Sevdiğin İçin Cân Vermek
Ey yâr olmak istemedin bir lahza âşinâ bana
Hastalığım bilip derdim eylemedin şifâ bana
(Ey sevgili, Bir an olsun dost, tanıdık gibi olmadın (davranmadın) bana, yabancı gibi davrandın, Hastalığımı bildiğin hâlde, derdime şifâ vermedin.)
Cenâb-ı Allah’ın isimlerinden birisi de Şâfi, yani şifâ verendir. Hak Teâlâ şifâ veren olmasına rağmen âşığına şifâ vermez. Zira kendisini seven kulunun, dergâhından ayrılmasını istemez. Âşık kulunun kendisine niyazı Allah’ı memnun eder.
Bu memnuniyet; vücudundan yaralar çıktığında Rabb’ini zikretmekten geri durmayan, ta ki yaralar diline ulaşınca, “Ya Rabb’i! Zarar bana dokundu (dilimdeki yaralar, Sen’i zikretmeme mâni oluyor). Rahmân ve Rahîm Sen’sin!” diyerek inleyen ve derdine şifâ isteyen Eyüp (a.s.)’ın hâli gibidir. Aslında her an birlikte olabilmek için âşık ile maşûk arasındaki özel durumdur, seven her an sevdiğiyle bir olmak ister. Çünkü olumlu ya da olumsuz her şey sevdiğindendir.
Yolunda bezl-i cân etmek bir ıyd-i ekberdir
Korkarım olasın bir yâr-ı bî-vefâ bana
(Senin yolunda canımı sarf etmek, fedâ etmek en büyük bayramdır, Ancak senin bana vefâsız bir yâr olmandan korkuyorum.)
Can, âşığa bir emânettir ki onu sevgiliden, yani sahibinden başkasına emânet etmez ve sevgilinin yolundan başka yola fedâ kılmaz. Âşığın canından başka serveti yoktur. Tek varı olan can servetini de sevgiliye vermek, onun için bir şereftir.
Âşık, sevgilisi yolunda canını fedâ etmeyi kendi kendine bir övünç vesilesi yaptığı takdirde sevgili, âşığının yüzüne bakmayabilir. Bu sebeple âşık, sevgilisinden vefa bulamamaktan korkmaktadır. Beyitte bayram manzarasının çizilmesi bir anlamda âşık-maşuk yakınlaşmasının tezahürü olarak “Kurban Bayramı”nı da düşündürmektedir.
Kurban, yani yakınlaşma bayramında Hak âşıkları, mâşuk-ı mutlak olan Allah’a yakınlaşmaya vesile olması için kurbanlar sunar. Hak âşıkları, İsmâilî bir teslimiyetle, Hakk’a ahde vefa için canlarını verirler. Candan geçmeden sevgiliye erişilmesi çok zordur. Aslında canından geçmek sevdiğin için canını vermek sevdiğinle bir olmanın nişânesidir. Ancak yakınlaşma, birlikte olma bu şekilde gerçekleşir.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri; bir sohbette buyurdular ki; “Oğul zatın biri mürşîd-i kâmil aramak için yola çıkmış. Bir dergâha gelmiş, kapıdan içeri girerken birisi önüne çıkmış. Demiş ki; ‘Âriflerin içerisinde bigânelere yer yoktur, buraya giremezsin.’ demiş. O da kapıdan geri dönmüş. Başka bir dergâha varmış, orada da aynı şekilde reddetmişler, içeriye almamışlar. Sonra dolaşırken bizim pirlerimizden birinin dergâhına gelmiş. Kapıdan içeriye girmiş, kimse bir şey dememiş.
Burada altı ay kadar kalmış, fakat bir ilerleme olmayınca izin alayımda başka bir dergâh bulayım diye düşünmüş. Eşyalarını almış kapıda bulunan mürşîd-i kâmilin elini öpmüş demiş ki; ‘Efendim, ben burada bir istifade edemedim, müsaadenizle ben gidiyorum.” demiş. Mürşîd-i kâmil mürîdin elini bırakmamış, buyurmuş ki; ‘Oğul bu kapıya bigâne girip bigâne çıkmak cihan mertlerinin şanına yaraşmaz deyince mürit pirimizin ayağına kapanmış. Sonra dergâhta sebat etmiş, hizmet etmiş, o dergâhın postnişini olmuş.”
Lutfuna bir lahza bu gönlümün ümidi yok
Cevrini lutf edip eyle atâ bana
(Ey sevgili, bir an olsun lütfunun erişeceğine dair bir ümidim yok, hiç olmazsa lütuf olarak bana cevrini, cefânı hediye eyle)
Âşık, lütuftan ümidini kesmiştir. Fakat sevgiliden değil, lütuftan ümidini kesmiştir. Sevgili âşığa ne yaparsa yapsın, âşık sevgiliden vazgeçmeye niyetli değildir. Âşık, sevgilinin eşiğinin bendesidir. Âşığın sevgiliden lütuf olarak beklediği bir nazardır, ancak buna bile mâlik olamaz âşık.
