyilikle muâmele etmektir.[5] İslâm toplumunda yaşayan gayr- i müslimlerin can, mal, inanç ve değerlerinin Müslümanların sorumluluğunda olduğu ilkesi, hukukî ve siyasî bir çerçeve içerisinde garanti altına alınmıştır.
Hukuk tarihinin bilinen ilk yazılı anayasası olan Medine Vesîkası’ndaki, “Yahudilerden bize tâbî olanlara, haksızlık yapılmaksızın ve aleyhlerindekilere de destek olmaksızın yardım edilecek ve iyi muâmelede bulunulacaktır. Yahudilerle mü’minler beraber bir ümmet oluştururlar. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Bu hükme, haksızlık yapmadıkça ve suç işlemedikçe gerek mevlâları gerek bizzat kendileri dâhildirler. Haksızlık yapıp suç işleyen, ancak kendisine ve ailesine zarar verir.”[6] maddeleri evrensel hukuk ilkeleri açısından en açık delilleridir.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v.), kendi otoritesinin uzağında kalan yerlerdeki gayr- i müslimlerin haklarını da koruyacak adımlar atmıştır. Meselâ Güney Arabistan’daki Hımyer kralına gönderdiği bir mesajda, Yahudi ve Hıristiyan olarak eski dinlerinde kalmak isteyenlere herhangi bir müdâhalede bulunulmamasını şart koşmuş; Necran Hıristiyanlarına verdiği emannâmede, onların mallarına, canlarına, dinî hayat ve uygulamalarına, ailelerine ve mâbetlerine bizzat kendisinin kefil olduğunu bildirmiştir.[7]
Bütün bu ilâhî yönlendirmeleri esas alan Müslüman hukukçular, “Onlar da tıpkı Müslümanlar gibi hak ve yükümlülüklere sahiptirler.” genel kuralı çerçevesinde gayr- i müslimlerin “inançlarıyla baş başa bırakılması gerektiğini” vurgulamışlardır.[8]
Öte yandan Kur’ân-ı Kerim’de, hangi dine ait olursa olsun mâbetlerin koruma altında olduğu belirtilmiştir.[9] Böyle olduğu içindir ki, Hayber’i fetheden Hz. Peygamber (s.a.v.) Yahudilerin mâbetlerini olduğu gibi bırakmıştır. Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, kendisini ziyarete gelen Necranlı Hıristiyanlarına, Mescid-i Nebevî’yi ibâdet etmeleri için birkaç saatliğine tahsis etmiş olması çok önemlidir.
Hazret-i Ömer’in Kudüs’ü fethettikten sonra Kıyâmet Kilisesi içinde namaz kılmaya davet edildiğinde kendisinden sonra Müslümanların bu kiliseyi camiye çevirmelerinden endişe duyduğu için namaz kılmamış olması, Yüce İslâm’ın başka dinlerin mâbetlerine verdiği değerin açık bir göstergesidir.
Fâtih Sultan Mehmet’in Galata Hıristiyanları ile imzaladığı sözleşme, Bosna Hersek’te yaşayan Hıristiyanlara verdiği ahitnâme bütün bunlar kaynağını Kur’ân-ı Kerim’den, Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in sünnetinden ve uygulamalarından almıştır.
Sonuç olarak İslâm’a göre insan, onurlu bir varlıktır. İslâm insanın dinine, etnik kimliğine, cinsiyetine ve âidiyetine bakmaksızın sırf insan olmasından dolayı evrensel ölçekte onun haklarını koruma altına almış ve ona büyük değer vermiştir. Bu bakış açısından dolayı tarih boyunca Müslümanlar, kendi içlerinde hem farklı din yorumlarını ve hem de farklı din mensuplarının varlığını bir realite olarak görmüşler ve saygı duymuşlardır.
Çünkü İslâm, bütün bir beşer için adâlet ve hakkaniyet ölçülerine göre davranma ahlâk ve hukukunu getirmiştir. Bunun tek sebebi, her insana insan haklarının verilmesi, insanlık hasebiyle oluşundan dolayıdır. İslâm’ın insana dair bu muhteşem bakış açısı kavrandığı gün, Allah’ın izniyle insanlar yeniden grup grup Allah’ın dinine girecek ve yeryüzü barış yurduna dönecektir.
[1] Bkz. 2/Bakara, 285.
[2] Bkz. 17/İsrâ, 70.
[3] 49/Hucurât, 13.
[4] Bkz. 5/Mâide, 32.
[5] Bkz. 2/Bakara, 193; 60/Mümtehine, 8.
[6] Sahîfe’nin bütünü için bkz. Muhammed Hamîdullah, Mecmû‘atü’l-Vesâikı’s-Siyasiyye li’l-Ahdi’n-Nebevî ve’l-Hılâfeti’r-Râşide, Beyrut 1987, s. 59–62.
[7] Ebu Yusuf, Kitâbu’l-Harac, Kahire 1382, s. 72; Hamîdullah, a.g.e., s. 175, 220.
[8] Serahsî, el-Mebsût, İstanbul 1983, XIII; 137; Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi, Beyrut 1982, VI, 280.
[9] 22/Hac, 40. Hasen el-Basrî’nin âyete getirdiği yoruma göre İslâm ülkesinde yaşayan gayr- i müslimlerin mâbetleri Müslümanlar sayesinde korunmuştur. Bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkâmu Ehli’z-Zimme, Beyrut 1994, II, 667.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarGazze’de olup bitenler Gazze ile İsrail’in bir savaşı değil. Eğer öyle olsaydı, İsrail çoktan havlu atmış olacaktı. Bugün dünya Gazze ile savaşıyor. Siyonist İsrail’in arkasında ABD, İngiltere, Fransa...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Dinde, akıl sahibi olan ve ergenlik çağına adım atan kadın ve erkek her Müslüman, Allah’ın kendilerine yüklediği fiillerden sorumlu tutulmuştur. Bu âlemde hiçbir varlık başıboş değildir. Hayvanl...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İnsan Arapça bir kelime olup "üns” ve "nesy” terimlerinin müşterek bir terkibidir. Üns yabanîliğin aksine; yakınlık, sevecenlik, ülfet ve alâka anlamlarına gelir.[1] Bu duygu insanın hemcinsleriyle v...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İslâm; din, can, mal, akıl ve nesil güvenliğinin korunmasına büyük önem vermiştir. Bu beş temel değerin korunması, insana saygının bir gereğidir. İşte bu beş maslahattan birisi yaşama hakk...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