Ufuk Peygamberinin Ümmet Şuuru
Yüce Allah’ın son mesajı Kur’ân ve son peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) ile bir kez daha yenilediği İslâm dini, bütün zamanları ve bütün coğrafyaları kuşatan evrensel bir dindir. Onun kitabı ve Peygamber (s.a.v.)’i bütün zamanlara ve bütün coğrafyalara gönderilmiştir:
“Böylece şehirlerin anası olan Mekke'de ve çevresinde bulunanları uyarman, şüphe götürmeyen toplanma günü ile uyarman için sana Arapça okunan bir Kitap vahyettik. İnsanların bir takımı cennete, bir takımı da çılgın alevli cehenneme girer.”[1]
“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.”[2]
Ufuk Peygamberi, kendisi bütün insanlığı kurtarmak için çırpındığı gibi ashâbına da bu ruhu aşılamıştır. O, onlara büyük hedefler göstermiş ve bu hedeflere doğru onları hazırlamıştır. Ashâbının şahsında bu ruhu bütün ümmetine emânet olarak bırakmıştır.
Büyük düşünen ve ümmetini de büyük hedeflere hazırlayan Ufuk Peygamberi’nin bu ruhu aşılamaktaki amacı, toprak kazanmak ve ganîmet elde etmek değil; insanlığın hidâyeti idi. Nitekim o, Hayber’in fethi için acele eden Hz. Ali’yi şu sözleriyle uyararak fetihten asıl hedefin gönüllerin fethi, insanların hidâyeti olduğunu belirtiyordu: “Senin elinle bir kişinin hidâyete ermesi, bütün dünyalıklardan çok daha hayırlıdır!”[3]
Şu birkaç örnek bile Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bu kutlu hedefe yönlendirmesini anlatmaya kâfidir:
Mekke’de sayıca az ve güçsüz mü’minler müşriklerin işkenceleri altında inlerken, onlara, “Yüce Allah dinini tamamlayacak, bu dini dört bir yana yayacak. Ta Hîre’den bir kadın bir başına güvenlik içinde hac ibâdetini yapmak için Mekke’ye gelip, ziyâretini yaptıktan sonra memleketine döneceği günler yakındır. Ama siz acele ediyorsunuz!”[4] Irak’ın Necef Bölgesinde bulunan Hîre, Mekke’ye yaklaşık 1700 kilometre mesafede bulunmaktadır.
Yol arkadaşı Hz. Ebû Bekir ile Hicret yolunda Medine’ye giderken, yolda kendisini yakalamak üzere peşinden gelen Süraka’ya, “Ne dersin gün gelsin İran sarayları fethedilsin, İran Kisrâ’sının altın bilezikleri de senin olsun, onun kemerini takasın, tacını giyesin ister misin?”[5] diyerek geleceğe dönük müjdeler veriyordu.
Hendek Savaşı’nın zorlu günlerinde hendek kazarken, “Ben ümmetimin İran, Bizans ve Yemen saraylarına fâtihler olarak girişini görür gibiyim.”[6] diyerek umut aşılıyordu. O, değişik vesilelerle bu ve benzeri müjdeleri verirken ümmetine büyük hedefler gösteriyor ve o hedeflere onları hazırlıyordu.
Ömrünün son senesinde gerçekleştirdiği büyük Vedâ Haccı’nda okuduğu Vedâ Hutbesi’nde insanlığa seslenerek şöyle diyordu: “İnsanlar! Sözümü iyi dinleyin ve iyi belleyin. Burada bulunanlar sözlerimi burada bulunmayanlara ulaştırsın!”[7]
O bu sözleriyle ashâbından ve onların şahsında ümmetinden Allah’ın dinini insanlığa ulaştıracaklarına dair söz alıyordu. Nitekim dört bir yana saldığı davet elçileriyle gönderdiği davet mektuplarıyla bu mefkûreyi bizzat kendisi gerçekleştiriyordu. O, ölüm döşeğinde iken ordular hazırlarken hep bu büyük hedefleri gözetiyordu.
Onun kendisinden asırlar sonra gerçekleşecek fetih müjdeleri verirken söylediği şu sözler de bu kutlu mefkûreye ümmetini yönlendirmek içindi: “Kostantıniyye/İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!”[8]
“İki Roma da fethedilecektir. Önce Kostantıniyye’nin Roması İstanbul fethedilecektir.”[9]
İşte bu ruhla beslenen Müslümanlar, Peygamberimiz (s.a.v.)’den aldıkları bu ruhla yerlerinde duramaz, Mekke ve Medine’ye sığamaz oldular. Allah Rasûlü’nü görmüş pek çok sahâbî, o günkü şartların zorluğuna, ilerlemiş yaşlarına rağmen Medine’den Şam’a, Anadolu’ya, Balkanlara, Endülüs’e ve hatta Çin’e kadar seferler düzenlemişlerdir.
