Müslümanın Tarih Algısı
“Müslümanların kendilerine has bir tarih okuma modelleri var mıdır?” sorusuna cevap arayarak konuya girecek olursak, bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Hayatın hiçbir alanını boş bırakmayan bir dinin, tarih okuma modelinin olmaması düşünülemez.
Elbette ki vardır… Müslümanlar, Müslüman olmayanlar ya da hayata seküler bakanlar gibi tarihe bakmazlar. Tarih konusundaki özgün bakış açılarının yüzlerce örneğini bulmak mümkündür.
En başta bir kere Müslümanlar tarihe bakarken -okullarda öğretildiği gibi- insanlığın başlangıcını ilkellik olarak kabul etmezler. Tarihi, esma ilmini almış bir peygamber ile başlatırlar.
Bu konuda seküler tarih algısı ile Müslümanca tarih algısı arasındaki farkı şu cümle ile özetleyebiliriz: Tarihi ilkellikle başlatanlar ilk çağlardaki insanların sefaletine inanırken, tarihi peygamberlerle başlatanlar ise asaletine inanırlar.
Tarih Algısı
Şöyle ki okullarda tarih eğitimi almış herhangi bir kimseye, ilk çağ insanları deyince aklınıza ne geliyor, diye sorsanız, büyük bir ihtimalle Kemal Sunal’ın Hanzo filmindeki gibi bir tipleme akıllarına gelecektir.
Bakın tarih algısı nelere yol açıyor, görebiliyor musunuz? Oysa ilk insan Hazreti Âdem ve Hazreti Havva cennet görmüş insanlardır. Onların çocukları ise bir ümmettir ki onlar peygambere ve vahye muhatap olmuş kimselerdir.
Peki, biz bu tarih algısını çocuklarımıza veremezsek ne olur? O zaman, Âdem ile Havva mitolojik birer karakter gibi algılanır, karikatüristlerin elinde vücutları yapraklarla örtülmüş olarak resmedilir ve yüzlerce düzeysiz espriye konu edilir de Müslümanlar buna tepki gösterecek bir iradeye bile sahip olamazlar. Çünkü demokrat kafayla ve seküler tarih algısıyla yetişen insanlar, bu tür şeylerden rahatsız olmazlar.
Medeniyetin zirvesi Müslümanların medeniyet algıları da tarih okuma modelleri ile birlikte ele alınması gereken bir konudur. Bu okuma modeline göre, faziletler medeniyetinin ve vahiy toplumunun temeli Hz. Âdem (a.s.) tarafından atılmış, Habil’in çizgisi ile devam ettirilmiştir.
Zirve noktasına ise Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e nübüvvet görevinin verilmesi ile ulaşılmıştır. Dolayısıyla Müslümanlar medeniyetin zirvesine tarihin bir noktasında ulaşmışlardır.
Günümüzde ”gelişim” kelimesi maddî ve teknolojik refah olarak anlaşıldığı için, bizim burada faziletler üzerinden gelişimi ele almamız ve zirve noktasının Asr-ı Saadet’te olduğunu söylememiz yine Müslümanlar olarak hayata bakışımızdaki farkı ortaya koyan bir anlayıştır.
Bizim için medeniyet teknik ve teknolojik ilerlemeden ibaret değildir. Faziletsiz insanların teknolojiye veya maddî refaha kavuşmaları, bizim açımızdan hiçbir anlam ifade etmez. Bu onların ancak süflî yaşantılarını arttırır.
Bizim için başlıca medeniyet kıstası, faziletlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Asr-ı Saadet modelini ortaya koyarken, insanların faziletlerde ulaşabilecekleri en son noktayı koymuştur.
Ve bu nokta insanların hiçbir zaman aşamayacakları bir gelişmişlik sınırıdır. Kimilerine göre Orta Çağ’ın Arapları olan bu insanlar, bize göre medeniyetin en tepe noktasındaki öncüleridir.
Bir şiirinde Mehmet Âkif’imiz “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi.“ derken bu tarih ve medeniyet bilincine sahip olduğunu göstermektedir. Onlara yetişmek ise kimsenin haddi değildir. Onları çapulcu olarak gören zihniyetin temelinde ise ırkçılık ve ulusalcılık düşüncesi vardır.
Onlara göre bir medeniyet kurulmuş veya yüceltilmişse onu mutlaka kendi ırklarının mensupları yapmıştır. Kureyş Kabilesinden, Haşimoğulları sülalesinden bir peygamberin dünyanın en büyük medeniyetini kurmasını hazmedemezler. Şimdi neden, kurdukları eğitim sistemi ile ırkçılık aşılamaya çalıştıklarını anlayabiliyor musunuz?
Mükemmel Tarihtedir
Şu durumda madem bizim tarih algımıza göre “mükemmel” denilen olgu tarihin bir çağında sabitlenmişse -ki aynen öyledir- kim ne derse desin “Asr-ı Saadet Medine Toplumu” bizim için en güzel modeldir.
Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’in rahle-i tedrisinden geçen ve onun örnekliğini yaşatan sahabiler sadece onu görmek ve onunla sohbet etmek şerefine erişen kimseler değil, aynı zamanda vahiy atmosferini birebir yaşayan kimselerdir. Onları üstün kılan nedenlerden birisi de budur.
Peygamber Efendimiz tarafından sahabilerin yıldızlara müsavi görülmesi ve sahabileri öven daha nice hadis-i şerifler bu hakikati ortaya koymaktadır. Kuşkusuz ki İslâm düşünürlerinin hepsi faziletli toplumu tarif ederken, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in yetiştirdiği bu örnek nesli tarif etmişlerdir.
Ecdadımız da bu mübarek nesle en yüksek seviyede saygı göstererek, bize bu güzel bakış açısını miras bırakmışlardır. Buraya kadar anlattıklarımızdan ideal toplumun Müslümanlar açısından geçmişte olduğunu, bundan sonra artık o ideal topluma ne kadar yaklaşabilirsek ancak onu hedefleyebileceğimizi ifade etmiş olduk.
Dolayısıyla bizim ulaşmaya çalışacağımız havalarda uçuşan bir ütopya söz konusu değildir. Bizzat yaşanmış ve ayakları yere basan bir örneklik söz konusudur. Belki de sınırsız ufuklara bakmak yerine, ideallerimize bir yerde çerçeve çizmemiz bizim için daha gerçekçi ve verimli olacaktır. İşte bu çerçeve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve seçkin ashabının örnek yaşantısıdır.
Tarihe Bakışımız
Müslümanların tarihe bakışları ile ilgili bir diğer özgünlükleri de şudur: Müslümanlar tarihe her zaman Hak ve bâtıl mücadelesi penceresinden bakarlar. Bu mücadelenin temelini ise Hâbil ve Kâbil’e kadar götürürler.
Bu bakış açısı Müslümanların tarihe bakışlarındaki özgünlüğü ve orijinalliği göstermesi açısından güzel bir örnektir. Tarihî olaylar hakkında belki tek tek net bilgilerimiz olmayabilir; ancak genel olarak tarihte uzlaşma olduğu gibi çatışmanın da olduğunu, barış olduğu gibi savaşın da olduğunu inkâr edemeyiz.
Hayatın tabiatında, iman ile küfrün, şirkle tevhidin, iyilikle kötülüğün mücâdelesi vardır. Küfür ve zulüm düzeni ile çatışmak, tarihin ve hayatın bir gerçeği ve gereğidir. Hakk’ın hâkim olması ve bâtılın yok olup gidici olması gibi ifadeler ancak Müslüman sîneleri titretecek hakikatlerdir.
Seküler ve demokratik kafayla yetiştirilen nesiller bu hedeflerden uzaktır. Oysa Cenâb-ı Allah zâlimleri bizim elimizle savmayı murat etmiştir. Tevbe Sûresi 14. âyet-i kerimede bu çarpıcı hakikate şöyle işaret edilir: “Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin…“
Ecdâdımız bu ve diğer cihad âyetlerini içselleştirdikleri için, tarihimiz birçok kere Hak ve bâtılın mücâdelesine şâhitlik etmiştir. Yapılan fetihleri asla topraklarımızı büyütmek ve dünyaya egemen olmak için değil, İslâm’ın adaletini yeryüzüne taşımak için yapmışlardır.
Bugün ne acıdır ki farkında olmadan seküler kafayla yetiştikleri için, İstanbul’un fethini ve Viyana kuşatmasını gayri meşru gören bir takım kimseler bulunmaktadır. Bu insanlar tarihe Hak ve bâtıl çatışması perspektifinden bakamadıkları için, bu hatalara düşmüşlerdir.
Aydın BAŞAR
Yazarİlâhî ordu kıldın Türk’ü kendi dinineDaima muzaffer et ismini arza yaysınEn güzel ümmet eyle Muhammed Emîn’ineMahşer günü hepsinin ismini tek tek saysınBin senedir uğrunda şehid verir bu milletSen ki ...
Şair: Ekrem KAFTAN
Tasavvuf ehli; gayret, nusret ve ilâhî lütufla bazı mertebelere ulaşır. Bunlardan âbidler, zâhidler ve ârifler kâbiliyet ve mertebeleri yönüyle farklı konumlarda değerlendirilirler. Âbidler çok ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
6 Ağustos 2023 Pazar sabahını diğerlerinden farklı kılan şey ata toprakları Özbekistan’ı ziyaret etmek için yola revan olmamızdı. Elbette bu heyecan tarihi ve kültürel bağlarımızı yerinde müşahede ede...
Yazar: Hamit DEMİR
Kur’ân-ı Kerim dindeki tahrîfât süreçlerinden bahsederken Ehl-i Kitab’tan örnekler vererek Müslümanları bu konuda uyarır. Yüce Allah Bakara Sûresi’nin 41. âyetinde İsrâiloğullarına “Âyetlerimizi az bi...
Yazar: Aydın BAŞAR