Su Kasidesi
Hz. Aişe (r.anhâ) şöyle anlatıyor: “Ey Allah'ın Rasûl’ü! Verilmemesi caiz olmayan şey nedir?” dedim. “Su, tuz ve ateş!" buyurdular. Ben tekrar: “Ey Allah'ın Rasûl’! Evet, suyu anladık öyledir, ama tuz ve ateş niye öyledir?” dedim. Şu cevabı verdi: “Ey Humeyrâ! Kim (isteyene) ateş verirse, bu ateşin pişirdiği her şeyi tasadduk etmiş gibi sevap kazanır! Kim de tuz verirse, o da bu tuzun tatlandırdığı her şeyi tasadduk etmiş gibi olur. Kim su bulunan yerde bir Müslümana bir içimlik su içirirse sanki bir köle azad etmiş gibi olur, suyun bulunmadığı yerde içirirse, onu ihya etmiş gibi olur.”
Bir mülemmâ gazelinde “Na’t-ı Nebîdür kemâl-i aşk nişânı” diyor Fuzûlî. Yani ona göre Peygamber (s.a.v.)’in naatını yazmak aşkın, kemâl mertebesine erdiğinin alâmetidir.
Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük aşk ve çile üstâdı Fuzûlî, Peygamber âşığı bir şairdir. Ondaki bu aşk, divanı incelendiğinde bâriz bir şekilde görülebilir. Özellikle, Peygamberimiz (s.a.v.)’in torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmiş olması, şairin Kerbelâ’yı mukaddes bir makam gibi telakkî etmesine yol açmıştır. Şiirlerinin birçoğunda Hz. Hüseyin’in şehit edilme hâdisesine telmih vardır. “Hadîkatü’s-Süedâ” isimli eserinde ise bu olaya daha geniş bir yer ayırmıştır.
Fuzûlî’nin en meşhur naati şüphesiz ki “Su Kasîdesi” diye meşhur olan Kasîde “Der-Na’t-i Hazret-i Nebevî”sidir. Bu kasîdede Fuzûlî, kendi zamanına kadar kullanılmayan “Su” motifini kullanmıştır. Hakîkatte suyun Türk tasavvuf kültüründe önemli bir yeri vardır. Zira su “Anâsır-ı Erbaa”dandır. Fakat su, Fuzûlî’nin hayatında çok daha farklı bir anlam taşımaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi o, Kerbelâ topraklarında yaşamış; bu toprakların bütün susuzluğunu, meşakkatini, maddî-manevî sıkıntısını çekmiş bir insandır.
İnsan, fıtrî olarak sevdiği, ihtiyacını hissettiği bir şeyi; arzu ettiği bir nesnede kişileştirir. Özellikle klasik edebiyatımızın manevî dünyasında “sevgili” hep “gül” ile idealize edilmiştir. Sonraki dönemlerde, gül motifi devam etmekle birlikte, sevgilinin teşbih edildiği, nesneler, kavramlar da değişmiştir.
Meselâ Tanzimat döneminde “sevgili” zaman zaman “vatan”, “hürriyet”, “cumhuriyet” gibi kavramlarla karşılanırken “sevgili”nin bazen de ülke; “Türkiye”, şehir; “İstanbul”… gibi coğrafyalarla temsil edildiğini görüyoruz. Fuzûlî de çok sevdiği Hz. Muhammed (s.a.v.)’i “su” ile anlatmıştır.
Şair daha ilk beytte güçlü bir tezatla; ateş ve su ile şöyle buluşturuyor bizi: Ateş şiddetli bir arzunun, su ise arzu duyulanın sembolüdür. Buna göre şair o kadar büyük bir arzu ateşiyle kavrulmaktadır ki değme sular söndüremez. Ateş, şairin içinde yaşadığı coğrafyanın bir özelliğidir. Su ise onu ferahlatacak, serinletecek her türlü çare, derman olarak düşünülebilir.
“Ey göz! Gönlümde yanan ateşlere gözyaşından su saçma çünkü böyle tutuşan ateşlere su fayda etmez.” diyor ilk beyitte şair. Gönüldeki ateş, aşk ateşidir. Maddî bir ateş değil. Mecnunca bir sevdaya tutulan âşığın mizacı da ağlamaktır. Aslında gözyaşı ile gönül ateşi tezat gibi görünse de ikisi de aynı duygunun -aşkın- sonucudur.
O yüzden birinin diğerine derman olacak durumu da söz konusu olamaz; çünkü her ikisi de aynı menşeden çıkıyor. Yani çıkış noktalarında -aslında- tezat olmadığı için birbiriyle ünsiyet hâlindeler. Bir başka deyişle ikisi birbirinden derman arıyor; ancak ikisi de yardıma muhtaç. Öte yandan Fuzûlî gözlerine “Su saçma!” emrini veriyor ki bu da gönlündeki ateşin sönmesini istemediğine işarettir, çünkü bu ateş Peygamber sevgisiyle yanan bir ateştir.
