Gönül Derdinin Dermânı Sevgilinin İhsanı
Allah’ın sevgili kulları hep dert sahibi olmuştur. İyilik için dertlenmek, ideal olana kavuşmak için dert çekmek vuslatın vesilesi kabul edilmiştir.
Derdi olan dermânın peşindedir, ama bulsa mı bulmasa mı? Bunda da kararsızdır. Hele gönül derdi pek yamandır. Yâre derdini arz etmek âşıklık hâlidir. Sevgilinin derdinin dermânı yine sevgilidir. Dermânı lütfedecek yine yârdir. Aşk ehlinden olup Hakk’ın sevdiği insan olmayı isteyenler dert ile olgunlaşır. Gönül derdinin dermânı tabîb-i hâzık olan mürşid-i kâmildir.
Tabîb-i hâzıkı bul yâreni arz eyle teslîm ol
Anı tîmâr eder ne vech ile dermâna lâyıksa
(Sen işinin ehli tabibi bul, yâranı göster, sonra teslim ol. Tabip o yarayı dermâna lâyıksa her ne şekilde olursa olsun tedavi eder.)[1]
Mürşitlerin dünya derdi olmadığı gibi dünyevî beklentiler içinde olanlarla da işleri olmaz. Onlar âhiret derdine düşenlerin elinden tutarlar ve onları Hakk’a ulaştırmak için yol gösterirler.
Hz. Mevlânâ dert hakkında şöyle der: “Her işte insana rehber olan derttir. Bir kimsede bir işin derdi ve o işin heves ve aşkı, içinde belirmedikçe, o işe kasdetmez ve o iş dertsiz ona müyesser olmaz. Dünya olsun, âhiret olsun; marangozluk olsun, padişahlık olsun, ilim olsun, amel olsun...”
Allah sevgisiyle yanan gönüller hakîkatin ve mâneviyâtın güzellikleriyle donanır. İlâhî kaynaklı bir dert taşımıyorsa bir gönül, mânâ âleminden hâl ve hakîkatlere dair perdeler açılmaz, derdin dermân içinde gizli olduğunu o kişi anlayamaz. Niyazi Mısrî Hazretleri diyor ya:
Dermân arardım derdime
Derdim bana dermân imiş
Burhan sorardım aslıma
Aslım bana burhan imiş
Edebiyatımızın kurucu metinlerinden Mevlîd-i Şerif’te Süleyman Çelebi Hazretleri şu duâda bulunur:
Sana lâyık kullarınla hem dem et
Ehli derdin sohbetine mahrem et
Dert insanın hakîkat yolculuğunda anahtar mesâbesindedir. Eyüp (a.s.), “Başıma bu dert geldi, sen merhametlilerin en merhametlisisin.”[2] diye niyâz ederken mârifet kapısını sabırla beklediğini ifade eder. Bu kapının anahtarının dert olduğu görülür. Âriflere göre dert ve sıkıntılara katlanmak zâhirî amellerden daha üstündür. Bu merhalede kalp incelmekte, fetih kapıları açılmakta ve kalbe ait diğer ameller öne çıkmaktadır.
İbn Atâullâh-ı İskenderî, Hikem adlı eserinde der ki: “Allahu Teâlâ, senin için mârifetine götüren bir kapı açınca, onunla birlikte amelinin az olmasına aldırış etme! Cenâb-ı Hak sana böyle bir kapıyı açmakla, o yoldan sana kendisini tanıtmak istiyor. Bilmez misin mârifeti sana gönderen O'dur; ameller ise senin O'na sunduğun şeylerdir. Senin sunduğun şeyler nerede, O'nun sana gönderdiği nerede?”
Şeyh İbn Abbâd bu hikmetin açıklamasında şöyle demiştir:
“Allahu Teâlâ’yı tanımak aranacak şeylerin en yükseği, ulaşılmak istenen arzu ve hedeflerin zirvesidir. Cenâb-ı Hak kuluna ona mârifetini kazandıracak bazı sebeplerle yöneldiğinde ve kendisine bir kapı açtığında bu, onun için Allah’ın en büyük nimetlerinden biridir.
