Hakk’ın Kahr u Lütfunu Bir Bilip Râzı Olmak
Tasavvuf ehli; gayret, nusret ve ilâhî lütufla bazı mertebelere ulaşır. Bunlardan âbidler, zâhidler ve ârifler kâbiliyet ve mertebeleri yönüyle farklı konumlarda değerlendirilirler. Âbidler çok ibâdet etmekle birlikte zâhirî ibâdetleri ahlâk güzelliğine yeterince yansımadığı için kemâl yolunda yetersiz kalırlar.
Zâhidler; dünyevîleşme karşısında fevkalâde saygın bir duruş sergilerler, lakin Allah’ı tanıma ve bilme konusunda âriflerin mertebesine erişemezler. Bundan dolayıdır ki, erken dönem tasavvuf büyüklerinden itibaren mertebelerin ayrımı söz konusu olmuştur. Meselâ Hâris el-Muhâsibî, “İlim Allah korkusuna, zühd rahatlığa, mârifet ise Allah’a yönelmeye sebep olur.” buyurarak bu farkı belirtmiştir.
Abdullah el-Harrâz, “Açlık zâhidlerin, zikir âriflerin gıdasıdır.” kelâmıyla yöntem açısından zâhidlerin ve âriflerin farklı olduklarına vurgu yapmıştır. Muhammed b. Fazl el-Belhî ise, “İki türlü ağlama vardır: Zâhidler gözleriyle, ârifler ise kalpleriyle ağlar.” ifadeleriyle her iki kesimin ayrı olduğuna işaret buyurmuştur.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, âriflerin diğer insanlardan üstün bir sınıf olduğunu eserlerinde zikreder. Ona göre ârif, “Kâinatı akıl yürütmenin ve delilin dışında, kalp gözü ve tefekkür ile bilip tanıyan kimsedir.” Bu hâli onları diğer insanlardan üstün kılmaktadır.
O zaman şunu diyebiliriz; âlimler, ne zaman ki ilimleriyle amel ederlerse onu içselleştirdikleri için bulundukları konumdan daha yüksek makamlara çıkabilirler. Zâhidler âlimlerden bir adım önde, bildikleri ile amel eden topluluklar arasındadır. Zira irfana ulaşmada zühd önemli bir adım kabul edilmiştir.
Dünyaya aşırı önem vermeyip çok ibâdet eden zâhidler, âlimlerden üstün sayılmışlardır. Âriflere gelince, zâhidlerden daha üstündürler. Çünkü zâhidler ibâdetle meşgul iken ârifler, o seviyeyi çoktan aşmış ve artık Rablerinin kudretini müşâhede etme aşamasına geçmişlerdir. Tabiî olarak âriflerin, bulundukları konuma zühd ve takvâ merdivenlerini çıkarak ulaştıkları da unutulmamalıdır. Mârifetullaha erdikleri hâlde zühd ve ibâdete devam eder, irfan denizinden inciler toplamaya gayret gösterirler.[1]
İrfana ulaşan mârifet ehli ârifler her şeyi Allah’tan bilirler. Tasavvufta çok sık kullanılan “Lütfün da hoş kahrın da hoş.” sözü irfana ulaşan muhabbet ehlinin makamı için kullanılan sözlerden biridir. Bir adam Rasûlullah’a gelip, “Ya Rasûlallah!” dedi. “Vallahi ben seni gerçekten seviyorum.“ Rasûl-i Ekrem ona, “Söylediğin söze dikkat et.” buyurdu. Adam üç kere “Vallahi, ben seni gerçekten seviyorum.” diyerek mukâbelede bulundu.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Eğer, beni seviyorsan fakirliğe karşı bir kalkan hazırla, çünkü fakirliğin beni sevene doğru akması selin durak yerine doğru akmasından daha sür’atlidir.”[2] İmam Rabbânî de sevgiyi anlatırken sevginin acıdan bir payı olduğunu şu ifadelerle anlatır; “Ey muhib! Elem ve mihnet, muhabbetin ayrılmaz parçasıdır. Fakrı seçen kişinin, mutlak elemden ve meşakkatten payı olması lazımdır.”[3] Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri bir beytinde şöyle buyurur:
Kimi Hakk’ın kahr u lutfun bir bilip râzî olur
Kimi kahr u lutfu bilmez derd ile mihnetdedir
(Kimisi Hakk’ın kahır ve lutfunu bir bilir, razı olup boyun eğer. Kimisi kahır ve lütfu bilmediği için dert ile sıkıntıdadır.)[4]
Kulun Hakk’a olan muhabbeti, itâattir. Allah’ına daha çok itâat eden bir kulun Allah’ını daha çok sevdiği muhakkaktır. Bir kula Allah’tan fazla iyilik geldiğinde, Allah’ın, kulu daha çok sevdiği söylenir. Allah’ın kula olan muhabbeti rahmet ve nimet şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Kim Allah’ı severse hayatı güzelleşir. Çünkü ister lütuf olsun ister kahr olsun sevgiliden gelen her şey âşıka haz verir. Bunun tam tersi de geçerlidir; yani seven dâimâ sevgilisine kavuşmak istediği, ondan ayrı düşmekten endişe ettiği için yaşadığı hayat ona zehir olur.
