Kültür ve Edebiyatımızda Balkanların Yeri ve Önemi
- “Balkan” kelimesi nereden geliyor, “Balkanlar” deyince aklımıza hangi coğrafya gelir?
“Balkan” kelimesi bu coğrafyaya uzun bir tarihî zaman aralığında göç eden Türklerin armağanıdır. “Balkanlar” denince Arnavutluk, Bulgaristan, Bosna Hersek, Hırvatistan, Kosova, Makedonya, Romanya, Sırbistan, Voyvodina, Sancak, Yunanistan ve Türkiye’nin Avrupa’daki coğrafyası gözlerimizin önünde canlanır ve bu geniş coğrafya azametinde bir hasret içimizi kaplar.
- Türkler Balkanlarla ne zaman tanıştı?
Balkanlarla ilk temasımız 10. ve 11. yüzyıllarda Volga Bölgesi’nden göç eden Peçenek ve Kuman Türk boylarıyladır. Balkanlarda kalıcı ve silinmez izler izler Osmanlı Dönemi’ndedir. İlk hazırlık 13. yüzyılda Türk kültürünü ve İslâmiyet’i yaymak için Sarı Saltuk gibi dervişlerin buraya gelmesiyle başlar.
Sarı Saltuk ve diğer dervişler buralarda İslâmiyet’in yayılmasında önemli hizmetler yapmış. Balkanlar’a yöneliş fetih olarak Orhan Gazi’nin büyük oğlu Süleyman Paşa’nın 1354 yılında Gelibolu’yu fethi ile başlar.
1.Murat, Rumeli ve Balkanların fethine yönelir. Evrenos Bey, Batı Trakya'nın fethi için görevlendirilir. Gümülcine üzerine harekete geçen Evrenos Bey, Gümülcine ve Yenice-i Vardar'ı fethederek Osmanlı topraklarına katar. Sazlıdere Zaferi ile Edirne ve Filibe, Osmanlı sınırlarına katılır.
Sırp Sındığı Zaferi’yle Osmanlılar, Balkanlardaki fetihlerine hız verir. Balkanların tamamı 1878’e kadar Osmanlı idaresinde kalacaktır. Maalesef I. Dünya Savaşı’ndan sonra Trakya Bölgemiz dışındaki balkanlar elimizden çıkar. Fakat Osmanlı döneminin bıraktığı kültür ve edebiyatta izler varlığını günümüze dek sürdürür.
Rumeli’deki fetihlerle beraber büyük ölçüde Balkanlarda mekân tutan siyasî yapı, bu kez oralarda kültürün gelişip serpilmesini sağlar. İstanbul fethedilinceye kadar Osmanlı Devleti’nin önemli kültür merkezleri Bursa, Edirne, Gelibolu, Serez, Vardar Yenicesi, Üsküp, Manastır, Filibe, Selânik, Belgrad, Prizren ve Priştine gibi Rumeli coğrafyasında yer alan şehirlerdi.
- Osmanlı Devleti Dönemi’nden kalan izler konusunu biraz açabilir misiniz?
Malum, Osmanlı Devleti Batılı İmparatorlukları gibi emperyalist ve sömürgeci değildir. Fethettiği yerlerin halklarını dillerinde, dinlerinde ve kültürlerinde diledikleri gibi yaşamaları hususunda serbest bırakmıştır. Devletin resmî dili Türkçe olduğu halde herkes kendi dilini kullanmada özgür bırakılmıştır.
Her millet kendi dilini kullanarak kendi millî özelliklerini korumuş, bir yandan da hoşgörülü Türk kültürünün taşıyıcısı olarak gördükleri Türkçeyi de kendi hayatlarına katmada sakınca görmemişler. Bugün Balkan ülkelerinin dillerinde binlerce Türkçe kelime bulunmasının sebebi budur.
Mustafa İsen Hocamız, Balkan dillerindeki Türkçe kelimelerle ilgili şu tespiti yapmıştır: “Sırpça ve Hırvatçada 7000, Makedoncada biraz daha fazla, Bulgarcada 5000, Rumcada 3000 civarında, Macarca ve Romancada çok sayıda, Arnavutçada ise hepsinden fazla miktardadır.”