Bundan sonra onun farzların dışında bir takım sâlih amelleri ve onlara bağlı sevapları kaçırmasından dolayı üzülmemesi gerekir. Bu kul şunu bilsin ki Hak Teâlâ onu, ilâhî huzuruna yaklaştırdığı seçkin kullarının yoluna sevketmiştir. Bu yol, kulun özel bir çabası ve ameli olmaksızın onu tevhîdin hakîkatine ve yakîne ulaştıracak bir yoldur.
Kulun kendi başına yapmış olduğu ameller, onun kendi kazancı ve gayretiyle oluşmaktadır. Kul bu amellere birtakım âfetlerin girmesinden emin olamaz; onlarda ayrıca ihlâs da istenmektedir. Bazen ince bir hesap anında kul, yaptığı amellerden beklediği sevabı da elde edemeyebilir. Bu durumda, onun kendi başına yaptığı amellerle, Yüce Mevlâ'nın kendisine ihsân ettiği mârifet arasında ne kadar fark vardır!
Rivâyet edildiğine göre Allahu Teâlâ, peygamberlerinden birine şöyle vahyetmiştir:
"Ben, bir kuluma belâ verdiğimde, o bana duâ ederek bu belânın kaldırılmasını istedi. Ben duâsına uzun süre karşılık vermedim. O zaman kulum bana hâlinden şikâyette bulundu. Ben de ona dedim ki: ‘Ey kulum, benim sana bu belâ ile ettiğim rahmetten daha güzel nasıl rahmet edeyim?”[3]
Bir âyet-i kerimede, “Kulumuz Eyyûb’u da an. O, rabbine, “Şeytan bana sıkıntı ve acı vermektedir” diye seslenmişti.”[4] buyruluyor. İbn Arabî bu âyeti yorumlarken Eyüp (a.s.)’ın uzun yıllar hastalıkla imtihan edildiği hâlde, şikâyet etmeden sabrettiğini, sabırda bir zirve olduğunu onun Allah’tan uzak kalma hâli ile derde düştüğünü beyan ediyor.
İbn Arabî, dilin imkânlarını kullanarak, “Şeytan bana dokundu.” diyen Eyüp (a.s.)'ın derdi; Allah'tan uzak kalmaktı. Şeytan, kök anlamıyla uzaklık demektir. Şeytan da Hakk’ın rahmetinden uzaklaştırıldığı için bu adı almıştır. Uzaklık ise, öncelikli olarak hakîkatleri bulundukları hâlde bilmekten mahrumiyet, uzak kalmaktır. Bu durumda Eyüp (a.s.)’ın şikâyeti, gerçeği olduğu hâl üzere bilmek ve görmek isteyen, bütün peygamberlerin talebi ile aynı bağlama girer.” diyor.
Şeytan kelimesi hakîkatten uzak düşmek ile ilişkilendiriliyor. Hakîkatten uzak düştüm demek. “Allah’ım senden uzak kaldım demek... Benim ahlâkım, hayatı algılayışım, yaşadıklarım, beni sana yakınlaştırmıyor... Kurbiyet hâsıl olmuyor...” Bunu dert ediyor… Bütün dertlerinin menşei Allah’tan uzaklık, idealize edilen, olması gereken yer, mevki ve mevziden uzak olmak olarak tasvir ediliyor. Ayrılık hasretini dert edinenlerden biri de Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’dir. Bir beytinde şöyle buyuruyor:
Gönül derdinle bîmâr oldu dermâna eriş ey yâr
Yanar hasret odundan ana ihsâna eriş ey yâr[5]
Dert, tasavvufta sevgiliden sevene geçen ve katlanılmasına güç yetmeyen hâl olarak tanımlanır. Ve bu tanıma göre iki farklı şekilde meydana gelir. Allah’a uzak olma, tutulması gereken emirleri tutmama, önemsememe şekliyle gelir ki bu, dünya ve âhiret felâketidir.
Bunun yanında Hakk’ın emirlerine uyma ve tam teslimiyet içerisinde bulunma sonucunda âdil olan Yaratıcı’nın kulunun daha yüksek mevkileri edinmesi için imtihan olarak gelir ki, Allah’ın kuluna ihsan edeceği en büyük nimetlerindendir.
