Hayâli Güzel Olanın Hâli de Güzel Olur
Hayal, düşüncenin en temel kurucu öğesi olmakla birlikte, aynı zamanda âlemin de bir öğesidir. İslâm düşünürlerinden İbnü’l-Arabî’ye göre hayal, “epistemolojik düzeyde, en sınırlı anlamıyla, duyular ile akıl arasında bir idrak, en geniş anlamda ise metafiziğe açılan bir kapıdır.”
İslâm düşüncesi tarihi içerisinde, hayal hakkında ileri sürülen görüşleri şu üç genel kategoride ele almak mümkündür:
Tefekkür eyleyip her dem hayâlini bu cânımda
Sevindirip nihâyet ver bu hicrâna eriş ey yâr[i]
(Ey sevgili! Senin hayalini her an bu canımda düşünüyorum. Yetiş bu ayrılığa son verip beni sevindir.)
Duyumların sûretlerini saklayan hayal yetisi ile kavramları saklayan hâfıza arasındaki konumuyla sürekli yeni şeyler üretir. Dolayısıyla mütehayyile, hayal yetisinden daha üst bir seviyeye işaret eder; soyut ve metafizik varlıklara ait benzetmeler yapıp, semboller üretebilir. Mütehayyile, sadece fizikî âlemden değil, bunlardan daha önemli olarak metafizik âlemden de, mânevî etkilenmeler, şâirâne ilhamlar şeklinde etkiler alır.
İbnü’l-Arabî, hayal kavramını izah ederken sadece zihne ait bir kurgu olmadığın söyler. O, hayali kendi varlık tasavvuru açısından oldukça önemli bir konuma yerleştirir. Bu kavramla, ontolojik düzeyde, Hakk’ın ilk zuhûr mertebesine, bütün âleme (mâ-sivâ) ve duyular âlemi ile metafizik âlem arasında, kendine özgü bir takım işleyiş biçimleri olan üçüncü bir âleme işaret edilmektedir.
Gâhî verip visâli gâhî açar cemâli
Gâhî hayâli dilde cevlân olur olur yâ[ii]
((Sevgili) bazen visâline müsâade eder, bazen de cemâlini açar (gösterir), olur ya bazen hayali gönülde canlanır; olur ya!)
Hayal genişliği ve kapsamlılığı sayesinde maddî âlem ile metafizik âlemi birleştirdiği gibi ayrıca bütün zamanları da kuşatır. Geçmiş, gelecek ve an, bir bütün olarak ancak hayal ile idrâk edilebilir. İşte hayalin bu özelliği sayesinde tasavvufî tecrübenin objesi, sürekli canlı tutulabilmektedir.
Gönlün hayâli her zamân yâr olmaya hâli yaman
Yâ özü sözü tercümân irfân anın irfanıdır[iii]
(Eğer gönlün hayali her zaman sevgili olmazsa, hâli yamandır. Onun özü sözü hâlinin tercümanıdır, ilâhî sırları bilmek onun irfânıdır.)
İnsan sevgilisine, ancak onun sûretini hayalinde husûle getirince âşık olabilir. Böyle olmasaydı gözü, kulağı vb. gibi duyumları sevgilisinden uzaklaştığı zaman onunla olan alakası kesilirdi. İşte bu şekilde insan, maddî sûreti olmayan sevgilisini, gözüyle görmese de, sürekli hayalinde canlı tutarak sevgisini ve O’na olan iştiyâkını canlı tutabilmektedir.
Kısacası hayal, hem sûreti olmayana sûret vermek ve hem de bu sûreti insanda sürekli tutmak sûretiyle Allah (c.c.) ile kul arasında bir şekilde sevgi ve iştiyak alakası sağlamaktadır.[iv]
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi âşığın hâlini de hayalini de sevgiliden başka olmaması gerektiğine işâreten şöyle buyurur:
Hayâlinde anın hâlinden özge bir hayâl tutma
Hayâl-i hâlini hâl etmeyen hâl ü hatardan geç
(Hayalinde ondan (sevgiliden) başka bir hayal tutma. Onun hâlini hayal etmeyen durumdan ve tehlikeden geç.)[v]
Sözlükte, “geçmişle gelecek arasında içinde bulunulan durum” ve “iyi ya da kötü gidiş” anlamına gelen hâl kavramı, tasavvufî terim olarak belirli bir anda yaşanan geçici mânevî durumları ifade etmek için kullanılmaktadır. Tasavvufî tecrübenin temel kavramları arasında yer alan terim anlamı içindeki hâller, sûfîler tarafından bir bilgi ve bilinç yani marifet türü olarak değerlendirilmiştir.
