Hakikî Anlamda Sevmek
Seni sevmek imiş âlemde her zevk u safâ ancak
Senin derdine dûş olmak imiş derde devâ ancak
(Dünyadaki her zevk ve sefâ ancak seni sevmekle olurmuş. Dertlere devâ bulmak da ancak senin derdine omuz vermek, sana yardım etmek, yardımcı olmaya çalışmakla olur.)
Beyitte sevmek ifadesi tasavvufî anlamda bizlere üç durumu hatırlatmaktadır. Birincisi; Cenâb-ı Allah (c.c.), ikincisi Rasûlullah (s.a.v.), üçüncüsü ise mürşid-i kâmildir.
Âlemde en yüksek sevgi Cenâb-ı Allah’a duyulan sevgidir. Çünkü her şeyi yaratan, rızıklandıran, ezelî ve ebedî olan yalnız Allah’tır. Bizler ne yaparsak yapalım O’nun verdiklerinin şükrünü edâ edemeyiz. Âdemoğlu tüm hayatını O’nun sevgisiyle bina eder ve tek hayali ebedî âlemde Cemâlullah’ı seyretmek, bu seyirle şereflenmektir.
İnsan asıl vatanı olan rûhlar âleminden dünya gurbetine yollandıktan sonra Allah’a kavuşma arzusuyla yanıp tutuşur. Bu kavuşma yolunda benliğine ait önüne nice engeller çıkar, bundan dolayı da nice dertler yaşar. Ancak, kişi bu dertlerden her daim hoşnuttur. Onun vuslat derdine çare olacak olan dermanın yine bu dertler olduğunu bilir. Hallac-ı Mansur ile ilgili şu kıssayı iyi anlayıp idrak etmek gerekir:
Tasavvufun En Aşağı Derecesi
Halîfe, "O, fitne çıkarmak istiyor, onu katledin veya Enel-Hak sözünden dönene kadar dövün." emrini verdi. Ona önce yüz kırbaç vurdular. Hiç ses çıkarmadı.
Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler. "Korkudan sarardığımı sanmayın. Kan kaybetmekten sararıyorum." buyurdu. Darağacında "Tasavvuf nedir?" diye sordular. "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu hâldir." "Ya ileri derecesi?" dediler. "Onu görmeye tahammülünüz olmaz." dedi.
İdam edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hatta tebessüm ediyordu. Bir dostu, gül attı. O zaman inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni tanımaz. Hâlden anlayanların bir gülü beni incitti." dedi.
Ellerini, bacaklarını sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah’ım, bana senin için bu işkenceyi reva görenleri affet!" diye yalvardı.
Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı. Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdat'ı basmak üzereydi.
O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallac bu kimseye, şehid edilmeden önce; "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atarlar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdat'ı basar. O zaman hırkamı nehre götürüp at." buyurmuştu.
Allah Rasûlü’nü hakikî anlamda sevmek ise ancak O’nun yolunda gitmek, O’nun getirdiklerine iman etmek ve hayatında tatbik etmekle olur. Sözle değil ancak yaşamakla mümkündür.
Ashab-ı kiramın dediği gibi; “Anam babam sana feda olsun ya Rasûlullah.” Her şeyden ama her şeyden çok onu sevmek gerekir. Sevgiyi, insanın tüm zerrelerinde yaşamasıyla mümkündür. Çünkü sevgi ile tüm engeller aşılır, dağlar geçiler, vuslata erilir.
Manevî Evlatlığa Kabûl
Ali Semerkandî Hazretleri, tahsilini tamamladıktan sonra, Mekke-i Mükerreme’ye gitti. Kâbe-i Muazzama’da yıllarca imamlık yaptı. Orada, insanları ehl-i sünnet itikadına uygun bir iman ile yaşamaları, ibâdetlerini sünnet-i şerife uygun yapabilmeleri için çok çalıştı. Manevî bir işaret ile Medine-i Münevvere’ye geldi. Orada Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in mübarek türbelerinde yedi sene kadar türbedarlık hizmetinde bulundu.
Bir gün rüyasında, Peygamber Efendimiz’in kerimeleri Fatıma Validemizi gördü. Rüyada; "Yâ Ali! Rasûlullah’ın huzuruna git. Seni manevî evlatlığa kabul buyuracak!" dedi. Ali Semerkandî Hazretleri uyanınca, hemen Rasûlullah’ın mübârek huzuruna koştu. Mübârek kabrinin karşısına geçip, diz üzerinde edeple oturdu. Başını önüne eğerek, murakabe hâlinde beklemeye başladı.
Bir müddet sonra Ravza-i Mutahhara’dan Rasûlullah Efendimiz’in; "Buyur ya Ali! Seni manevî evlâdım olarak kabul ettim. Kıyâmete kadar bu mucizem bâkî kalsın. Ey Ali! Öyle bir beldeye git ki, fakirlikleri sebebiyle beni ziyaret edemeyen ümmetim, seni ziyaret etsinler. Sen benim evlâdım olduğun için, sana yapılan ziyareti bana yapılmış gibi kabul ederim." mübârek sözlerini işitti.
