Kur’ân Meş’alesiyle Asya’yı Aydınlatan Öncüler
Kur’ân’ın bir adı da Nûr’dur. Zira o, her şeyin, ışığı/aydınlığın yaratıcısı ve sahibi olan Yüce Allah’ın kelâmıdır. O, gönülleri, beyinleri ve insanların yolunu aydınlatan hidâyet rehberi, dosdoğru yolun yolcusunun meş’alesidir. “Bu Peygamber’e inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla gönderilen nûra uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[1]
Âyetteki “Nûr”dan kasıt Kur’ân’dır. Rivâyet edildiğine göre bir gün Peygamberimiz ashâbına şöyle sordu: “Söyleyin bakalım, sizce imanına hayret edilecekler kimlerdir?”
Dediler ki; “Melekler olabilir!”
Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.), “Melekler Rablerinin yanında pek çok şeye şâhit olup dururken niye inanmasınlar ki, elbette inanacaklar!”
Bunun üzerine onlar, “Peygamberler olabilir mi?” dediler.
Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.), “Onlar kendilerine vahyedilip dururken niçin inanmasınlar ki, elbette inanacaklar!”
“O zaman biz miyiz ey Allah’ın Rasûlü?” dediler.
Peygamberimiz şöyle cevap verdi: “Ben sizin aranızda iken, siz niye inanmayasınız, elbette inanırsınız!”
Onlar, “O hâlde onlar kim yâ Rasûlallah.?” deyince Peygamberimiz Efendimiz şöyle cevap verdi:
“Onlar, sizden sonra gelecekler, Allah’ın kitabını yazılı sayfalarda bulacaklar ve ona iman edecekler.” Ardından şu âyeti okudu: “O peygamberle gönderilen nûra uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[2]
Evet, Kur’ân nûru, öyle parlak, öyle aydınlık ve öyle ışığı kesintisiz devam eden bir nûr ki indiği Hıra Mağarası’nın karanlıklarını aydınlattığı gibi kıyâmete kadar gelecek olan insanlığı da aydınlatmaya devam edecektir. O nûru gönüllerine, beyinlerine, dillerine ve ellerine alan Müslümanlar tarih boyunca ulaşabildikleri her coğrafyayı, her kesimi aydınlatmaya gayret etmişlerdir. O nûrun aydınlığında nice karanlıklara son vermişlerdir.
Gelişinden çok kısa bir zaman sonra bu Kur’ân meş’alesi Asya Kıt’ası’nın dört bir yanına ulaşmıştır. Kimi zaman tâcirler yoluyla, kimi zaman mücâhitler eliyle, kimi zaman da çeşitli vesilelerle seyâhate çıkan gezginler vasıtasıyla. O nûrun ulaştığı yerlerde kısa süre içerisinde o nûrun kendi okulları kurulmuş ve o okullardan kendi talebeleri üstatlar olarak yetişmeye ve o ilim ordusu da omuzlarına aldıkları İlâhî Sancağı gönderde dalgalandırmaya devam etmişlerdir. Sonuçta Rabb’imizin ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in haber verdiği gibi olmuştur:
“Allah sizden iman edip güzel işler yapanları, kendilerinden önce gelen mü’minleri hâkim kıldığı gibi, onları da dünyada hâkim kılacağını, kendileri için beğenip seçtiği dinlerini tatbik etme gücünü vereceğini, yaşadıkları korkulu dönemin ardından kendilerini tam bir güvene erdireceğini kesin olarak va’d etmiştir. Artık onlar, yalnız bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Ama kim bundan sonra da nankörlük ederse, onlar artık yoldan çıkmış fâsıkların tâ kendileridir.”[3]
Bu din dâimâ ayakta duracak, kıyâmet kopuncaya kadar mü’minlerden bir grup onun yolunda cihâd edip savaşmaktan aslâ vazgeçmeyecektir.[4] Bu müjdeyi verirken Peygamberimiz, bizlerin de bu kutlu kervanda yer almak için gayret etmemizi arzulamaktadır. Buna göre her Müslüman gücü ve kapasitesi nisbetinde malıyla, diliyle, ilmiyle, geride bırakacağı eserleriyle, canıyla Allah’ın dinine hizmet etmeye gayret etmelidir.
İşte bu kutlu bayrağı Asya’nın bağrında Semerkant semâlarında dalgalandıranlardan biri de itikadda mezhep imamımız olan Ebû Mansûr Mâtüridî’dir. Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî es-Semerkandî, Mâtürîdiyye Mezhebinin kurucusu, müfessir ve fakih bir âlimdir.
Doğduğu Mâtürîd, bugün Özbekistan Cumhuriyeti’nin sınırları içinde bulunan Semerkant’ın dış mahallesidir. Türk asıllı bir âlim olan Mâtürîdî, Hanefî Mezhebinin dördüncü yahut üçüncü kuşak âlimlerindendir. Bir asra yakın bir ömür sürdüğü tahmin edilen Mâtürîdî, Hicrî 333 tarihinde yine Semerkand’da vefât etmiş olup kabri oradadır.
Arkadaşı ve öğrencisi Hakîm es-Semerkandî mezar taşına şu anlamda bir ibâre yazdırmıştır: “Burası bütün hayatını ilme adayan, gücünü ilmin yaygınlaşması ve öğretilmesi yolunda tüketen, din yolundaki eserleri övgüyle anılan ve ömrünün meyvelerini devşiren kişinin mezarıdır.” Yakın arkadaşının bu samîmî şâhitliği, imam Matürîdi’nin büyüklüğünü veciz bir biçimde anlatmaktadır.