Belki de kendini lütfa layık görmeyen bir geda olarak düşünmektedir. Sevgilisinin bakışından lütuf bulamayan âşık, bu sefer beklentisini değiştirir. Sevgilisine “Bana iltifatınla safa kılmadın, bari cevrinle cefâ göster.” diyerek nida eder ve cefâyı sevgiliden bir lütuf olarak görür. Hak’tan gelen cefâ cana safadır. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri sevgiliden gelen cefâyı bir lütuf, bir hediye olarak kabul etmektedir. Yeter ki o halka içerisinde kabul edilsin tüm cevr-i cefâya razıdır.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri anlatıyor; “Oğul Firdevsî Hazretleri vardı. Bir gün padişah bir kitap yazmasını emretmiş. Kitabı tamamlayınca sana kırk kese altın vereceğim demiş. Firdevsî de çalışarak uzun seneler sonra kitabı bitirmiş. Şahnâme -Şahnâme hükümdarların yaşayışını, savaşlarını, zaferlerini genellikle mesnevî türünde, bazen de manzum-mensur karışık olarak tasvir eden eser) isimli eserini tamamlayıp, padişaha götürmüş. Kitabı teslim etmiş.
Padişahın yanında bulunan vezirler; ‘Padişahım, siz buna kırk kese altın verilmesini taahhüt ettiniz, fakat bu bir derviş parçası, bu kadar altını ne yapacak. Siz buna kırk kese gümüş verin.’ demişler. O anda padişah bu düşüncenin tesirinde kalarak, kırk kese altın yerine kırk kese gümüş verilmesini emretmiş.
Firdevsî hediyeyi alıp hücresine geldiğinde, keseleri açmış, bakmış ki altın yerine gümüş verilmiş. Buna çok müteessir olmuş. Hücresinden eşyalarını almış, doğru hamama gitmiş. Hamamda yıkanmış, o gümüşleri de hamamdaki çalışanlara bahşiş olarak dağıtmış. Oradan da doğru memleketini gitmiş.
Padişah kitabı açıp okumaya başlayınca; ‘Eyvah ben ne yaptım da Firdevsî’ye altın yerine gümüş verdim, çabuk bana Firdevsî’yi bulun.’ demiş. Adamları şehri aramışlar, fakat Firdevsî’yi bulamamışlar. Padişah; ‘Beni Firdevsî’nin kaldığı hücreye götürün.’ demiş. Firdevsî’nin hücresine varmışlar.
Padişah hücreye girince, Firdevsî’nin duvara yazdığı yazıyı görünce, çok müteessir olmuş. Firdevsî duvara; ‘Firdevsî haşa ki padişahta noksanlık olmaz. Bu senin nasipsizliğin.’ diye yazmış. Padişah adamlarına hemen kırk kese altın vermiş, bunu Firdevsî’ye verin diyerek, köyüne göndermiş.
Firdevsî’yi aramışlar bulamamışlar. Askerler Firdevsî’nin bir varisi yok mu, bizde bir emâneti var, deyince, köylüler; ‘Filan yerde oturur bir kızı var, ona götürün.’ demişler. Askerler Firdevsî’nin kızını bulmuşlar. Emâneti almamış. Emâneti Firdevsî’nin damadına götürmüşler.
Durumu ona anlatmışlar, o da; ‘Kayın pederimin parayla bir işi olmazdı. Bu parayı memleketimizin üst başına bir bent yaptırma düşüncesi vardı, çünkü yağışlarda sel gelince memleket su altında kalıyordu, onun için bunu o işe sarf edecekti. Peki, ben alıp onun arzusunu yerine getireyim.’ diyerek almış, o işe sarf etmiş.”
Duân mümkün değil ermek gedâlara
Kereminle ihsânı kıl bir bedduâ bana
(Gedâlarına (bu fakirlere) duanın erişmesi mümkün değil, bari cömertliğinle bana bir beddua et ki (bu fakiri ) anmış olasın.)
Sevgilinin en büyük imtihanı âşığa hitap etmemesidir. Ne güzel, ne de çirkin, hiçbir söz söylememesi sevdiğini çok üzer. Oysa seven, tâbî olan; güzel söz bir tarafa, olumsuz olsa dahi tek bir hitaba, bir söze, kızmasına dahi razıdır. Yeter ki ismi sevdiğinin huzurunda anılsın.
Ne var ki sevgili, âşıktan bunu da esirgemektedir. Bu beyitte, sevgilinin beddua etmesini istemektedir, yeter ki ismini ansın. Sevilen için isminin anılması büyük lütuftur. Sevgili, öylesine cömert bir sultandır ki duası da bedduası da gedaları tarafından ihsan olarak kabul edilir. Yeter ki onunla birlikte olunabilsin. Yeter ki onun meclisinde anılsın.