Bu sözleri, büyük bir zevk ile dinleyen Ali Semerkandî Hazretleri, sevincinden ağladı ve Cenâb-ı Hakk'ın verdiği bu nimetten dolayı şükür secdesi yaptı. Anadolu'ya gitmesi gerektiğini anladı ve hemen harekete geçti.
Ali Semerkandî Hazretleri, bugünkü Ankara'nın Çamlıdere havalisine geldi. (Çamlıdere'nin eski ismi Şeyhler olup, bu zata izafeten verildi.) Çamlıdere'ye bir derviş kıyafetinde gelen Ali Semerkandî, oradaki insanların çok fakir olduğunu görerek, işaret buyurulan yerin burası olduğunu manevî keşif ile anladı.
Buradaki insanların irşadı, Allahu Teâlâ’nın emirlerini bildirmek, yasaklarından sakındırmak için yıllarca çalıştı. Pek çok talebeleri oldu. Çok güzel hizmetlerde bulundu.
Yolunda sarf eden cân nakdini erdi visâline
Hayât-ı câvidânîdir sana olmak fedâ ancak
(Ancak, senin yolunda canını fedâ edenler sana kavuşabilir. Asıl ölümsüz hayata, senin uğruna canını fedâ etmekle erişilebilir.)
Can Vermek Vuslata Ermek
1. Murat Kosova’da şu şekilde yalvarıyor, Cenâb-ı Hakk’a iltica ediyordu: “Ya Rabbi, din düşmanları Müslümanlar üzerine bir belâ gibi çöktü. Bunda benim bir suçum var ise beni affet, senin şânına lâyık olanı yap, bu belâyı kaldırmak için canım fedâ olsun. Yeter ki İslâm ordusu zafer kazanarak bayram etsin. O bayram günü beni de senin için kurban et. Beni de Sana kurban olarak al. Sana kurban olmamı nasip eyle."
Sabaha karşı rüzgâr kesildi¸ gökyüzü sakinleşti¸ bir parça da yağmur yağdı. Toz ortadan kalktı ve hava açıldı. Sanki İslâm askeri üzerine rahmet saçıldı. Tüm ordu ve devlet erkânı eski huzurunu yakaladı. Ordu canlandı ve maneviyatı yükseldi.
Bu durumu gören I. Murat Cenâb-ı Allah'a sonsuz şükürlerde bulundu. I. Kosova Savaşı sekiz saat sürdü. Osmanlı asker ve komutanlarının kahramanca savaşması sonrası zafer kazanıldı. Mağrur olan ve sayılarına güvenen düşman askeri Allah'ın izniyle Osmanlı kuvvetlerine teslim oldular.
Fakat Murat Hüdaverdigâr o gece Cenâb-ı Allah'tan şahadet dilemişlerdi. Savaş kazanılmasına rağmen bu arzuları yerine gelmediği¸ kurban olarak alınmadığı için hatırları yaralanmış ve manevî hâlleri buruk bir hâl almıştı.
Bu düşünceyle savaş meydanını gezmeye çıktı. Savaş meydanını gezerken fânî olan dünyanın ne kadar çabuk değiştiğini düşündü. Birçok Müslüman gencin yerlere serilip yattıklarına üzülmekte iken ansızın ölüler arasından çıkan yaralı bir Sırp askeri Padişaha hançerle vurdu ve yere düşürdü.
Bu kişi Miloş Nikola adlı bir Sırp askeriydi. Hemen Osmanlı askeri tarafından öldürülmüştü. Fakat yere düşen I. Murat burada ruhunu çoktan teslim etmişti. I. Murat'ın şehit edilmesiyle ilgili kaynaklardaki ikinci rivâyet ise şu şekildedir: Miloş Nikola (Obiliç) adlı bir Sırp askeri¸ ben Müslüman oldum padişahınızla görüşmek istiyorum¸ demek suretiyle hükümdarın huzuruna girmeyi başarmıştır. Huzurunda iken yeninde gizlediği zehirli bir hançerle Murat Hüdavendigâr'a saldırmış, yüce padişahı yaralamak suretiyle şehit etmiştir.[1]
3.Beyit:
Temâşâ-yı cemâlin ârzûsuyla zâr olan çeşme
Gubâr-ı hâk-i pâyındır olursa tûtiyâ ancak
(Senin yüzünü görme hasretiyle ağlayan gözlerime ayaklarının altındaki toprağının tozu sürme olur.)
Âşık her zaman sevgilinin yolundan giderek sevgiliye kavuşma hasretiyle ağlayıp figân eder. Bu sel gibi akan gözyaşlarına da çare olacak olan şey sevgili yürürken onun ayağının bastığı toprağın tozudur. Sevgili baştan ayağa kutsaldır. Ayağının kutsallığı yürürken bastığı toprağı kendisi gibi kutsallaştırır.
