Zikir: Allah’ı Anmak Maksûdu Bulmaktır
Tasavvuf ehli zikri; ruhlar yaratılırken “elest bezmi”nde Allah’a söz verenlerin bu dünyada hatırlanması olarak tarif ederler. Çünkü Cenâb-ı Allah, âyetlerde insanı hatırlamaya davet etmektedir. İnsan gerçek değerini yaratanını zikredince, hatırlayınca bulabilmektedir.
Yoksa zikirden hâlî olan varlık hiçbir şey değildir. Zikir; güç ve kuvvetin ve bütün güzelliklerin sahibi Allah’a yönelmektir. Bu şuur ile Allah’ı anmaktır. İnsan zikirle kendini tanır ve Allah’ı zikrederek onunla mânevî irtibat kurabilir.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerde zikrin önemi açıkça ortaya konulmaktadır: “Onlar ayakta iken otururken ve yatarken (dâimâ) Allah’ı zikrederler.”[1] “Nice erler vardır ki, hiçbir ticaret, hiçbir alışveriş onları Allah’ın zikrinden alıkoymaz.”[2] gibi âyetler zikrin önemine vurgu yapmaktadır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in şu hadisi de zikrin önemine dikkat çekmektedir: “İşlerinizin en hayırlısı Rabbiniz katında en temiz, derecelerinizi en çok yükselten, sizin için altın ve gümüş infâk etmenizden ve düşmanla muhârebe etmenizden daha hayırlı amel, Allah’ı zikretmenizdir.”[3] Yine o, “Allah’ı zikre oturup güneş doğuncaya kadar O’nu tekbir, tahmîd, tesbîh ve tehlîl etmem bana İsmâil evladından iki veya daha çok köleyi âzâd etmekten daha hoştur.”[4] buyurmaktadır.
Zikirle Maksûda Vâsıl Olmak
Tasavvuf yolunda zikirle adım atıp, ilerlemek isteyen yolcunun gayesi, “Bir” olan Allah’a yükselmek, ma’bûd-ı hakîkîye erişmek, maksûda vâsıl olmaktır. O’nu müşâhede ederek ilâhî bilginin/ma’rifetin kaynağından hayatı boyunca kana kana içmektir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri şöyle buyuruyor:
Zikr eyle gel Ma’bûdunu kim göresin meşhûdunu
Tâ bulasın maksûdunu vakt-i seher vakt-i seher[5]
(Gel seher vakti zikret ki, kendisine ibâdet edilen yüce yaratıcıyı, ruhun sükûn bularak göreceğini göresin. Böylece seher vakti emellerine kavuşasın, maksûdunu bulasın.)
Allah’la irtibat kurmak için zikirle meşgul olan insan, devamlı Allah’la yaşayan kişidir. Sûfîler bu düşünceyi, balık ve deniz metaforuyla açıklarlar. Meselâ insan suyun altında ancak birkaç dakika kalabilirken, balık denizden hiç ayrılamaz. Sudan ayrıldığı an yaşamını kaybeder. İşte Allah iman eden insanının Allah’la olan hayat bağı; yaşamı suya bağlı olan balıkla denizin münâsebetine benzemektedir.
Eğer insan tıpkı balık gibi, hayatın herhangi bir aşamasında Allah’la ilişkisini keserse, balığın suyla ilişkisini kopardığında olduğu gibi yaşamı sona erer. Bunun gibi, namaz ibâdeti de günde beş vakit olarak farz kılınmıştır. Allah’a ilimle bağlı olana, günde sadece beş kez “Dost’u müşâhede et ya da zikret” demek, balığa, günde sadece beş kez denize dal demek gibidir.