Bu nimetin farkında olan kul dâimâ derdinin artmasını talep eder. Bütün hissiyatıyla derdi isteyen aşığın en büyük sorunu dertsiz kalmaktır. Dert Yüce Yaratıcı’ya duyulan hasret, aşk anlamına da gelir. Aşk yolunda canını hiçe sayan âşık, karşılığında tek muradı olan derde kavuşur ve ömrü boyunca âdetâ derdi ekip biçer, çoğaltmak ister.
Ekip biçtiği bu dert ölçüsünde, her şeyin aslının var olacağı asıl âlemde, asıl varlık olan Hakk’a yakınlık bulmayı düşünmektedir. Bu sebeple âşıklar çokça hazinelere sahip olsalar dahi hepsini verip dert ve belâ satın alırlar. Belâ ancak seçilenlere gelir. Kul, kulluğu ölçüsünde derde sahip olur.[6]
Tasavvuf ehline göre hamlıktan kurtulmak ve ilâhî bilgiyi olgunlaşarak keşfetmek, dert ile mümkündür. Kul dertten, elemden Allah’a sızlanır, uğradığı zahmetten yüzlerce şikâyette bulunur. Allah da der ki: “Gördün ya, nihâyet dert ve zahmet seni, bana yalvarır bir hâle getirdi, seni doğrulttu, Sen, seni yolundan alıkoyandan, bizim kapımızdan uzaklaştırıp kovandan şikâyette bulun! Hakîkatte her düşman, senin ilacındır, sana kimyadır, seni faydalandırır, gönlünü alır senin! Çünkü ondan kaçar, halvet bucaklarına sığınır, Allah’tan lütfundan yardım dilersin.”
Dertli insan aynı zamanda beklenti içinde olan insandır. İçinde bulunduğu durumu aşmak, kederini dağıtmak, bütün olmuş ve olacakları yöneten yüce bir güce açılmak ister. İnançlı bir kimsenin kriz ve acı sırasında kendini yönetme becerisi, iç dinamiklerinden aldığı destekle kuvvetlenir.
Her şeyin üstünde kontrol edici bir gücün varlığı, bu güce sığınma ihtiyacı, beklenti içinde olan insanın kişilik ve düşünce yapısını etkiler. Dert olgusuna karşı farklı bir bakış açısı kazandırır, bu bakış açısı ruhsal dengeyi düzenler. Bu etki sayesinde derdine karşı mücâdelenin daha bilinçli olması, bilinçle hareket etmenin getirdiği ümit, insan psikolojisini aktif hale getirir.
Mevlânâ için dert, duâ eden bir kişi için Allah’la yakınlık kurmasının imkânıdır. Dertli kimse münâcâtlarda bulunur. Allah ile sürekli bir iletişim halindedir. Dert varsa duâ ve yakınlık da vardır. Dert, Allah'ı gizlice çağırmana sebep olduğundan bütün dünya malından yeğdir.
Dertsiz duâ soğuktur, bir şeye yaramaz. Dertli duâ ve niyâz, gönülden, aşktan gelir. Mevlânâ’nın bakış açısında dert, acı ve kederin ötesinde başka bir şeydir. Onun düşünesinde “dert” kavramı yüksek bir konum kazanır. Derdin iyileştirici ve geliştirici yönü varoluşsal farkındalığın dâimâ bilinç düzeyinde korunması iledir.
Nitekim Mevlânâ nohut metaforuyla anlattığı hikâyede, olgunlaşmanın içinde olduğu vaziyetin farkındalık ve bilincine sahip olmakla gerçekleşeceğini şöyle ifade eder:
“Bir bak, nasıl çömlekte nohut, ateşten kaynayıp mağlup olarak yukarı çıkar. Her an hareket hâlinde olup tencerede yüzlerce coşkunluk gösterir. ‘Niçin ateşte durur, beni kaynatırsın? Madem beni satın aldın, bu başa kakış neden?’ der. Pişiren de onu kepçeyle karıştırıp der ki, ‘Muradım seni pişirmektir. Hamsın, ayrılık ateşi ile piş de bir lezzetin olsun. Gıda olunca cana karışılır, yoksa bu imtihan kahır için değil. Bostanda sular içip yeşerdin. O içiş ve yeşeriş bu ateş içindi.’ Bunun üzerine nohut der ki, ‘Mademki böyledir ey hüner sahibi! Yardımcım ol, ben de coşup kaynayayım! Sen bu kaynamada benim mimarımsın. Kepçeni vur, karıştır, zira güzel iş görmedesin.”[7]
Tasavvuf düşüncesinin önemli kurucularından Hoca Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’inde geçen, “Ey âşık! Dert ve hâlet peyda eyle.”, “Cevr ve cefâ, derd ve mihnet, gam iste.” ifadeleri, tasavvuf düşüncesinde dert kavramının temel perspektifini yansıtmaktadır.