Tasavvufî bir perspektife de sahip olan Gazzalî, hâl kavramını insanların geneline teşmil etmekte, dolayısıyla insanın iç dünyasıyla ilgili bütün olayları hâl kavramıyla açıklamaktadır. Sûfîlerin terim olarak ele aldıkları hâlleri kalbe mahsus durumlar olarak görmeleri, sözü edilen durumların sadece insana mahsus durumlar olduğu düşüncesini içinde taşımaktadır.
Söz gelimi Fütûhu’l-Gayb’da Abdülkâdir-i Geylânî, hâlin, insanın iyiye ve kötüye yönelmeye müsait bulunan ikili yapısı içerisinde bir yere sahip olduğunu söylemiştir. Bu konuda peygamberler insanlar için iyi birer örneklik teşkil etmektedirler. Buna göre, hâller iyi-kötü, güzel-çirkin gibi ikili durumlar arasında bulunan insana mahsus ve ondan başka hiçbir varlıkta bulunmayan yaşantılardır.
Sûfîlerin büyük bir kısmı ise hâlleri kalbe mahsus durumlar olarak görme noktasında ittifak hâlindedirler. Kalp, sûfîlerin nazarında idrâk eden, bilen, inanan, dinî sorumluluğa sahip olan, buna bağlı olarak güzel ahlâkın mahalli olan, değişken bir özelliğe sahip insânî bir idrak merkezidir.
Ruh ile nefs-i nâtıka, ruh ile beden, nefisle ruh arasında bulunduğu ifade edildiği gibi, saf olarak nefis kavramıyla karşılanan nefs-i emmâre ve akıl olarak adlandırılan nefs-i levvâmeden sonraki nefs-i mutmeinne olarak da adlandırılmıştır.
Hâl ve ahvâl dinî his ve heyecan anlamına gelir. Tasavvufta insanın irâdesi ve çabası olmadan kalbe gelen mânâ (feyz, bereket, mârifet, his ve heyecan) olarak tanımlanır. Allah vergisi olan haller sâbit değil, sürekli değişken kabul edilir. Bütün tasavvufî ilimleri hâllere ait bilgiler olarak kabul eden Kelâbâzî, hâlleri, amellerin meyvesi ve neticesi olarak değerlendirir.
Amellerin sağlıklı olmasının şartı, ona göre hâl ilmini öğrenmektir. O, fıkıh ve fıkıh usûlünü bu bilgilerden sayan diğer sûfîlerin aksine bu ilmin kesbî olduğunu savunur. Kuşeyrî ise, söz konusu terimi, “Kalbimi bir örtü bürür de onu kaldırmak için günde Allah’tan yetmiş defa af dilerim.”[vi] hadisine dayandırır.
Hadisin konu ile ilgisini kurmaya çalışan Ebû Ali Dekkâk’da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hâlleri itibariyle sâbit değil devamlı bir artış ve yükseliş durumunda olduğunu, yeni hâline nazaran eski hâlinin bir hicapla örtülü olduğunu ifade eder. Kelabâzî, hâl ilminden bahsederken bu ilmin keşf, şuhûd ve vecd ile elde edilebileceğini, buna da işaret ilmi denildiğini söyler.
Bu iddiasını, “Gizli bir ilim çeşidi vardır. Allah hakkında mârifet sahibi olanlardan başkası bunu bilmez.”[vii] hadisine dayandırır. Ona göre buradaki gizli ilim sûfîlerin kendilerine has bir ilimdir. Onların makamlarına ulaşmamış olanlar bunu bilemezler.
Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî de bu konuda şu hadise yer verir: Bir gün Hanzale bin Âmir, “Hanzale münâfık oldu, Hanzale münâfık oldu.” diyerek Hz. Ebû Bekir’in evine gelir. Hz Ebû Bekir neden öyle düşündüğünü sorunca; şu cevabı verir: “Ey Ebû Bekir, ben Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanında aldığım imanın tadını başka yerde alamıyorum. Acaba ben münâfıklardan mı oldum diye korkuyorum.” deyince Hz. Ebû Bekir de ağlamaya başlar ve “Ben de senin gibiyim, onun yanında iken aldığım imanın tadını dışarıdan alamıyorum, acaba bende mi münâfıklardan oldum?” der.