Mecnûn gibi giriftâr-ı derd-i aşkım ey Leylâ
Duâ kıl ermeye nâgehân bir devâ bana
(Mecnûn gibi aşk derdine düşmüşüm. Ey sevgili, dua et de, ansızın derdime bir deva olmasın.)
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi “giriftâr-i derd-i aşk” tamlamasını, aşkın elini ayağını bağlayan bir prangayı andırması üzerine kullanmıştır. Bu pranga, âşığı çepeçevre sarar ve kuşatır, onu içinden çıkılmaz bir hâle getirir. Ancak âşık bu hâlinden şikâyetçi değildir, bilakis “giriftârım” dediği aşk derdi kendisini memnun etmektedir.
Gerçek hedefi deva bulmak değil sevdiği ile bir olabilmektir. Bu sevgi öyle ki kayıtsız şartsız sevmek, sevgiliyle bir olmak, tâbî ve razı olduğunu her hâliyle beyan etmektir. O olduktan sonra başka her şey boştur. Tüm dünya, tüm âlem bir tarafa sevdiği bir tarafadır. Her şey ama her şey Onun için fedâdır. Yeter ki onunla birlikte olsun.
Cânım tenimde senin emânetindir al
Tâ ki başkalarından ermeye bir kazâ bana
(Canım tenimde senin emânetindir istediğin zaman alabilirsin, Yalnız bu emâneti başka biri almasın, ne geliyorsa senden gelsin, kaza eseri başka birisi canıma kast etmesin (ne olur) sen al.)
Sevdiğimden başkası bana değmesin ne gelir ise sevdiğimden gelsin, ondan gelen her şeye razıyım ancak bu rızalığıma kimse dâhil olmasın. Her şey ondan gelsin, her şey onunla olsun ondan gayrısı bulunmasın. Bir o olsun âlemde, ondan başka hiçbir şey olmasın.
Hulûsi’yi hançer-i gamzen ile şehîd kıl şehâ
Rûz-ı Mahşer’de desinler şehîd-i Kerbelâ bana
(Ey şah, Hulûsi’yi gamzenin hançeriyle (süzgün bir bakışla) şehit et ki mahşer gününde bana Kerbelâ şehidi desinler.)
Sevgilinin âşığa yarım bir bakışla nazar kılması âşık için her şeye bedeldir. Bu nazarla, sevgilinin kirpikleri bir hançer gibi âşığın gönlüne saplanır. “Hançer” kelimesinden Kerbelâ şehitliğine geçiş yapılması manidardır. Eskiden hançer ya da kılıç yarası almış kişilere, yaralı her ne kadar su isterse istesin, su verilmezmiş.
Beyitte Kerbelâ’da hançerlenmenin yanı sıra kendilerine su verilmeyen şehitlerin yerine koyuyor. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri davasında öylesine samimidir ki tıpkı Kerbelâ şehidi Hazret-i Hüseyin gibi şehadete taliptir. Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz’in torunu Hazret-i Hüseyin şehit edilmiş, şehitlerin efendisi olmuştur.
Şehitlerin sultanın övgüsüne mazhar olacakları o günü düşleyen Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri, Hazret-i Hüseyin gibi olmak istemektedir. Bunun için ise tek bir isteği vardır: sevgilinin bakışına hedef olmak. Sultanının bir nazarına can vermektir. Çünkü her şeyi ama her şeyi sevdiği içindir, O’nun için her şeye razı olur, seve seve canını teslim eder…
Resul KESENCELİ
YazarAslen, Kara Afrika’nın kuzeydoğusundaki Sudan’dan olan Zenci Musa, 1880 yılında Girit’te doğmuştur. Babası Girit’te erken yaşta ölmüş; dedesi tarafından büyütülmüştür. Mısır’da yaşayan ve katıksız bir...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Mehmed Emîn-i Tokâdî, 17. yüzyılın ikinci yarısı ile 18. yüzyılın ilk yarısının önde gelen isimlerindendir. Bir Nakşbendî şeyhi olan Tokâdî aynı zamanda seyyah sûfîlerdendir. Bu çalışmada, velûd bir m...
Yazar: Fatih ÇINAR
Tarih; beşeriyetin, milletlerin ve devletlerin hafızasıdır. Binlerce ibretlik olaylarla bezenmiştir, çok iyi anlayıp gelecek için dersler alınması gereken öğretmendir tarih. Şeyh Sadi Şirazi’nin “Baht...
Yazar: Resul KESENCELİ
1.BeyitSafâ ancak gönülde yâr için sevdâ-yı aşkdır hepDevâ-yı derd ü gam âlemde bir sahbâ-yı aşkdır hep(Gönül rahatı, iç huzûru sevgili için çekilen aşkın sevdâsındadır. Âlemde, çekilen dertleri...
Yazar: Resul KESENCELİ