Şiirde anâsır-ı erbaa’da geçen ateş, toprak, su ve havanın hepsine yer verilmekle beraber, şiirde özlenen asıl unsur su; ikinci de havadır. Buna göre Fuzûlî’nin mizacının “su”ya meyilli olduğu söylenebilir.
Şiirin genelinde hâkim mevsim, bahar ve hâkim renk de yeşildir. Yeşil, aynı zamanda şairin bütün özlemlerinin sembolü kabul edilebilir.
Fuzûlî’nin dile hâkim bir şair olduğu aşikârdır, bu hiçbir şekilde tartışılamaz, fakat bu şiirde bir noktaya işaret etmekte fayda görüyoruz: “Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su” mısraındaki “Saçma ey göz/gözyaşından …” ifadesi yerine oturmamış gibidir. Göz, gözyaşından su saçamaz. Gözün kendisi kaynaktır.
Buradaki söyleyişe göre göz; yaşın kaynağı değil de araç gibi düşünülmüş. Fakat bu eksiklik belki de dilin sınırlarının varacağı son noktaya varmış olmasındandır, yani bu sözleri başka şekilde ifade etme imkânı olmadığı içindir, bu söyleyiş bir hata olarak kabul edilebilir mi bilemiyorum… Burada Yahya Kemâl’in “Sessiz Gemi”sindeki “Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol” söyleyişindeki “kol sallamanın” göz ardı edilmesi gibi bir durum söz konusudur sanırım…
Beyitte su ve ateş tezat teşkil eden kelimelerdir. Bu anlamda “göz” kelimesinin de tesadüfen seçildiğini sanmak imkânsızdır. Bu kelimenin “su kaynağı” olan göz ile ilişkisi vardır. Ağlamak, âşığın mizaçlarındandır demiştik. “Âb-gûndür günbed-i devvâr rengi bilmezem/Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvâre su” Fuzûlî, bu beyitte çok ağladığını, öyle ki ağlamaktan her tarafı su renginde gördüğünü ifade ediyor: “Bilmiyorum, gökyüzü mü su rengindedir, yoksa gözyaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır.”
İnsan, psikolojisi icabı kendi iç âleminde olup bitenleri dış dünyadaki nesnelere yükleyebilir. Şair iç dünyasındaki ağlamaklı hâli dış âlem için düşünüyor ve görüyor. Meselâ gökyüzünün maviliği şairde hemen “su” çağrışımı yapıyor. Burada bir mübalâğa söz konusudur. Fuzûlî çok ağladığını ifade etmek için gözünden akan yaşların gökyüzünü kapladığını söylüyor. Gökyüzünün neden mavi olduğunu bilmez gibi görünerek tecâhül-i ârif sanatı yapıyor.
Kılıç gibi keskin bakışlarının zevkiyle gönlüm parça parça olsa şaşılamaz; çünkü duvarı döven nehir suları, orada gedikler, oyuklar bırakır, diyen şair asıl anlamı kılıç olan “tiğ” kelimesini “keskin bakış” anlamında kullanıyor.
Beyitte kullanılan her kelimenin görünüşte ve içte birbiriyle ilgisi vardır. Burada kılıca su vermek işine de telmihte bulunuluyor. Bilindiği gibi eskiden kılıç yapılacak çeliğin gücünü ve keskinliğini artırmak için onu zaman zaman suya daldırırlardı.
Kirpik, okun ucundaki sivri demire benzetilmiş. Beyitte yaralılara su verilmediği hatırlatılarak telmih yapılmıştır. Yaralıların suyu çekinerek içmesi gibi, “kirpik” sözü de şair tarafından korkarak söylenir/söylenmelidir, çünkü kirpik âşıkı yaralar. Bunun üstüne buradaki kirpikte bir de su damlası vardır.
Kasîdenin en güzel beyitlerinden birisi: “Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesün/Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâre su” Şair bu beyitte Hz. Muhammed’in eşsiz bir güzelliğe sahip oluşunu, dünyaya O’nun gibi birinin bir daha gelemeyeceğini ifade etmesi yanında gül ile olan alâkasına da işaret ediyor.
“Suya versin” ifadesini birkaç anlamda yorumlayabiliriz: Gül bahçesini çokça sulasın, gül bahçesi ile istediği kadar uğraşsın, gül bahçesini suya versin; yani uğraşmasın, boş versin çünkü emekleri zayidir… Buradaki “bâğbân” sözü gül bahçesine bakan, güllere ihtimam gösteren kimse karşılığındadır.