Kısacası ‚sıradan insanların , yani‚avamın , Allah’ı namaz gibi ibâdetlerle, sadece günde belli vakitlerde ya da beş kez hatırlamasına karşın, ‚Allah’ı Allah’la bilen insan hayatının bütün aşamalarında sürekli Allah’ı anmakla iştigal eder. Zira Allah’a, O’nun ilmiyle bağlı olan âşıklara her hâlükârda kayıtlar ve sayısal sınırlama getirilemez. Çünkü onlar, Yaratıcıları ile her ân hemhâl ve hasbıhâl içindedirler.
Kâmil vasfını kazanan bu insanlar, “Nereye dönerseniz dönün, Allah’ın vechi oradadır.”[6] âyetinin ilâhî bilgisine kavuşanlardır. Bu sebeple onlar, Allah’ın ismini anarak ilminin güzelliklerini her yerde, her varlıkta ve her hâlükârda müşâhede ederler. Öyle ki, gözleri uykuda olsa bile onlar gönül gözleriyle Yaratıcı’yla beraberdirler.[7]
Hulûsi Efendi Hazretleri İstanbul’da sohbette bulunduğu bir evde, “Sizlere talim edilen ders ve vazifelerinize her gün ihtimamla devam etmeniz gerekir. Bu, cebine harçlığını koyup pazara çıkmaya benzer. Cebinde harçlığın olmazsa, ya veresiye alacaksın, ya da aldatacaksın. Onun için pazara harçlıkla gidersen istifade edersin.
Bir de ham demir elektrikli bir sahaya girdiği zaman mıknatıs olur. Fakat elektrikli sahayı terk edince mıknatıslık hâli yok olur. Ama bir çelik, elektrikli sahaya girince devamlı mıknatıs olur. Nereye giderse gitsin mıknatıslık hâlini muhâfaza eder. Sizler de nerede olursanız olun, hangi pazara giderseniz gidin Cenâb-ı Allah (c.c.)’ın zikri ile olursanız, onun muhabbeti ve füyûzâtı altında olursunuz.” diye buyururlar.[8]
Mâsivâdan Uzaklaştıran Zikir
Zikir yapılış şekline ve derecesine göre birçok çeşide ayrılabilir.
1: Dil zikri: Bu zikirde zihinde nisyân/unutma giderilir. Bu zikirde amaç zihne dil ve duyma (sem’) yoluyla Hakk’ı sürekli hatırlatmaktır. Bu zikirde zihin Hakk’ı hem dinler hem de hatırlar. Bu zikirde temel amaç nisyân hastalığını iyileştirmek ve mezkûru/zikredileni kendi zihninde aralıksız olarak meşgul etmektir.
2: Zihnin zikri: Harf ve sesle işitilmeyip bütün his, duygu, sezgi gibi bütün içsel/bâtın yeteneklerin hareketiyle ve hayal gücünün yardımıyla da hem zihinde hem de nefiste açık-seçik bilinen ve yapılan bir zikirdir.
3: Kalbin zikri: Hakk’ın Celâl ve Cemal isimlerini çok derin bir bilinçle (kâmil istiğrâk/derin tefekkürle) yaşamak, zevk almak, sevmek, düşünmek, tecrübe etmek sonuçlarını meydana getiren bir zikirdir.
4: Ruhun zikri: Hakk’ın sıfatlarına ait tecellî nurlarını müşâhede etmek sonucunu sâlikte meydana getiren ve onda en güzel hâlleri doğuran bir zikir çeşididir.
Kalp “isim”leri zikretmeye başlayınca bu durumda “isme’l-yakin” zihinde meydana gelir. “İsim”lerin içtenlikle çokça tekrarı, onların zihinde bilişsel, duyuşsal ve içsel olarak zihinde yer etmesine ve içselleştirilmesine neden olmuştur. “isme’l-yakin/ismen yakin” sûfîyi “Resme’l-yakîn/resmen/ hâlen yakin”e yöneltir.