Dert kavramının insanın günlük kaygıları, geçim, gelecek, varlığı idare etme, darlıkla başa çıkma endişelerinin ötesinde, kâmil insan olma yolunda insanın Allah ile olan ilişkisini temel alan üstün bir söylem tarzına sahip olduğu görülmektedir. Bu denli yukarıda tutulmuş bir anlatımın dünya derdiyle meşgul olan insanın hikâyesini dışlaması söz konusu değildir.
Dertli olmak her cihetiyle insana mahsus bir hâldir ve varlığın bilincinde olmak demektir. Çünkü insan dertleri ve kaygıları üzerinden varoluşuna anlam arar. Sûfî düşünce, dert kavramını ele alırken insanın dünyalık dertleri ile baş etme yöntemlerine maddî varoluşun anlamı ve insan olmak hedefini konuya dâhil ederek geniş bir yelpazede işlemektedir.[8]
Hulûsi Efendi (k.s.)’nin yukarıdaki beytinde bir dertli âşığın dermân arzulama çabası göze çarpar. Gözlerinden kanlı yaşlar akıtan âşığın yakasını bir türlü bırakmayan ayrılık derdinin dermânın yâr olduğu ifade edilir. Sevgiliye kavuşmak için içten içe yanan bir sevenin canını fedâya hazır durumda kavuşmayı arzulaması lütfederse sevgilinin ihsanı neticesinde olduğunun beyanıdır.
[1] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006. s. 267.
[2] 21/Enbiyâ, 83.
[3] İbn Acîbe el-Hasenî, Bahrü’l-Medîd, (Terc: Dilaver Selvi), c.6, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2015, s. 119-121.
[4] 38/Sad, 41
[5] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî,s.43.
[6] Niyazi Adıgüzel, Mahmut Küçükay, “Avni Divanı’nda dert kavramı: Fatih’in Derdi ne?”, Rumeli’de Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, 2019 . Ö5 (Ağustos) , s. 261.
[7] Hamdi Kızıler-Şerife Elvan Öksüzoğlu, “Mevlânâ ve Yûnus Emre Düşüncesinde Dert Kavramı Bağlamında Metaforik Anlatım”, Türkiye İlahiyat Araştırmaları Dergisi, 7/2 (2023), 287-314.
[8] Kızıler-Öksüzoğlu, a.g.m, s.287-314.
Musa TEKTAŞ
YazarTasavvufî sohbetler, bir edeb mektebi olarak gönülleri eğitir. Mürşid-i kâmil bu mektebin muallimidir, gönül yolunun sâlikleri olan ihvanlar ise bu mektebin talebeleridir. Sohbet ortamında, müritler m...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) hayattayken vahiy nâzil olmaya devam ediyordu. Sahâbe, amelî ve dünyevî konularda olduğu gibi îtikâdî konularda da kafalarına takılan her türlü soruyu sevgili Pey...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İnsanın iki önemli tarafı vardır: Biri nefs ve bir diğer yanı ise rûhtur. Nefs, rûhun emrine girerse, insan baştan ayağa rûh kesilir ve erdemin, olgunluğun, iyilik ve güzelliğin mekânı olur. Hulûsi Ef...
Yazar: Musa TEKTAŞ
İslâm tasavvufunda asıl amaç, Allah’a ulaşmaktır. Bu hedefe varabilmek için dünyevî bağlardan, aşırı mal sevgisinden ve en nihâyetinde kendi varlığından geçmek gerekmektedir. Bu süreci gerçekleştirebi...
Yazar: Musa TEKTAŞ