Kelâbâzî’ye göre, “Allah kulunun tevbesine sevinir.”[5] hadisi de Allah’ın mü’minlere olan muhabbetine işaret eder. Çünkü günah işlediğinde Allah’tan af diler, tevbe eder, Allah da o kulunu sever, yaptığı günahlardan dolayı onu cezâlandırmaz.
Allah, isyanından dolayı kulunu terk etmez; aksine ona yönelir. Allah, kulunu dünyanın aldatmasından, düşmanın hilelerinden, nefsin aldatmalarından ve yaratılanların fitnesinden korumak ister. Allah, kulunun yalnız kendisine yönelmesini, günahlarının ve isyanlarının çokluğunun onu yıldırmamasını, bağışlanmayı dilemesini ister.[6]
Allah’ın kullarına verdiği iyilik, güzellik, sıhhat, selâmet, iman, hidâyet ve ihsân gibi şeyler sadece bir lütuftur. Mükâfât ve cezâ Allah’ın irâdesinin, lütfunun ve adâletinin eseridir. Allah büyük lütfuyla insanları bu diyara çağırır. Az bir sıkıntı karşılığında bu diyarı bahşeder.
Ne var ki; bir zümre buradan yüz çevirir ve kaçar, küçümser ve inkâr eder. Ancak Allah, zincirlere bağlı olarak onları cennete sevk eder. İşte bu Allah’ın fazlı ve keremidir. Kelâbâzî, Allah’ın yapılan amellere göre değil fazlıyla ve rahmetiyle istediğini cennete sokacağını şu hadisten mülhem olarak belirtir:
Rasûlullah (s.a.v.), “Sizden hiçbirinizi, ameli cennete sokamayacaktır.” Bunun üzerine dediler ki, “Ya Sen yâ Rasûlallah!” Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Allah fazlı ve rahmetiyle Bana acıyıp Beni korumadıkça ben de cennete giremeyeceğim.” Allah’ın lütfu mükâfâtı, adâleti de azâbı icap ettirir.[7]
Allah (c.c.) bir âyetinde şöyle buyurur: “Şüphesiz, Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır.”[8] Allah, kâfiri cennete girdirmez ve müşriki bağışlamaz; ancak bunun dışında dilediğini bağışlar, fazlıyla ve rahmetiyle istediğini cennete sokar.[9]
Büyükler şöyle buyurur: “Velî ârif olan lütfa sevinmez, kahra da incinmezmiş.” Serrâc, Cüneyd-i Bağdâdî’nin, şiddetli hastalığa tutulduğu bir zamanda, “Zünnûn'un şu sözünden başka söylenecek bir şeyim yok: Ey verdiklerine şükredilen, bize şükredeceğimiz şeyi lutfet!” şeklinde duâ ettiğini nakleder.
Bir defasında Zünnûn-i Mısrî’nin ârifi vasfederken kullandığı, “Burada idi, şimdi gitti.” sözünün mânâsı Cüneyd-i Bağdâdî’ye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: “Ârif bir hâl içinde kalarak diğer hâllerden habersiz olan kişi değildir. O belli bir hâl ile kayıtlı değildir. Hiçbir menzil onu diğer menzillere gitmekten alıkoyamaz. Ârif her makam ehli ile bulunur ve o makam ehlinin bulduğu ve yaşadığı şeyleri bulur ve yaşar. Bulundukları makamlardan faydalanmaları için onlara o makamın en yüksek hâllerinden bahseder.”
Allah mü’minlerin velîsidir. Allah yalnız hayırdır ve kutsîdir; bu sebeple O’na her zaman güvenilebilir. Mevlânâ bu güveni, Mesnevî’sinde şöyle dile getirmiştir;
“Bilgisizlik, yani Allah’ın bizimle beraber olduğunu bilmemek, O’nun zindanıdır. Bu hâli, bu ihsânı bilmek, hissetmek de O’nun bağı, bahçesi, köşkü, sarayıdır. Uykuya varırsak, O’nun aşkıyla kendimizden geçmişiz, O’nun mesti olmuşuzdur. Uyanık bulunursak, O’nun yazdığı destanda, bize verdiği rolü yaşarız.