Balkanlarda kalıcı izlerin önemli bir ayağı imar faaliyetleridir. Osmanlılar, fethettikleri yerlerde büyük bir imar faaliyeti başlatmış, böylece kalıcı mühürlerini vurmayı başarmıştır. Âdetâ İslâm Türk kültürünü mermere kazımıştır. Şehirler merkezde cami ve etrafında mektep, medrese, tekke, çarşı vb. olmak üzere planlanmıştır. Camiler sosyal hayatın en önemli yapıları olmuştur.
Balkanlarda kalıcı izlerin en önemli ayaklarından biri şüphesiz tasavvuf, dolayısıyla tarîkat ve tekkelerdir. Fetih ve iskân faaliyetleri içinde Türk dervişleri tasavvuf kültürünü yayarak İslâmiyet’in bu coğrafyada neşv ü nemâ bulmasına büyük hizmette bulunmuşlardır.
Dervişler tarafından kurulan tekke ve zâviyeler birer imar ve iskân aracı olmuş, kültür ve dinî tebliğ merkezi görevi görmüştür. Hemen her köy ve kasabada bir tekkenin var olduğundan söz etmek mümkündür. Bu kurumun en önemli katkılarından biri de yüksek bir zevk ve edebî kültürün neticesi olan klasik edebiyatımız ve tabiî ki şiirdir.
Atıf Akgün, bir makalesinde, Klasik Türk edebiyatı geleneğinin, 2. Dünya Savaşı’na kadar, muhtelif Balkan Ülkelerinde ayakta kalabilen medreseler ve tekkeler etrafında devam ettiğin ifade eder. Balkan Türklerinden bir kısım aydın zümre arasında tekkeler, ocaklar ve dergâhlar çevresindeki tasavvuf geleneği de kısmen devam ettiğinden bahseder.
Hatta birçok Balkan Türk aydınının yazışmalarına Osmanlı Türkçesi ile devam ettiği, Osmanlı Türkçesi ile Arap harfli bazı süreli yayınların 1970’li yıllara kadar Balkanların muhtelif bölgelerinde faaliyet gösterdiğini kaydeder.
- Balkan şehirlerinin önemli kültür merkezleri hâline gelmesi ne zaman başlamıştır?
Osmanlı Devleti’nin XVI. yüzyılda yükselme dönemi ile birlikte Balkan şehirleri önemli kültür merkezleri hâline gelmiştir. Bunda da önce ifade ettiğimiz hususların önemli etkisi vardır. Bu durum sanat hayatının hızla canlılık kazanıp gelişmesini sağlar.
Kültür ve sanat hayatının canlı ve çok hareketli olduğu Balkan şehirleri, Klasik Türk edebiyatında yetişmiş önemli şair ve münşilere de ev sahipliği yapar. Hayâlî, Mesîhî, İshâk Çelebi ve Usûlî’nin yanı sıra XVI. yüzyılın önemli tezkirecilerinden Âşık Çelebi ve Beyânî de Balkan şehirlerinin edebiyatımıza değerli, kalıcı armağanlardır.
- Balkanlarda tasavvuftan bahsettiniz, bunun edebiyata yansıması konusunda neler söylenebilir?
Evet, Balkanlarda İslâm Türk kültürünün yerleşmesinde tasavvufun önemli takıları olduğunu ifade etmiştik. Mustafa Kara, Balkanlarda tasavvufun etkisini şu cümlelerle dile getirir: “Ancak Anadolu’da yaygın olanlar genel olarak Balkanlarda da yaygındır.
Celvetiye, Nakşbendiyye, Rifâiye, Kâdirîye, Halvetiye, Sâdiye, Bayramiye… Bayramiye’ye mensup Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin Muhammediye isimli manzum eseri Osmanlı topraklarında yaşayanların ‘el kitabı’ olurken, kardeşi Ahmed-i Bîcan’ın Envâru’l-Âşikîn adlı eseri 1624 tarihinde Janos Hazi tarafından Macarcaya çevrilmiş ve basılmıştır.
Celvetîye’nin önemli şahsiyetlerinden biri olan, Lâihâtü’l-Berkıyyat isimli tasavvufî tefsirin sahibi Atpazarlı Osman Efendi Şumnulu olduğu gibi, en meşhur halîfesi İsmail Hakkı Bursevî de bugünkü Bulgaristan’ın bir başka beldesindendir; Aydos. Muhammediye, Aydoslu İsmail Hakkı tarafından Ferahu’r-Ruh adıyla mensur olarak şerh edilecek ve Osmanlı toplumunda çok tutulacaktır...