Burada âşık kutsal olan bu toprağın tozunun her dem ağlayan gözüne çâre olarak görmektedir. Bilindiği üzere sürme tarih süreci içerisinde göz için şifâ olarak görülmüştür. Çünkü sevgilinin ayağının tozu sürme olarak çekilir ki bu sürme baş üzerinde taşınır, sevgili hürmetine.
Niyâzım âsitânın hâkinin kurbânı olmaklık
Ümîdvârım ki redd olmaz kapından bir recâ ancak
(Tek dileğim eşiğinin toprağının kurbanı olmaktır. Ümitliyim ki senin kapında sana yapılan dualar reddedilmez hemen kabul olunur. )
Duâ etmek ve kurban kesmek insanı Allah’a yakınlaştıran, aradaki mesafeyi azaltan ibâdetlerdir. Müslümanlar, dileklerinin gerçekleşmesi ümidiyle Allah’a duâ eder, duâlarının kabul edilmesine vesile olsun diye de kurban keser.
Kutsal olan muhitlerde kurban kesiminin daha makbûl olduğu inancıyla kurban ne kadar kutsal bir yerde kesilirse dualarına icâbet edilme ümidi de o kadar artar.
İki âlemde andan özge devlet istemem bi’llâh
Diyesin kim Hulûsi kapımızda bir gedâ ancak
(Her iki âlemde de onun mutluluğundan, onun büyüklüğünden başka bir şey istemem. Varsın Hulûsi kapıda hizmetine devem etsin.)
Fenâfillâh mertebesi bir dervişin ulaşmak isteyeceği son mertebedir. O hiçbir zaman dünya ve âhiretteki güzelliklere dalarak Allah’ta yok olma arzusundan, vuslattan vazgeçmez. Hakikî dervişlik ise öyle kolay elde edilmez, öncelikle tâbî ve teslim olmak gerekir.
Mûtî Olmak
Yavuz Selim Han'ın vefatı sırasında yakın dostu ve sır arkadaşı Hasan Can’ın kendisine "Artık Allah'la beraber olmanın vakti gelmiştir." demesi üzerine Yavuz Selim Han "Sen bizi bunca zamandır kiminle biliyordun¸ Cenâb-ı Hakk'a teveccühte bir kusurumu mu fehmeyledin." demiş¸ Hasan Can'dan Yasin Sûresi’ni okumasını istemiştir. Kendisi de okumaya başlamış ve bu hâldeyken rûhunu teslim etmiştir.
Kendisinin naaşı yıkanırken sağ eli ile iki kez setr-i avret ettiği müşahede edilmiş¸ etrafındakiler ise bu hâli hayret ve şaşkınlıkla izlerken tekbir ve salâvat getirmişlerdir. Bunlar ise bu yüce padişahın nasıl bir rûhâniyet hâlesi içerisinde bulunduğunu, Cenâb-ı Allah’a mûtî olduğunu bizlere anlatmaya kâfîdir.
[1] Ahmet Cevdet¸ Kısas-ı Enbiya¸ c. VI¸ (Haz: Mahir İz)¸ s. 285¸292¸ Ankara 1985; Mehmet Hemdemi¸ Solakzade Tarihi¸ c. I¸ (Haz: Vahid Çabuk) s. 58-68¸ Ankara 1989. ; İsmail Hakkı Uzunçarşılı¸ Osmanlı Tarihi¸ c. I¸ s. 252-257¸ Ankara 1972.
Resul KESENCELİ
YazarBeyit:Ey yâr olmak istemedin bir lahza âşinâ banaHastalığım bilip derdim eylemedin şifâ bana (Ey sevgili, Bir an olsun dost, tanıdık gibi olmadın (davranmadın) bana, yabancı gibi davrandın, Has...
Yazar: Resul KESENCELİ
BeyitKime arz-ı hâl edem sen var iken ey serv-i nâz Çâresiz derd-i dile sensin tabîb-i çâre-sâz (Ey servi boylu sevgili! Sen varken hâlimi kime arz edeyim. Çaresiz gönlümün derdine çare bulan tabip ya...
Yazar: Resul KESENCELİ
Uluğ Bey, gençliğinde devletin şehzadelerinden biri olarak görünse de aslında erken yaşlardan itibaren devlet yönetiminde söz sahibiydi. Dedesi Timur’un 1405 yılındaki vefatından sonra Miran Şah’ın oğ...
Yazar: Resul KESENCELİ
Ebrehe mutaassıp bir Hristiyan’dı. Bu dini yaymak için yoğun bir faaliyete geçti. Bu maksatla Sana’da, Arapça kaynaklarda Yunanca ekklessia kelimesinin Arap lisanıyla Kalis/Kulleys olarak geçen, kapıl...
Yazar: Resul KESENCELİ