Fuzûlî, tasvirleri ile de dikkat çeken bir şairdir. Fuzûlî’nin şiirlerinde mecazla gerçek birbirine o kadar girmiş durumdadır ki kelimenin başını sonunu düşünmeden karar vermek, şiiri yanlış yorumlamalara sebep olabilir. Nitekim bu kasidesinde de Hz. Muhammed’in bir benzerinin daha dünyaya gelemeyeceğini ifade ederken şöyle bir benzetmeye başvuruyor:
Yazıcı, kalem gibi yere baka baka gözlerine kara su inse de istediği kadar uğraşsa da senin hattının bir tozuna benzer bir şey ortaya koyamaz. Burada hat sanatı ile ilgili terimler (muharrir, hat, gubar, kalem, kara su-mürekkep) dikkat çekiyor. Hat kelimesinin çizgi, yazı anlamlarından başka, yüzdeki tüy mânâsı da vardır.
Bu beyit önceki beyitte geçen anlamı kuvvetlendirmek için söylenmiş; öncekine benzer bir ifade taşımaktadır. Kalem, kişileştirilmiştir. Şair, hattat istediği kadar uğraşsın senin tozuna benzer bir şey çizemez diyor. “Gubâr” kelimesi tevriyeli (iki anlama gelecek şekilde) kullanılmıştır. Bu kelimenin bir anlamı toz, diğer anlamı da hat sanatında ince bir yazı çeşididir (gubârî).
“Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna/Hâme tek bahmakdan inse gözlerine kare su” Burada, bir anlamda herhangi bir iş üzerinde çok uğraşan insanın tasviri, karşılaştığı problemin karşısındaki çaresizliği resmediliyor. Hattatın elindeki kalemin ucuna mürekkep gelebilmesi için, kalem ucunun ucunu yere doğru tutulması gerekir.“Ohşamak” kelimesinin “okşamak” fiilinin yanında Âzerî Türkçesinde “benzetmek” anlamını karşıladığını da hatırlatalım.
Şair, “Senin yüzünü anmaktan dolayı gözlerim yaşarsa bunda şaşılacak ne var? Gül alacağını umarak dikene su vermek boşa gitmez.” diyerek, yine Hz. Muhammed-gül benzetmesine yer veriyor. Tabiî bu ve bundan önceki beyitlerde geçen “su” ile “gül” münasebetine de dikkat etmek gerekiyor.
Yanak ile gül, kirpik ile de diken arasında bir benzerlik ilgisi vardır. Bahçıvan gül yetiştirmek için sadece gülü değil, gülle birlikte dikeni de sular. Şair de güle benzeyen yanağa kavuşmak için ağlıyor; yani dikene benzeyen kirpiğe su veriyor, onu ıslatıyor. 7. beyitin birinci mısraındaki “ârız, yâd, nemnâk olmak ve müjgân” kelimelerine mukabil ikinci mısrada sırayla “gül, temannâ, su vermek ve hâr” kelimelerini kullanıyor.
Bu kelimeler çeşitli bakımlardan birbiriyle ilgili kelimelerdir. Ârız (yanak) güle benzer. Yâd kelimesi temennâ ile yakın anlamlıdır. Nemnâk olmak, ıslanmak demektir ki su vermek ile ilişkilidir. Müjgân (kirpik) şekil itibariyle hâr (diken) gibidir. Böylece şair leff ü neşr sanatı yapıyor. Bu sanat ustalık ve incelik isteyen zekâya dayalı sanatlardan biridir. Fuzûlî’de bu sanatın emsalsiz örneklerini bulmak mümkündür.
Kılıç yapılırken nasıl ki su verildiğinde, kılıcın mukavemeti, keskinliği artarsa, gamlı bir günde sevgilinin bakışıyla, iltifatıyla da âşığın gücü artacaktır. Fuzûlî de “Gam gününde hasta gönülden kılıç gibi keskin bakışlarını esirgeme; karanlık gecelerde hastaya su vermek sevaptır.” derken mahşer gününde Hz. Muhammed (s.a.v.)’den gelecek şefâatin Müslümanların yüzünü aydınlatacağını hatırlatmak istiyor.
Sevgilinin kirpikleri oka benzetilir. Şair bu benzetmeden faydalanarak zengin bir tasvir sunuyor bize: “Ey gönül, sevgilinin temrenlerini (kirpiklerini) ara; ondan ayrı olduğun günlerin hasret susuzluğunu ve iştiyâkını gider, dindir. Susuzum, bu göğsümün sahrasında bir kez de benim için su ara.” derken sahrada su arama hâdisesi anlatılıyor. Yanan bağır ve çöl birbirine benzetiliyor. “Kez” kelimesini “gez-” (dolaş-) şeklinde de okuyabilir; bununla da bir anlam çıkarabiliriz.