Bu katkı şiir ve edebiyatta da kendini göstermiştir. Mesela, Abdullah-ı İlâhi, Balkanlar’a gidip orada tekkesini kurmuş, yüzlerce mürit yetiştirip birçok eser yazdıktan sonra Balkanlar’da vefat etmiş Nakşî dîvân şairidir. Diğer tarîkat çevrelerinde de pek çok şair yetişmiştir... Sâdiye Tarîkatı’na mensup Rusçuklu Zarîfî Ömer Dede Pendnâme ve dîvân sahibi bir şair olup, tarîkatdaşı Âcizî Süleyman Efendi (öl. İşkodra, 1738) üç dilde eser veren bir derviştir.”
Balkan coğrafyasında başta Şeyh Abdullah-ı İlâhi olmak üzere Atâ (Üsküplü), Rızâyî, Sûzî (Prizrenli), Âhî (Niğbolulu), Hâmî (Selanikli),Yanyavî mahlasını kullanan Hâfız Abdussamed Refi’ bin Muhammed Vehbi el-Yanyavî, Yûsuf Yanyavî, Derviş Hasan Dede (Yenişehirli), Fâik Bey (Manastırlı), Şeyh Bedreddin (Simavna Kadısı), Osman Necmeddin Efendi (Hasköylü), Köstendilli Süleyman Şeyhî Efendi, Bâkî (Varnalı, kadı), Hâtem (Akovalı), Hâlis (Belgradlı), Sâlih İmâm-ı Atâ (Rumeli kadılarından), Âkif Müderris (Belgradlı), Yusuf Efendi (Şumnulu) gibi pek çok mutasavvıf şair yetişmiştir
- Balkanlarda Osmanlı Dönemi’nde bazı merkezlerin kültür ve edebiyatta öne çıktığı dikkat çeker. Bu merkezler hakkında neler söylemek istersiniz?
Türk kültür ve edebiyatına önemli katkıları olan ve yaklaşık beş buçuk asır Osmanlı hâkimiyetinde kalan Vardar Yenicesi, bugün Yunanistan sınırlarında kalan ve şimdiki ismi Giannitsa olan Vardar Yenicesi, Osmanlı Dönemi’nde Selânik vilâyetine bağlıdır.
Balkanlardaki sanat ve kültür merkezlerinden Edirne ve Gelibolu’yu hariç tutarsak, Manastır, Filibe, Saraybosna’dan sonra en fazla şair yetiştiren Şehir, Vardar Yenicesi’dir. Vardar Yenicesi klâsik Türk edebiyatının ön sıralarda sayılan üç şairi (Usûlî, Hayretî, Hayâlî) başta olmak üzere, yirmi bir şair yetiştirmesidir.
16.asır tezkire yazarlarından Âşık Çelebi (1520-1572), Vardar Yenicesi hakkında şunları söyler:
“Rivâyet olınur ki Prezrin’de oğlan toğsa adından mukaddem/önce mahlas korlar. Yenice’de toğan oğlan, etmege papa diyecek vakt Farsî söyler. Priştine’de oğlan toğsa dividi bilinde toğar, dirler. Binâen „alâ zâlik Prezrin şâir menbaı ve Yenice Farsî ocagı ve Piriştine kâtib yatagıdur.”
İzin verirseniz Evliya Çelebi’den güzel bir not düşelim; Evliyâ Çelebi’nin yolu, Vardar Yenicesi’ne de uğrar. Şehri geniş bir şekilde tanıtır, burada bir medrese bulunduğunu söyler, Bu medreseyi şöyle tasvir eder: “Bir âdem her ne kadar ahmak Hebennaka-ı saʿlebi’l-humakâ olsa bu dershânede bir kere ‘bismillâh’ dese elbette bir yılda tefsîr-i şerîf istihrâc etmeğe liyâkat hâsıl eder, zîrâ şeyh İlâhî Hazretleri’nin nazargâhıdır.”
- Vardar Yenicesi’nden bahsederken önemli bazı dîvân şairlerinin bu merkezden yetiştiğinden bahsetmiştiniz?