Bu durumda mânâlar kalbe doğmaya başlar. Kalp bu mânâların güzelliğine hayran kalıp, susunca, zikir bu sefer ruha düşer. Resme’l-yakîn /resmen yakin, yani hâl olma durumuna dönüşür. Ruh zikretmeye başlar ve bundan dolayı ruh sükûn bulur, ruha “sekînet” iner. Bu ruh hâlinde ruh artık sürekli zikir hâlindedir ki, bu zikre “müşâhede zikri” denir.[9]
Kulun, Allah’ı zikretmesinin gerekliliğini açıkça ifade eden ilk dönem sûfîlerinden Kelâbâzî, gerçek zikrin, zikredenin zikredilen dışındakilerini unutması olduğunu söyler. Zikir kişiyi mâsivâdan uzaklaştırmalıdır. Zikri, Allah’ın ismini dil ile zikir, Allah’ın takdirini kalb ile zikir şeklinde ikiye ayıran Kelâbâzî, dünyada Allah’ı zikretmeyi, âhirette Allah’ı nazar etmek gibi görür.
Gafleti kalbin uyuması şeklinde tarif eden Kelâbâzî, üç durumdaki gaflete dikkat çeker ve bunları; “Allah’ı zikirden gaflet”, “fecrin doğumuyla sabah namazı vakti arasından gaflet” ve “kişinin dinde kendisinden gafleti” şeklinde sıralar. Gaflet ise bir hastalık ve noksanlıktır.[10]
Yukarıdaki beyitte Hulûsi Efendi hazretleri de seher vaktini zikirle geçirmenin erdiriciliğine işaret buyurmuştur. Yine gafletle ilgili olarak, bir arkadaş Hulûsi Efendi (k.s.)ye, “Efendim ne yapsak bazı şeyler gönlümüze geliyor, mâni olamıyoruz, ne yapalım bizi bağışlayın, ne yapalım, nasıl önleyelim efendim.” der.
Efendi Hazretleri, “Gelmesin canım.” diye buyurur. O arkadaş tekrar der ki: “Efendim ister istemez geliyor elimizde değil.” Bunun üzerine Efendi Hazretleri hiddetle: “Gelmesin canım, gönlünüze sahip olun. Oğul devamlı Allah (c.c.)’ı zikrederseniz, gönlünüze başka şeyler gelmez.” diye buyurur.
Peygamberimiz (s.a.v.) Allah’ı zikretmenin insanı mânen dirilttiğine işaretten şöyle buyurur:
“Bir topluluk oturup Allah’ı zikrederse, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar. Allah’ı o kadar çok zikredin ki, size mecnun deli-divâne- desinler. Size amellerinizin en hayırlısını haber vereyim mi? Allah’ı zikretmek. “İçinde Allah’ın anıldığı ev ile içinde Allah’ın zikredilmediği ev diri ile ölü gibidir.”[11]
Nakşbendî Dersinde Önce “Allah” İsminin Zikri
Altın Silsiledeki pirler tarafından tesis edilen Nakşbendiyye’nin Müceddidiyye-i Hâlidiyye kolunda başlıca iki tür zikir vardır:
Nakşbendî dersinde önce “Allah” isminin zikri tarif edilir, belli bir olgunluğa ulaştıktan sonra “Lâ ilâhe illallah” zikrine geçilir.
Nakşbendiyye-Müceddidiyye’de Allah’ın “Hay, Kayyûm, Kahhâr” gibi sıfatları değil, zât ismi (Allah) zikredilir, ilk yöneliş Ahadiyyet-i Sırf’adır. İmam-ı Rabbânî Sirhindî’ye göre, Bahâeddîn Nakşbend’in: “Biz nihâyeti bidâyete derc ediyoruz” (sonu başlangıca dâhil ediyoruz) sözüyle kasdettiği de budur. Çünkü diğer bazı tarîkat mensupları önce Allah’ın sıfatlarına, sonra zâtına yönelirken, Nakşbendî büyüklerimiz başlangıçtan itibâren zâta yönelirler. Dolayısıyla diğerlerinin son metodu, Nakşbendîler’in ilk metodu olmaktadır.