Eğer ağlarsak, O’nun rızıklarla, bereketlerle dolu bulutuyuz, gülersek O’nun parlak şimşeği oluruz. Kızar, hiddete kapılır savaşa girersek, bu O’nun kahrının aksi, celâlinin tecellîsi olur. Barışır, özür dilersek, bu da onun sevgisinin açığa çıkışıdır, görüntüsüdür. Bu karmakarışık dünyada biz kim oluyoruz? Biz birer gölge varlık, birer hiçten ibâretiz. Hiçbir harf ile birleşmeyen, hiçbir nokta almayan elif gibiyiz. Bizden zuhûr eden her hareket ile her hâl, O’nun esmâ ve ilâhî sıfatlarının bir tecellîsidir.”
Her ne yüzden görseler lutf u atâ kahr u cefâ
Cümlesin dostdan bilip dostdan görüp dostdan tutar[10]
Sabır olgun insanların gösterdiği bir davranış şeklidir. Unutulmamalıdır ki; Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden birisi de ‘Sabûr’dur, ancak bu ismin Esma-ı Hüsnâ’nın en sonunda yer alması bu hasletin zorluğuna, herkesin bu meziyete kolayca sahip olamayacağına işaret eder. Kâmil imana sahip, “Lütfun da hoş kahrın da hoş.” diyebilmenin yüceliğine ulaşan insanlar sabrın güzel örneklerini sergiler. Bu konuda Erzurumlu İbrahim Hakkı şunları söyler;
Sen adli zulüm sanma
Teslim ol oda yanma
Sabret sakın usanma
Mevlâ görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler
Deme şu niçin öyle
Yerincedir ol öyle
Bak sonuna sabreyle
Mevlâ görelim neyler
N’eylerse güzel eyler”
Allahu Teâlâ, kulu için her zaman, en iyi olanı takdir eder. Mevlânâ kader ile ilgili düşüncelerine şöyle devam eder; “Ey Hüseyin! Kitabın elindeki kalem gibi, insanın gözü de, gönlü de Allah’ın iki parmağı arasındadır. Lütuf ve kahır parmakları arasındaki gönül kalemi, bu parmaklar yüzünden bazen sıkıntıya düşer, bazen feraha çıkar.
Ey gönül kalemi! Allah’ın büyüklüğünü, kudretini seziyor isen, bak da gör, sen kimin parmakları arasındasın; bu senin için en büyük servettir. Senin bütün davranışların, bütün hareketlerin bu parmaklardadır. Başın ise lütuf, kahır, hidâyet, sapıklık yollarının geçtiği dört yol ağzındadır.
Senin bazen doğru, bazen eğri hareketlerin; bu harflere benzeyen hâllerin, o ezel kitabının yazıp bozmasından meydana gelir. Senin bir şeye teşebbüsün veya vazgeçişin de onun irâde ve takdiriyledir. Niyaz ve duâsından başka kurtuluş yolu yoktur.
Bu hâlden hâle girmekten, bu değişip durmaktan, her kalemin, yani her gönülün haberi yoktur. Bu hâlden hâle girişleri, bu değişmeleri bile kendi haddince, kendi kâbiliyetine göre bilir. İyilik ve kötülük yapmasında da insan, kendi kadrini ve kendi istîdâd ve kâbiliyetini gösterir.”[11]
Cefâ vü cevrine yârın tahammül eyleyip râm ol
Ola kim kahr u lutfun perdesiyle imtihân eyler[12]
(Sevgilinin cefâ ve eziyetine tahammül edip ona bağlan; kim bilir belki seni zorlama ve lütfunun perdesiyle imtihan ediyordur.)
Mevlânâ kazâ ve kaderden kaçılmayacağı, kazâ ve kadere teslim olup, ilâhî irâdeye boyun eğmenin en doğru yol olduğu düşüncesindedir. Mevlânâ’ya göre, Yaratıcı kendi dileğini gerçekleştirmek için olayları türlü türlü perdeler hâlinde insanların gözlerine indirir.