Evet, önemli bazı dîvân şairlerimiz balkan coğrafyasından. Bunların başında Hayâlî Bey, Hayretî ve Usûlî gelir. Bu değerli üç şair aynı zamanda arkadaştır. Hayâlî Bey, Kânûnî Sultan Süleyman Dönemi’nin gözde şairlerinden. Padişah tarafından takdir ve taltif edilmiş. O derece itibar görmüş ki diğer şairler onu kıskanmaya başlar. Taşlıcalı Yahya Bey kıskançlığını şu beyitle dile getirmiştir:
Bana olaydı Hayâlîye olan hürmetler
Hak bilür sihr-i helâl eyler idüm şiʿr-i teri
Âşık Çelebi, Hayâlî’nin yakın dostudur. Hayâlî şiirlerini ona gösterir, görüşlerini alırmış. Âşık Çelebi şöyle bir hâtırasını nakleder: Hasta olduğu bir sırada Yenice kabristanına gider. Amacı hem ziyaret hem hâtıralarını yâd ederek ruhlarına Fâtiha okumak, mânâ âleminde bir merhabâdır.
Merhumların isimlerini anarak duâ ederken Gazi Evrenos ruhu, Şeyh İlâhi ruhu, Usûlî ruhu ve Hayretî ruhu derken ağzından Hayâlî ruhu sözü de çıkar. Buna şaşırır. Çünkü Hayâlî henüz hayattadır. Sonra Yenice’ye gidip ortak dostları Ahmed Çelebi’ye konuk olur. Ahmed Çelebi’yi mahzun görünce sebebini sorar. O da Hayâlî’nin vefat ettiğini söyler. Âşık Çelebi, şair dostunun vefatını bilmeden ruhuna Fâtiha ve duâ gönderdiğini anlar.
Vardar Yeniceli bir önemli şair de Hayretî’dir. Tasavvuf ehli bir şairdir. Klasik şiirin büyük ustalarındandır. Ondan da teberrüken bir birkaç mısra sunalım:
Zevk ü safâ didükleri derd-i belâ mı ki
Mihr ü vefâ didükleri cevr ü cefâ mı ki
Vuslat didügi, âşıkına dil-berün aceb
Şol göz ucıyla eyledügi merhabâ mı ki
Vardar Yenicesi’nden yetişen önemli bir şair de asıl adı Derviş Ali veya Abdullah olup Usûlî mahlasını kullanmıştır. Babasından çok fazla mal, mülk kalmasına rağmen bunları Hak yolunda harcayarak uzleti tercih etmiştir. İlim tahsili esnasında, şeyh İbrahim Gülşenî’nin nâmını duyar, onun müritlerinden olmak maksadıyla Mısır’a gider. Bu yolculuk esnasında şu gazeli yazdığı rivâyet edilir:
Dilde haylîden hayâl-i zülf-i dilber var imiş
Cânum içinde yatur bin başlu ejder var imiş
…
Zâl-i dünyâya gönül virme Usûlî var iriş
Gülşenî dirler velâyet içre bir er var imiş
Şeyh Gülşenî’ye vardığında, onun terbiyesi altına girer, Şeyhinin nezdinde makbûl ve mûteber bir mürit olur. Defalarca çile çıkardığı, yine kaynakların verdiği bilgilerdendir.
Yûsuf Sîneçâk, Hayretî’nin kardeşidir. Adı Yûsuf, lakabı Sîneçâk’tır. İlim yolundan vazgeçerek kanâat makamına münzevî olduktan sonra Mısır’a gidip şeyh İbrâhim Gülşenî’ye intisap etmiştir. Daha sonra Mevlevî Tarîkatı’na girmiş ve Mevlevîliğin mûteber dedelerinden birisi olmuştur:
Biz tâc-rübâ-yı ser-i şâhân-ı cihânuz
Biz hâk-i kef-i pây-ı gedâyân-ı zemânuz
Erbâb-ı mahabbet bizi Yûsuf bilür ammâ
Ashâb-ı hased gözine ey dost Sinânuz
- Balkan coğrafyası sadece klasik Türk edebiyatına değerli isimler mi armağan etmiştir? Yeni edebiyatımıza da bu coğrafyanın katkısı önemli ölçüdedir, değil mi?
Tabii, en başta İstiklâl Marşı şairimiz Mehmed Âkif Ersoy hatırlanmalı değil mi? Âkif, Balkan şehirlerinden İpekli bir ailenin evlâdıdır. Balkan Harbi’nde derin acılar yaşamış ve bunu şiirlerinde coşkuyla dile getirmiştir. Baba yurdunun Osmanlı’dan kopması Âkif’i derinden yaralamıştır.