Karşılıklı dertleştikten sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanına gidip durumu izah etmeye ve kendilerine yol göstermesini istemeye karar verirler. Peygamberimiz (s.a.v.), iki sahâbenin de imanlarından şüphe ederek ağladıklarını görünce onlara, “Eğer siz benim yanımdayken imandan aldığınız tadı başka yerde de alsaydınız çarşıda meleklerle görüşüp konuşurdunuz." buyurur ve ikisini de teselli eder.[viii]
Mânevî bir eğitim sürecinden sonra ilâhî bir mevhîbe olarak elde edildiğine inanılan tasavvufî hâller, örneklerde de görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve sahâbenin söylem ve eylemlerine dayandırılmıştır. Sufî psikolojisi veya mistik durumlar olarak nitelendirebileceğimiz değişken hâller, insan fıtratının değişmez özelliğidir.[ix]
Senin sevdâna yanmak gayrı savdâdan usanmakdır
Seni sevdim demek hâline rengine boyanmakdır[x]
(Ey sevgili! Senin aşkınla yanmak diğer sevdalardan usanmak, onlardan vaz geçmektir. ‘Seni sevdim.’ demek senin hâlinle hâllenmek, senin gibi olmaktır.)
Cenab-ı Allah kalplere hükmeder, kalpleri evirip çevirir. Nitekim Ümmü Seleme’ye, “Ey mü’minlerin annesi! Rasûlullah’ın senin yanında olduğu zaman en çok yaptığı duâ ne idi?” diye sorduklarında, şu duâyı aktarmıştır: “Ey kalpleri bir hâlden bir hâle çeviren Rabb’im, benim kalbimi dinin üzere sâbit kıl.”
Ümmü Seleme anlatmaya devam ederek şöyle demiştir: Ben kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlü! Niçin bu duâyı yapıyorsunuz?” diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Herkesin kalbi Allah’ın parmakları arasındadır. Dilediğini düzeltir, düzgün yola koyar, dilediğini ise kalbini kaydırarak yoldan çıkarır.” cevabını verdi ve sonra Âl-i İmrân Sûresi’nin 8. âyetini okudu: “O derin kavrayış sahipleri şöyle yakarırlar: ‘Ey Rabb’imiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi bu gerçeklerden bir daha saptırma, katından bize rahmet ver, şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen.”[xi]
Sülemî, “Nefsi ezip küçültmek tasavvufun âdâblarındandır. Kimin nefsi kendisine şerefli görünürse, dini ona küçük görünür. Sûfîye gerekli olan şey; önce nefsine edebi, sonra ahlakı uygulamasıdır. Bunları uygulayınca, Allah ona yüce hâlleri ihsan eder.
Onun yaşayış tarzı; güler yüzlülük, geniş yüreklilik ve içtenlik olur.” diyerek, önce nefsin suflî isteklerini engelleyip ona mâni olmak ve daha sonra da ona güzel ahlakı yükleyerek eğitmek gerektiğini ifade etmiştir. Sûfînin hedefi, Hakk’a gerçek mânâda kul olabilmek ve O’na vuslattır. Bu hedefe ulaşmak için mânevî bir yolculuğa (seyru sûluk) çıkmak gerekir. Sûfînin eğitimi de bu sayede gerçekleşir.[xii]
Yolundadır yolluğumuz
Hâliyledir hâlliğimiz
Herkes bilir kulluğumuz
Semt-i yâra doğru gider[xiii]
Sûfîler, bu yolda amaçlarının şu veya bu fazîleti veya şu ya da bu hâli elde etmek olmadığına işaret etmekten as1â bıkıp usanmazlar. Halbuki, fazîletlerin ötesindeki aşkın olana ulaşmak için, insanın her şeyden önce bu fazîletlere sahip olması gerekir. Benliği yok etme ve Allah’ta yaşama erme hâline ulaşabilmek için, insanın, her şeyden önce diğer bütün hâlleri ve makamları geçmesi gerekmektedir.