Onlar geri dönüşü olmayan yolculuklara çıkmışlar ve “İ’lâ-i kelimetullah/Allah’ın kelâmı en yüce olsun!” diye çıktıkları bu yolculuklarda şehit düşmüşler yahut da fethettikleri topraklara düşmüşlerdir. Onun için yüz binden fazla olan sahâbenin Mekke ve Medine’de medfûn bulunanlarının sayısı on bin kadardır.
Diğerleri dünyanın dört bir yanına akın akın akmışlar ve bu kutlu yolda fedâ-yı mal ve can eylemişlerdir. Doksan küsur yaşlarında Ebû Eyyûb el-Ensârî’yi İslâm askerleriyle İstanbul’a kadar getiren ruh işte bu ruhtu. Hala Sultan’ı deniz yolculuğu ile Kıbrıs’a getiren ruh da aynı ruhtu.
Bu fetih halkasının önemli bir zincirini oluşturan Osmanlı’nın şiar edindiği “Asırlar boyunca çınladı serhad/Doğu’dan Batı’ya Yemen Belgrad” ülküsü, Müslüman tâcirlerin, gönül fâtihi alperenlerin, akıncıların gayretleriyle gerçekleşmiştir.
Yeni padişahın tahta geçmesi vesilesiyle yapılan cülus merasimlerinde Yeniçeri ağası yeni sultana bağlılığını bildirirken, asker evlatlarının padişahtan isteklerini şöyle ifade ederlerdi: “Sultanım asker evlatlarınız, ilk seferimizin Batı Roma üzerine olmasını, bu vesileyle Peygamberimiz (s.a.v.)’in müjdesine nâil olmayı dilerler!”[10]
Yeryüzünün Halîfesi Müslümanın Gidişata Duyarsız Olması Düşünülemez!
Müslüman, yeryüzünün halîfesidir. Yeryüzü ona emânet edilmiştir ve o yeryüzü gidişatından sorumludur. Bunun için Müslüman, dünya gidişatına kayıtsız kalamaz, yaşananlardan bîhaber olamaz. Şu tarihî örnek bunun açık kanıtıdır:
Müslümanlar henüz Mekke Dönemi’ni yaşıyorlardı. Sayıları azdı, devletleri yoktu, imkanları kısıtlıydı. İşte böyle bir dönemde peygamberliğin sekizinci yılında Mekke’ye çok da yakın sayılmayan bir bölgede dünyanın o günkü iki süper gücü olan İran ve Bizans büyük bir savaşa tutuşmuşlar ve sonuçta Bizans ağır bir yenilgiyle karşı karşıya kalmıştı.
Mekke’ye ulaşan bu haber ateşe tapan İran’ın Kitap Ehli Bizans’ı yenmesi putperest Mekkelileri sevindirmiş ve Müslümanları da üzmüştü. Yüce Allah, Müslümanları tesellî etmek üzere Rûm Sûresi’nin şu âyetlerini indirdi:
“Rumlar en yakın bir yerde yenildiler. Onlar bu yenilgilerinden bir kaç yıl sonra/on yıldan az bir sürede gâlip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün, inananlar, istediğine yardım eden Allah'ın yardımına sevineceklerdir. O güçlüdür, merhametlidir.”[11]
Âyetler, büyük bir yenilgi alan Bizans’ın kısa sürede toparlanıp İran’a karşı zafer kazanacağını, o günlerde mü’minlerin de kazanacakları büyük bir zaferle sevineceklerini haber vermektedir. Gerçekten de öyle olmuştur.
Müşriklerin imkânsız gördükleri şey gerçekleşmiş ve Kur’ân’ın haber verdiği üzere on yıldan daha az bir süre içerisinde Kitap Ehli Bizans, ateşperest İran’ı mağlup etmişti. Aynı yıl Müslümanlar da Bedir’de, Mekke müşriklerine karşı büyük bir zafer kazanarak sürûra gark olmuşlardı.
Kur’ân’da bu olayın zikredilmesinin bize söyleyeceği çok önemli mesajları vardır. Şöyle ki:
Müslümanlar dünyadaki olaylara kayıtsız kalamazlar. Çünkü onlar, insanlığın gidişatından sorumludurlar. Zira onlar bütün insanlığın hayrına seçilip gönderilmiş ve görevlendirilmiş bir ümmettir: “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.”[12]
Bugün yanı başlarında yaşanan hâdiselere kayıtsız kalan Müslümanlar, Rûm Sûresi âyetleri ışığında, insanlara karşı sorumluluklarını bir kez daha gözden geçirmelidirler.
Bugün büyük bir köye dönüşen şu küçülen dünyada yaşanan olayları bizim görmezden-duymazdan gelmemiz düşünülemez. Bir Müslüman, “Balkanlardan bana ne.?”, “Filistin’den bize ne?”, “Sincan bizi ne ilgilendirir?”, “Türkî Cumhuriyetlerden bize ne?”, “Afrika’da açlıkla mücadele eden insanlardan bize ne?” diyemez.
Madem ki bugün gelişen iletişim ve ulaşım araçları sayesinde dünyanın her yanı ile anında irtibat kurabiliyor, anında oralardan haberler alabiliyor ve oralara maddî yardımlar ulaştırabiliyorsak bu imkanların gereğini yerine getirmekle yükümlüyüz. Dünün insanları bu kadar imkâna sahip değildi, onların sorumlulukları da bu kadar ağır değildi.