Mehmet Âkif’in, Balkan Harbi’nden sonra yazdığı Safahat’ın üçüncü kitabı olan Hakkın Sesleri bölümü Balkan Savaşlarının acılarını dile getiren on şiirden oluşur. Bu şiirlerin sekizi bazı âyetlere, birisi ise bir hadise dayanılarak yazılmıştır.
Mehmet Âkif sadece şiir yazmakla kalmamış, ilk olarak Balkan Harbi esnasında kurulan ve daha sonra Millî Mücadele’nin teşkilâtlandırılmasında rol oynayacak olan Müdâfaa-i Millîye Cemiyeti’nin İrşat Heyeti’nde de yer almıştır. Bu heyetin başında Recaizâde Ekrem Bey vardır. Aslında Balkan Savaşı kendisine has yapısıyla eski zamanların din savaşlarının bir uzantısıdır. Hilâl ve Haç tekrar karşı karşıya gelmiş ve maalesef gâlip çıkanlar Haçlılar olmuştur.
“Vatan namına bir kabristan” hâline dönüşen Balkanların Müslüman yurtlarındaki mezalimi Mehmet Âkif planlı bir katliama dönüşen savaşı çarpıcı mısralarla anlatır;
Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar!
Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler!
Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler!
(…)
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler!
İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün,
Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!
Türk edebiyatının en büyük şairlerinden Yahya Kemal de Balkanların, Üsküb’ün armağanıdır. Yahya Kemal, her vesile ile Üsküb’ü, balkanları hatırladığını ifade etmiştir, Cahit Tanyol’un ifadesiyle, “Açık Deniz” şiirinde Balkan havasını teneffüs edişindeki hüzünde onun “dağılan ve çözülen bir vatan toprağında doğmuş olmasının etkileri” vardır.
Tanyol şöyle devam eder: “Yahya Kemal’in şiirlerinin gerisinde bir yankı gibi konuşan tarih bilinci, Rumeli topraklarının sürekli istîlâ ve hicretlere uğramasıyla ilgilidir. Çünkü tarihimizin bütün çalkantıları Rumeli’de olmuş ve Osmanlı tarihinin kaderi hep Rumeli’de toparlanmıştır. Buna karşın, imparatorluğun Asya’daki toprakları sürekli savaşlara sahne olmamış ve toprak bu denli içinden sancılanmamıştır.”
Yahya Kemal, Balkanlarla ilgili hassasiyetini “Hâtıralarım” adlı eserinde şu cümlelerle ifade eder: “Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır. Vakıa Tuna’nın kıyılarından ve Balkan’ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor.
Lâkin bilmem uzun asırlar bile o sularla o karlı tepeleri gönlümüzden silebilecek mi? Zanneder misiniz ki bu hasret yalnız Rumeli’nin çocuklarının yüreğindedir? Rumeli toprağına ömründe ayak basmamış bir Diyarbekirli Türk de aynı hasretle bu türküyü söylemiyor mu?”
Şairin, Açık Deniz şiirinden birkaç mısraını hatırlayalım dilerseniz:
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
…
Aldım Rakofça kırlarının hür havasını,
Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını.
Yahya Kemal, iç dünyasının mânevî derinliklerini oluşturan Üsküp’ün havasını anlatırken şöyle ifade eder: “O yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minarelerde ezan başladığı zaman evimizde rûhânî bir sessizlik olurdu.
Gâlibâ Üsküp’ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mâbed sükûnu kaplardı. Bin üç yüz sene evvel, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Bilâl-i Habeşî’den dinlediği ezan, asırlarca sonra, bizim semâmızda hem dinî hem millî bir mûsıkî olmuştu.
Lâkin bu sesler, beni bütün ömrümce bırakmış değildir. Müslüman Türk çocuklarının dinî ve millî terbiyesinde ezan seslerinin büyük tesirine inanırım. Ben Paris’te iken bile, hiç münâsebeti olmadığı hâlde, kulaklarıma Üsküp’teki ezan seslerinin bir hâtıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur.” Birkaç mısra da Üsküp’le ilgili yâd edelim:
Üsküp ki Yıldırım Bâyazîd Hân diyârıdır,
Evlâd-ı Fâtihân’a onun yadigârıdır.
Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle bizdi o.
Üsküp ki Şârdağı’nda devamıydı Bursa’nın.