Mevlânâ’ya göre, kazâ ve kader gökten baş çıkarınca, bütün akıllılar kör olur, sağır olur. Kazâ gelip çatınca, balıklar kendilerini denizden dışarı atarlar. Yerde kurulmuş bir tuzak, havada uçan kuşu bile yakalar. Güçsüz bir hâle kor. Olmayacak işler olur hâle gelir. Mevlânâ hiçbir şekilde kader ve kazâdan kaçılamayacağını, “Sen kazâ ve kadere uğradıktan sonra, kazâ ve kaderden başkasına kaçar, sığınırsan, hiçbir hile seni ondan kurtaramaz.” şeklinde ifade eder.[13]
Mevlânâ sabrın bu yönünü Mesnevî’sinde, Lokman isimli fazîlet sahibi bir kölenin davranışlarına dikkatleri çektiği bir hikâyede ele almıştır. Hikâyeye göre, ne zamanki köle olan Lokman’ın efendisine yemek getirseler, efendisi Lokman’ı çağırtır, önce o yemeğe Lokman el sürer, efendisi de ondan sonra yermiş. Bu surette ondan kalanları daha sonra efendisi âfiyetle yer, bundan zevk alır, onun yemeğini ise dökermiş. Hatta yese bile gönülsüz iştahsız yermiş.
Bir gün Lokman’ın efendisine hediye olarak bir karpuz getirilir. Hizmetçisine Lokman’ı çağırtır. Lokman gelince efendisi karpuzu kesip ona bir dilim verir. Lokman, o dilimi tatlı bir şey gibi yer. Hem de öyle lezzetli yer ki Lokman’ın efendisi ikinci dilimi de kesip verir. Bu şekilde karpuzun tamamını yer bitirir. Sadece bir dilim kalır ve efendisi bunu da ben yiyeyim; bir göreyim, bakayım, nasıl bir şey, herhâlde tatlı bir karpuz diye düşünür.
Çünkü Lokman öyle lezzetle, öyle zevkle, iştahla yemiş ki, görenlerin iştahı açılır. Efendi o dilimi yer yemez karpuzun acılığından ağzını bir ateş sarar, dili uçuklar, boğazı yanar. Acılığından âdetâ kendisini kaybeder. Sonra da Lokman’a, “A benim canım efendim, böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Böyle bir kahrı nasıl oldu da lütuf saydın? Bu ne sabır? Neden böyle sabrettin? Sanki canına kastın var? Niye bir şey söylemedin, niye biraz sabret şimdi yiyemem demedin?” diye söylendiğinde Lokman, “Senin nimetler bağışlayan elinden o kadar rızıklandım ki, utancımdan âdetâ iki kat oldum, elinle sunduğun bir şeye, ‘Bu acıdır.’ demeğe utandım.” der.[14]
[1] Mahmud Esad Erkaya, “Hacı Bektaş Veli’nin Tasavvuf Düşüncesinde Marifet ve Arifler”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, Sayı: 103, Eylül 2022, s. 132.
[2] Tirmizî, Zühd, 4/576, 2350.
[3] İmam Rabbânî, Mektubat, Mektup No: 140.
[4] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Divan Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Divanı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2020, c.1, s.383.
[5] Buhari, Deâvât, 6308, 6309.
[6] Vahit Göktaş, Kelâbâzî ve Tasavvuf Anlayışı, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara 2007, s. 266.
[7] Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 58.
[8] 7/A’râf, 50.
[9] Göktaş, a.g.e., s.384.
[10] [10] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006, s. 45.
[11] Tuğba Sağıroğlu, Mevlânâ’nın Mesnevî Adlı Eserinde Tevekkül Anlayışı, Ankara Üniversitesi sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2009, s. 135-136.
[12] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 78.
[13] Sağıroğlu, a.g.e., s. 136.
[14] Sağıroğlu, a.g.e., s. 89.
Musa TEKTAŞ
Yazarİnsanın iki önemli tarafı vardır: Biri nefs ve bir diğer yanı ise rûhtur. Nefs, rûhun emrine girerse, insan baştan ayağa rûh kesilir ve erdemin, olgunluğun, iyilik ve güzelliğin mekânı olur. Hulûsi Ef...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Allah’a yakın olabilmek için iyilik yolunda yürümek, iyiliğe gönül vermek, gerekirse can vermek gerekir. Sahâbe-i kirâm bütün hayatını, malını, canını Allah’ın dinine ve Rasûlullah’ın emri üzere fedâ ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Yaratılıştaki Yüz Güzelliğini Koruyarak Mahşerde Mahcup Olmamak İçinde yaşamış olduğumuz şu âlemde, yaratılmış olan bütün güzellikler Cenab-ı Hakk’ın ilâhî güzelliğinin bir yansımasıdır. Çünkü gü...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Özbekistan tarihî eserleriyle bir açık hava müzesini andırmaktadır.Yedi bağımsız Türk Cumhuriyeti (Türkiye, Âzerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