Fuzûlî'nin arzuladığı şey sofuların istediği Kevser değil; sevgilinin hikmetler saçan ağzı, dudağıdır. Tabi sarhoşa şarap; ayıklara da su içmek hoş gelir. Şair rind meşreplidir. Rintler, Allah’a gönül yoluyla bağlıdır. Allah’ın rızasını kazanmak için ibadet eder ve O’nu severler. Rintlere göre zâhitler, Cennete varmak, hurilere kavuşmak, Kevser sularını tadabilmek için ibadet ederler. Böyle bir beklentileri olduğu için de riyakârdırlar…
Suyun akışını başka sebeplere bağlayan şair, hüsn-i ta’lîl sanatının da en güzel örneklerinden birini şu beyitte veriyor: “Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr/Âşık olmuş gâliba ol serv-i hoş-reftâre su” Su, duramadan, sevgilinin Ravzasına doğru akıp gidiyor. Galiba o da serviye benzeyen nazlı gidişli güzele âşık olmuştur. Burada sözü geçen “Ravza” Peygamber Efendimiz’in türbesidir…
Servi suyu seven bir ağaçtır. Akarsuların servi diplerinden dolana dolana akıyor olması, şairde suyun serviye âşık olması imajını uyandırıyor. Asıl anlatılmak istenen düşünce ise tıpkı suyun serviye olan meyli gibi, şair gönlünün de Peygamber Efendimize olan aşkıdır. Taşlıcalı Yahyâ Bey bir beytinde: “Kâşki sevdüğümi sevse kamu ehl-i cihân/Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa” (Keşke sevdiğimi sevseydi herkes ve hepimiz yalnız onu konuşsak, ondan söz etseydik.) der.
Fuzûlî’deki aşk daha bir başkadır. O kadar ki Fuzûlî, Sevgili Peygamber (s.a.v.)’ini sudan dahi kıskanır. Âşıka göre seven su bile olsa sevgili onunla paylaşılamaz. Bu yüzden Fuzûlî suya engel olmak için kendisini toprak yerine koyar: “Kendimi toprak edip, toprak olarak sevgilinin bulunduğu yere giden suyun yolunu kesmeliyim; çünkü su benim rakîbimdir; artık onu, oraya gitmeye bırakamam.” diyerek sevgilisini ne kadar sevdiğini anlatmaya çalışır.
Su Kasidesi
Fuzûlî (1495-1556)
1 Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su
2 Âb-gündür günbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvâre su
3 Zevk-i tîgundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bıragur rahneler dîvâre su
4 Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözün
İhtiyât ilen içer her kimde olsa yâre su
5 Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâre su
6 Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmakdan inse gözlerine kare su
7 Ârızun yâdıyla nemnâk olsa müjgânum n’ola
Zâyi olmaz gül temennâsıyla virmek hâre su
8 Gam günü etme dil-i bîmârdan tîgin diriğ
Hayrdır vermek karanu gecede bîmâre su
9 İste peykânun gönül hecrinde şevkim sâkin et
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm’çün ara su
10 Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelir huşyâre su
11 Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmuş gâliba ol serv-i hoş-reftâre su
12 Su yolun toprağ olup ol kûydan dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahi ol kûya koyman vare su
Vedat Ali TOK
YazarCemi’-i enbiyâlardanMuhammed cümlenin şâhıYüzü nurundan almışlarFelekler şems ile mâhıYedi kat gökleri geçtiKadem arş üstüne bastıErişdi kâbe kavseyneTavâf eyledi dergâhıAnın seyr ü sülûkundanMelekler...
Yazar: Vedat Ali TOK
(Buhûrîzâde Mustafa) Itrî (1640-1712)Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sunMihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nûrsunTarîk-i gülzâr-ı âlem, mâlik-i mülk-i âdemMünkîrine mahz-ı mâtem mü’minine s...
Yazar: Vedat Ali TOK
Yûnus Emre (?-1320)Canım kurbân olsun senin yolunaAdı güzel kendü güzel MuhammedŞefâat eyle bu kemter kuluna Adı güzel kendü güzel Muhammed Mü’min olanların çokdur cefâsıÂhiretde olur zevk ü sefâ...
Yazar: Vedat Ali TOK
İlâhî ordu kıldın Türk’ü kendi dinineDaima muzaffer et ismini arza yaysınEn güzel ümmet eyle Muhammed Emîn’ineMahşer günü hepsinin ismini tek tek saysınBin senedir uğrunda şehid verir bu milletSen ki ...
Şair: Ekrem KAFTAN