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş, temiz kanın.
- Âkif ve Yahya Kemal dışında Balkanların Rumeli’nin yetiştirdiği başka önemli şair ve yazarlar var mı?
Sadece önemli, sembol isimleri zikrettim. Daha pek çok isim sayılabilir, iki örnekle yetinelim dilerseniz. Türk şiirinin önemli isimlerinden Selanik doğumlu Nazım Hikmet gençliğinde Mevlânâ’ya hayrandır:
Sararken alnımı yokluğun tacı
Gönülden silindi neş’eyle acı
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de müridinim işte Mevlânâ
Hayatı trajik bir şekilde sona eren ve günümüzde bütün kesimlerin eserlerini yayımlamakta yarıştığı Sabahattin Ali Gümülcineli, yani Balkanların, Rumeli’nin Türk edebiyatına hediyesidir. Sabahattin Ali, Abdülkâdir Geylânî’ye duyduğu sevgiyi “Abdülkâdir” redifli şiiriyle ifade etmiştir.
Kalplere serptiğin kıvılcımlardan
Bir ışık yanıyor ya Abdülkâdir...
Adı anılacak daha pek çok şair, edip ve düşünür var. Hepsini anlatmaya imkân yok. Balkanlar Kültür ve edebiyatımızda yeri doldurulmaz bir kayıp, bir hasret, bir hüzündür. Bugün de o coğrafyada Türk edebiyatı yaşamaya, yeni eserler vermeye devam ediyor.
Dergiler çıkarılıyor, hikâyeler, romanlar yazılıyor. Sinema eserleri ortaya konuyor. Tekkeler, camiler irşat vazifelerine devam ediyor. Batı bağnazlığının elinden kurtulabilen Osmanlı mimarî eserleri restore edilip hayata kazandırılıyor. Kurulan köprülerle Anadolu ile kucaklaşan Balkanlar bir yeniden bir diriliş yaşıyor diyebiliriz.
- Teşekkür ederim.
Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.
Edebiyat araştırmacısı, akademisyen, profesör, şair ve yazar. 1 Ocak 1953, Suruç / Şanlıurfa doğumlu. Gaziantep Saraymağara İlkokulu (1966), Suruç Ortaokulu (1969), Gaziantep Lisesi (1973), Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi (1978) mezunu.
Yüksek Lisans çalışmasını Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde (1981), Doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde (1990) tamamladı. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde Eski Türk Edebiyatı öğretim görevliliği (1990-1991), Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi: Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü Başkanlığı ve dekan yardımcılığı (1993-1994), Celal Bayar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi öğretim üyeliği. 1994-1995 arası Manisa M. Salih Okutan Eğitim Merkezi’nde Türkmenistan Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğrencilerine Türkçe Öğretimi görevi yaptı.
1996 yılından itibaren Celal Bayar Üniversitesi Fen-edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığı Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanlığı görevlerinde bulundu. 2005-2006 arası Suriye Arap Cumhuriyeti Halep Üniversitesi Edebiyat ve İnsani İlimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Misafir Öğretim Üyesi oldu. Halen Beykent Üniversitesi’nde görev yapmaktadır.
Şerif Hamideddin TEKTAŞ
YazarEbû Müslim Horasanî; çocukluk ve ilk gençlik yıllarını, Emevî karşıtı siyasî ve sosyal faaliyetlerin merkezi konumundaki Kûfe’de geçirmiştir. Başarılı, zeki, cesaretli, atılgan, kendine güvenen, istik...
Yazar: Resul KESENCELİ
“TOPLUMLAR ADÂLETLE ÂBÂD, ZULÜMLE BERBAT OLURLAR”Bu sayımızda Necmettin Erbakan Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Dergimizin yazarı Prof. Dr. Ali Akpınar Hoca’mızla yaptığımız adâlet ile ilgili söyleşimiz...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Genç ve gençlik deyince ne anlıyoruz?Genç kavramı bütün canlıları içine almakla beraber, öncelikle insanoğlu için kullanılır. Gençlik ise ömrünün bu dönemini yaşayan insanın bizzat yaşadığı duyguların...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Yüce Allah’ın son mesajı Kur’ân ve son peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) ile bir kez daha yenilediği İslâm dini, bütün zamanları ve bütün coğrafyaları kuşatan evrensel bir dindir. Onun kitabı ve Peygam...
Yazar: Ali AKPINAR