Mâtürîdî’nin o zamanın hilâfet merkezi Bağdat’tan uzakta yaşamış olması, Arap tarihçileri tarafından kasıtlı olarak zikredilmemesi, siyâsî iktidarla anlaşmazlık içinde bulunması, Eş’arîler gibi devlet imkânlarından yararlanmamış olması, Mâtürîdîliğin resmî eğitim kurumlarına girememesi, onun eserlerinde akla daha fazla önem vermek suretiyle muhâfazakâr ulemânın ve biyografi müelliflerinin ilgi alanı dışında kalması, Hanefî Mezhebi imamı Ebû Hanîfe’nin gölgesinde kalması gibi sebeplerden dolayı biyografi kitaplarında yer almamış ve şöhret bulmamıştır.
Pek çok eseri olan İmam Mâtürîdî, büyük Kur’ân tefsiri Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân ve Kitâbü’t-Tevhîd kitaplarıyla bilinir. Bunlardan ilki, Arapçası ve Türkçe çevirisi on yedişer ayrı cilt hâlinde basılan çok önemli bir tefsirdir. Teʾvîlât, tefsir ilmi yanında kelâm, fıkıh ve fıkıh usûlü alanlarında da zengin bilgi ve önemli görüşler içermektedir.
Ayrıca İslâmî fırkalar ve İslâm dışı akımlarla dinlere ait inanç ve görüşlerin tenkidi bakımından ihmal edilemeyecek bir kaynaktır. Mâtürîdî bu eserinde kendi döneminde ortaya çıkan çeşitli akımlara Kur’ân merkezli cevaplar vererek ehl-i sünnet İslâm inanç ve anlayışının en güzel örneğini vermiş, yaşadığı yer başta olmak üzere İslâm dünyasında sahih İslâm anlayışının kesintisiz devam etmesine büyük katkı sağlamıştır.
Tefsir ve te’vîl kavramlarını birbirinden ayrı olarak tanımlayan müfessire göre tefsir, âyetin mânâsını kesinlik derecesinde hükmederek, “Allah’ın muradı şundan ibarettir.” demektir. Bu da ancak, âyetlerin ne münâsebetle ve hangi konumda nâzil olduğunu bilen sahâbîlerin yapabileceği bir şeydir.
Te’vîl ise bir şeyi aslına ve buna bağlı olarak hedeflenen amacına döndürmek, mânâyı yönelebileceği istikâmetlere çevirmektir. Buna göre tefsir tek hükme bağlı iken, te’vîl birden fazla mânâya kapı açan bir fikrî işlemdir
Tefsir ilminde Taberî rivâyet yönteminin, Mâtürîdî de dirâyet yönteminin ilk ve temel tefsir eserini meydana getirmiştir. Mâtürîdî, tefsirinde hem naklî hem aklî delil ve açıklamalara yer vermiştir. Onun tefsir anlayışı Kur’ân’ı Kur’ân’la veya sahih kabul ettiği hadis ve haberlerin yanı sıra semantik yaklaşımlarla, ayrıca aklî istidlâl yoluyla açıklamaya dayanır. Zemahşerî, Fahreddin er-Râzî, Ebû Hayyân başta olmak üzere kendisinden sonra gelen dirâyet müfessirlerini etkilemiştir.[5]
Özetle söyleyecek olursak İmam Mâtürîdî, bir taraftan kendi yaşadığı bölgede bir okul olarak ilmin sancaktarlığını yaparken, diğer taraftan İslâm’a içeriden ve dışarıdan gelen fikrî saldırılara, iknâ edici delillerle cevap vermiştir. Onun ilmî münâzaralarda ve yazdığı eserlerinde sergilediği bu tavır, o dönemin Müslümanlarının zihinlerini berraklaştırdığı gibi, sonraki dönemlerde muhtemel sorulara da cevap teşkil etmiştir.
Yani Mâturîdî Okulu, Kur’ân nûrunun aydınlığında günümüzde de talebeler yetiştirmeye devam etmektedir. Mâturîdî’ye ve onun izini takip edenlere selam olsun.
[1] 7/A’râf, 157.
[2] Mâverdî, en-Nüket ve’l-Uyûn.
[3] 24/Nûr, 55
[4] Buhârî, İ’tisâm 10; Müslim, Îmân 347, İmâre 170; Ebû Davûd, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 37,51; İbn Mâce, Mukaddime 1.
[5] Bekir Topaloğlu, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 28/157-159.
Ali AKPINAR
YazarTasavvuf ehli; gayret, nusret ve ilâhî lütufla bazı mertebelere ulaşır. Bunlardan âbidler, zâhidler ve ârifler kâbiliyet ve mertebeleri yönüyle farklı konumlarda değerlendirilirler. Âbidler çok ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
6 Ağustos 2023 Pazar sabahını diğerlerinden farklı kılan şey ata toprakları Özbekistan’ı ziyaret etmek için yola revan olmamızdı. Elbette bu heyecan tarihi ve kültürel bağlarımızı yerinde müşahede ede...
Yazar: Hamit DEMİR
Hayat düsturumuz Kur’ân, bu dünya hayatının temel esaslarını belirlemek için gelmiştir. Kur’ân, bazılarının sandığı gibi âhiret işlerini düzenlemek için değil, bu dünya işlerini düzenlemek için gelmiş...
Yazar: Ali AKPINAR
Gönül dünyası, insanı şekillendiren merkezdir. İnsanın iyi-güzel olması öncelikle gönlünün iyi-güzel olmasıyla mümkündür. Aynı şekilde bugün özlemini çektiğimiz toplumsal birlik ve beraberliğin gerçek...
Yazar: Ali AKPINAR