Bizler ise bu nimetlerin içerisinde yaşarken bunların şükrünü edâ etmekle yükümlüyüz. “Müslümanın derdiyle dertlenmeyen, gerçek mü’min değildir…”, “Komşusu açken tok yatan da gerçek Müslüman değildir.” hadisleri bizi büyük düşünmeye, diğerkâm olmaya sevk etmelidir.
Hele bir de söz konusu olan beldeler, daha düne kadar ecdâdımızın fethedip hükümrân olduğu, cami-medrese-han-hamam-bedesten gibi ölümsüz eserleriyle perçinlediği yerlerse... O beldeler tarihin pek çok unutulmaz hâtırasının şâhitleriyse...
Oralar daha düne kadar ve bugün bizim birer parçamız olan kardeşlerimizi bağrında barındırıyorsa... Elbette bizi daha fazla ilgilendirmeli, oraların derdi elbette bizim derdimiz olmalı ve oraların derdine derman olabilmek için seferber olmalıyız. O beldeler bizim gönül coğrafyamızdır. Aynı Allah’a inanan, aynı kıbleye yönelen yüreklerin yaşadığı yerlerdir. Şehit kanlarıyla sulanmış o mübârek beldeler, bizim ülkemizin bir parçası/akrabası olan yerlerdir. Tıpkı şairin dediği gibi:
Balkan’ı bildin mi nedir, hemşeri?
Sevgili ecdâdının en son yeri.
Bir sıla isterdin a çoktan beri
Şimdi tamam vakti… Uğurlar ola.
Balkan’ın üstünde sızan her pınar
Bir yaradır, durmadan içten kanar!
Hangi taşın kalbini deşsen: mezar!
Gör ne mübârek yer… Uğurlar ola.
Eş hele bir dağları örten karı:
Ot değil onlar, dedenin saçları!
Dinle: Şehid sesleridir rüzgârı!
Durma levend asker, uğurlar ola.[13]
Söz konusu ettiğimiz bu âyetler, geleceğe dair gerçekleşecek haberleri yıllar önce haber vermiş ve aynen Kur’ân’ın haber verdiği üzere olaylar yaşanmıştır. Bu da Kur’ân’ın mûcizevî yönünü gösteren delillerden sadece biridir. Çünkü Kur’ân, bütün yönleriyle gaybı bilen Yüce Allah’ın kelâmıdır.
Unutmayalım ki bizler temiz mâzîmizle sağlam bir irtibat kurarak geleceğe kendimizi hazırlayabiliriz. Köksüzlük ise hüsran ve yıkım sebebidir. “Derler; insanda derin bir yaradır köksüzlük. Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.”
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda![14]
[1] 42/Şûrâ, 7.
[2] 34/Sebe’, 28.
[3] Ahmed, Müsned, V, 333.
[4] Buhâri, Menâkıb 25.
[5] Ahmed, Müsned, IV, 303; Asım Köksal, İslam Tarihi, II, 367.
[6] Asım Köksal, İslam Tarihi, V, 32-37.
[7] Ahmed, Müsned, V, 37, 39, 41, 73.
[8] Ahmed, Müsned, IV, 335.
[9] Ahmed, Müsned, II, 176; Dârimî, Mukaddime, 43.
[10] Kadir Mısıroğlu, Sultan Vahideddin.
[11] 30/Rûm, 1-5.
[12] 3/Âl-i İmrân, 110.
[13] Mehmet Âkif, Safahat, Cenk Şarkısı, s, 552-553.
[14] Yahya Kemal, “Koca Mustafapaşa”, Kendi Gök Kubbemiz, s, 45-46.
Ali AKPINAR
YazarYahyā Kemâl Beyatlı, fetihleri, "Her yaz şimāle doğru asırlarca bir koşu..." diye anlatırFetihlerden sonraki geri çekilmeyi dile getirdiği Açık Deniz'de okuru ağlatırKendi hayat hikâyesiyle Devlet-i A...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
Ebû Müslim Horasanî; çocukluk ve ilk gençlik yıllarını, Emevî karşıtı siyasî ve sosyal faaliyetlerin merkezi konumundaki Kûfe’de geçirmiştir. Başarılı, zeki, cesaretli, atılgan, kendine güvenen, istik...
Yazar: Resul KESENCELİ
Hayal, düşüncenin en temel kurucu öğesi olmakla birlikte, aynı zamanda âlemin de bir öğesidir. İslâm düşünürlerinden İbnü’l-Arabî’ye göre hayal, “epistemolojik düzeyde, en sınırlı anlamıyla, duyular ...
Yazar: Ensar SAKİN
Hayat düsturumuz Kur’ân, bu dünya hayatının temel esaslarını belirlemek için gelmiştir. Kur’ân, bazılarının sandığı gibi âhiret işlerini düzenlemek için değil, bu dünya işlerini düzenlemek için gelmiş...
Yazar: Ali AKPINAR