Bütün isim ve sıfatların sırrı bu mübarek isimde toplanmıştır. “Allah” ismine lafza-i Celâl denir. Diğer bütün isimler lafza-i Celal’e sıfat olur, fakat o, hiçbir isme sıfat olmaz. Her kim bu yüce ismin zikriyle meşgul olursa, kalbinde Allah sevgisinden başka her şey silinir gider. Gönlüne ilâhî tecellîler ve nurlar dolar. İnsan, cin, hayvan gibi, varlıkların şerrinden emin olur.
İmâm Rabbânî (k.s)’ye göre, zikrin gâyesi, kalpten gafletin giderilmesidir. Ayrıca zikir, sâdece belli virdleri okumak değildir. Dînî kurallara ve âdâbına riâyetle yapılan alış veriş de zikir sayılır. Kezâ bir âmâyı yoldaki çukura düşmekten kurtarmak da aynen zikir gibidir, hattâ daha faziletlidir. Ancak Allah’ın isim ve sıfatlarını anarak yapılan zikir çabuk tesir edici olup Allah’a karşı sevgi oluşturur ve ona çabuk ulaştırır.
Kimi Allâh sevgisi dolmuş derûnundan taşar
Kimine en sevgili âlemde bir dünyâsı var
Bu konuda İmâm Rabbânî şöyle der: “Ey oğlum! Fırsat ganîmettir. Sıhhat ve boş vakti de ganîmet bilmelidir. Vakitlerimizi Cenâb-ı Hakk’ı zikretmekle geçirmeliyiz. Alış-veriş de olsa, yüce şerîata (dînî kurallara) uygun olarak yapılan her şey zikir kabul edilir.
Bütün hâl ve hareketlerimizde dînî hükümlere uymalıyız ki bunların hepsi zikir sayılsın. Zira zikir, gafleti yok etmektir”... “Allahu Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak yolundaki her şey zikre dâhildir. Şartlarına uyularak yapılan alış-veriş de zikirdir”... “Ancak Allâhu Teâlâ’nın bizzat ismi ile yapılan zikir daha süratli tesir eder, O’nun sevgisini doğurur ve çabuk kavuşturur.”
Mü’min tamâm-ı vakt-i sehergâh
Zikr-i müdâmı Allâh Allâh
Tutdu bir elden zikr etdi dilden
Cân u gönülden Allâh Allâh
(Âhir kelâmın Allâh Allâh )
İmâm Rabbânî’ye göre, sâlik (tasavvuf yolcusu), nefy u isbât (Lâilâhe illallah) zikrinde “Lâ ilâhe” (başka ilâh yoktur) derken nefsânî arzularının ilâhlarını kalpten çıkarıp atmalı, tek ilah olarak Allah’ı bilmeli, onu sevmeli, onun takdîrine râzı olmalıdır.
“İllallah” (sâdece Allah vardır) derken de sırf Allah’ın zâtına yönelmeli, O’nun zâtından başkasını düşünmemelidir. Dünyâdaki mal-mülk, insan öldüğü zaman zâten elinden çıkar gider. O halde sûfî, hayatta iken bunları gönlünden çıkarmalıdır. Nefy u isbât zikrinin gâyesi âfâk ve enfüsteki (insanın dışındaki ve içindeki) bâtıl ilahları yok etmektir. Dıştaki bâtıl ilâhlar Lât, Uzzâ gibi putlardır. İçteki bâtıl ilahlar ise nefsin arzularıdır.
Her büyüklüğe lâyık sensin yüce Allâh’ım
Bize lutf u kerem et gündüz gece Allâh’ım
İmâm Rabbânî’den sonra devam eden Nakşbendiyye’nin Müceddidiyye kolunda zikir, cehrî (yüksek sesle) değil, hafî (sessiz) olarak icrâ edilir. Nakşbendîler hafî zikri esas almışlardır. Zikrin abdestli olarak icrâ edilmesi faziletlidir. İmâm Rabbânî Ahmed-i Sirhindî’ye göre zikir esnâsında gözleri kapatmanın, yani zikir kalbin melekesi (alışkanlığı) hâline gelinceye kadar gözleri kapatarak zikretmenin daha faydalı olduğu kanaatindedir.
İsm-i zât (ism-i celâl, Allah) zikrinde sâlik, başlangıçta kalbinin üzerine yoğunlaşmalı, “Allah” ismini kalbin üzerinde icrâ etmelidir. Bu zikir esnâsında uzuvlarını (zikrin tesiriyle kendiliğinden hareketleri müstesnâ) kasten hareket ettirmemelidir.[12]
İmâm Rabbânî İslâm’ın şartlarını bu ölçüler içerisinde yerine getirdikten sonra tasavvuf yolunun amacına nasıl ulaşacağını belirttiği öğüdüyle yazımızı tamamlayalım:
“İtikadımızı ve amellerimizi şerîatın hükümlerine göre düzelttikten sonra vakitlerimizi Allah’ı zikirle geçirmeli ve Allah’ın zikrinden geri kalmamalıyız. Dış dünyamız her ne kadar insanlarla meşgul olsa da iç dünyamız Allah’ı zikirle meşgul olmalı ve bundan lezzet duymalıdır.”
[1] 3/Âl-i İmrân, 191.
[2] 24/Nûr, 37).
[3] Tirmizi, Deavât, 6.
[4] Ahmet b. Hanbel, 5, 255.
[5] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006, s. 52.
[6] 2/Bakara, 115.
[7] Ali Tenik-Vahit Göktaş, “Tasavvuf Bilgisi: Allah’ı Allah’la Bilmek İlmine Giriş”, Kelâm Araştırmaları Dergisi, C: 14, S: 1, s. 180.
[8] Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Merkezi Arşivi, Röportajlar Dosyası, nr. 9/26.
[9] Mehmet Kasım Özgen, “Tasavvuf Felsefesinde Zikir Kavramı”, Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:1 Sayı:2, 2013, s.221/222.
[10] Kelâbâzî, E. Bahru’l-fevâid, (thk. Muhammed Hasan, Ahmed Ferid), Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, s. 153.
[11] Buhârî, Deavât, 66/1, VII, 168; Muslim, Salâtu’l-Musâfirîn, 211.
[12] Necdet Tosun, “İmâm-ı Rabbânî’nin Görüşleri”, İmâm-ı Rabbânî - Dinî ve Tasavvufî Görüşleri, (Ed: Kadir Özköse), Nasihat Yayınları, Ankara, 2019, s.315-316
Musa TEKTAŞ
YazarYüce Allah Kalem Sûresi 4. âyette şöyle buyurmaktadır:“Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”Yüce Allah, peygamberleri insanlara örnek olarak gönderdiği gibi son peygamber Hz. Muhammed’i de en güzel ör...
Yazar: Mehmet SOYSALDI
Tasavvuf tarihi boyunca bütün mutasavvıflar eserlerinde aşk ve muhabbetten söz etmişlerdir. Aslında esas gayeleri, kalbin bir eylemi olan tevhîdi/birliği yaşayarak öğrenmek ve etrafındakilere tavsiye ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
İslâm’a göre insan hayatı kutsaldır ve bu hayatın korunması için emniyet, huzur, güven, özgürlük ve barış ortamının sağlanması gerekir. İslâm geleneğinde Hanefî-Mâtürîdî âlimler, kimin, insan ha...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Tasavvufî konular incelenirken üzerinde durulan en önemli konulardan biri de muhabbettir. Mâneviyat yolunun ârifleri sevginin en ileri derecesi olan aşk kelimesinin karşılığı olarak muhabbet kavramını...
Yazar: Musa TEKTAŞ