“Cüneyd’in öğrencilerinden birisi olan Ebu’l-Hasen en-Nûrî, şöyle der: “Sûfîler, nefisleri, basit yaratık görünümü içindeki insânî tabiatın kirliliğinden temizlenmiş olan insanlardır. Bunlar şu kimselerdir ki, şehvet düşkünü nefsin gayr-i ahlâkîliğinden arınmışlardır, arzulardan özgür hâle gelmişlerdir, Allah’ın huzurunda, en üst derecede bulunmayı başarmışlardır. Onlar, O’nun hâricindeki her şeyden kaçmışlardır. Hiçbir şeye sahip değildirler ve Allah’tan başka hiçbir şey tarafından da sahiplenilmemişlerdir.”
İşte nefsin temizlenmesi ve her türlü tutku ile her türlü tensel arzudan özgürleşebilmesi için de, fazîletleri geliştirmesi ve mânevî makamları geçmesi zorunludur. Şayet nefs, tutku ve cehâlet perdesi sebebiyle Ruh’tan ayrı kalıplaşmış olsaydı, o daha şimdiden gerekli fazîletlere sahip olmuş ve onları geliştirmeye de gereksinimi kalmamış olurdu.
Ama kesinlikle bir perde olduğu ve nefsi -Allah’tan doğrudan bilgi elde etmeye sadece o müsâade edebilecek olan- Ruh’un ışığından ayırdığı için, mânevî bir disipline ve fazîletlerle ziynetlensin ve böylece de huzûr-ı ilâhî’ye lâyık olabilsin diye, nefsin ölüm ve diriliş hâline râzı olmak gerekmektedir.[xiv]
[i] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006. s.43.
[ii] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s.4.
[iii] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s.69.
[iv] M. Mustafa Çakmaklıoğlu, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240)’ye Göre Hayal ve Düzeyleri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara, 2003, ss.300-305.
[v] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Divan Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Divanı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2020, c.1, s.312.
[vi] Müslim b. Haccac el-Kureşî, Câmiu’s -Sahîh, I-III, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992, Zikir 41.
[vii] Münâvî, Abdurraûf, Feyzu’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, I-VI, Daru’l Fikr, Beyrut, ts, c. 4, s. 326.
[viii] Hadisin kaynağı için bkz. Tırmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa, Sünen, I-V, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992, Kıyamet, 59; Müslim, es-Sahih, Tevbe, 12
[ix] Necmettin Şeker, “Hadislerle Temellendirilen Tasavvufî Hâller”, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 2, Ekim 2012, ss.119-147.
[x] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s.70.
[xi] Tirmizi, Deavât, 89.
[xii] M. Mansur Gökcan, Temel Ahlaki Prensipleriyle Tasavvuf, Harf Yayınları, Ankara 2017, s.13-14.
[xiii] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s.90.
[xiv] Seyyid Hüseyin Nasr, Tasavvufi Makaleler, (Çeviren: Sadık Kılıç), İnsan Yayınları, İstanbul, 2002, s.81-82.
Ensar SAKİN
Yazar1809 yılında İstanbul’da doğan Şeref Hanım, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Osman Selâhaddin Dede’nin müridlerindendir. Şiirlerinden hareketle hiç evlenmediği anlaşılan Şeref Hanım, 1861 yılında vefat et...
Yazar: Hamit DEMİR
Balkanların fethi sürecini başlatan Osmanlı Devleti, Balkanlarda kalıcı olabilmek için sadece siyasî ve askerî kuvvetlerin yeterli olmayacağını yakından anlamıştır. Fetihlerin kalıcılığını sağlamak, B...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Dilde tekbirle yürür nice kahraman nefer,Hudutlar ötesine başladı kutlu sefer.Rüzgârları biçerken kır atların yelesi,Hilâli selamlıyor sanki Çimpe Kalesi.Yaslandık Rumeli'nin asırlık çınarına,Kurduk o...
Şâir: Ahmet Sami BENLİ
Balkanlar’da bizim sesimiz bizim nefesimiz vardır. Hâlâ o dağlarda Osmanlı akıncılarının sesi yankılanır, Tuna’da ve diğer nehirlerde Türk denizcilerinin “Vira Bismillah”ını duyarsınız biraz kulak kab...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM