Hayattayken Ölüm Gerçeğiyle Yüzleşmek
Küçük yaşlardayken yaşlı amcaların konuşmalarını dinlerdik. Yaşadıkları hayattan bir şey anlamadıklarını, geçmişi sanki yaşamamış gibi hissettiklerini, her şeyin bir rüya gibi geçip gittiğini söylerlerdi. Başta tasavvuf kitapları olmak üzere ahlak kitaplarında da benzer şeyleri okurduk.
İnsanın hayatının çok çabuk geçtiğini, çocukluk gençlik derken ihtiyarlığın gelip çattığını ve ölüm gerçeğiyle yüzleşildiğini okurduk. Şimdi yaşımız elliye yaklaştı. Belki bu yazıyı okuyanlar içinde yaşı bizden fazla olanlar da vardır. Geçmiş yıllarımı gözümün önüne getirdiğimde, bir zamanlar dinlediğim ve okuduğum şeyleri şimdi kendimin hissettiğini görüyorum.
Geçekten de bunca yılın nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Sanki yaşamamış gibiyim. Sanırım sizler de aynı şeyleri hissediyorsunuzdur. İnsan birkaç saniye süren rüyasında anlatmakla bitiremeyeceği şeyler görür. Hayat da tıpkı bunun gibidir işte. Yaşadığımız onca şeyi anlatmaya kalksak vakitler yetmez ama tıpkı rüyalarımız gibi her şey bir hayal gibi geride kalmıştır.
İnsan bu duyguları hissettiğinde, kalan ömrünün de aynı şekilde geçip gideceğini anlaması zor olmuyor. Bizden önceki insanlar geçmiş günleri için neler hissedip vefat etmişlerse bizler de aynı duyguları hissederek ömür sermayemizi tüketiyoruz.
Mezarlıklar bizim gibi birer ömür sürmüş milyonlarca insanla dolu. Geriye kalan tek bir insan yok. Bir âyette belirtildiği üzere, “Her insan ölümü tadacaktır.”[1] Eğer yaşadığımız şu hayat Allah katında çok önemli olsaydı, herhâlde onu geçici kılmaz, hayatı âhiretin köprüsü yapmaz, cennet ile cehennemi yaratmazdı.
Ayrıca yaşadığımız hayat ebedî hayata göre daha kıymetli olsaydı, bu yaşamı en çok hak eden insan hiç şüphesiz ki son elçi Hz. Muhammed (s.a.v.) olurdu. Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ebedî kılınmayan dünyanın bir başkası için ölümsüzlük yurdu olmayacağı âşikârdır. Âyette belirtildiği gibi, “Senden önce hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar bâkî kalır mı?”[2]
Birimiz Herkesin Vefatını Görecek
Akşam bir araya gelip çaylarınızı yudumlarken aile fertlerinize bir bir bakın. Aranızda olan gönül bağını, onlara olan sevginizi, geçirdiğiniz mutlu ve hüzünlü günleri, onlara yönelik planlarınızı düşünün. Ondan sonra da aklınıza şu ölümsüz gerçeği getirin: “Bu mecliste oturanlardan biri diğer herkesin ölümünün acısını tadacak.”
Evet, aile fertlerinden bir tanesi diğer herkesin ölüm acısını değişik zamanlarda yaşayacak ve sevdiklerini birer birer kaybedecek, âhirete yolcu edecek. Sonra gün gelecek, o da sevdiği birinin kalbine ölüm acısını kondurarak dünyayı terk edecek. Fânî dünya hayatı bu şekilde âhirete dek sürüp gidecek.
Oysa insan ölümün kendisi kadar gerçek olduğunu, ebedî yaşamın verildiği tek bir Allah’ın kulu bulunmadığını bilmesine rağmen, ölümü kendisine hep uzak tutar. Sanki ölüm kendisi dışındakilerin yüzleşeceği bir gerçekmiş gibi yaşar. Cenâze merasimlerinde çokça şâhit olduğumuz gibi, önümüzdeki musallâya uzanmış meyyit bile bizleri ölüm gerçeğiyle karşı karşıya getirmez; ibret almayız.
Cenâze merasimine katılan insanların konuşmalarına kulak verdiğinizde, cenâzenin onlar için pek de bir şey ifade etmediğini, âdetâ bir görevi savmak için orada toplandıklarını, gündelik işlerini konuşmayı yine sürdürdüklerini görürüz.
Gerçekten de ölümü kendimize o kadar uzak tutmaktayız ki, “Şu an yeryüzünde yaşayan insanlardan bir tanesine ebedî yaşam hakkı verilecek.” dense, bunun biz olduğumuzu sanırız. Birkaç milyarda bir ihtimale umut bağlarız ve dünyanın bize kalacağını sanırız.
Oysa “Hiç bir şeyi yoktu, sabah beraberdik.” dediğimiz pek çok insanı âhiret yolculuğuna uğurlamış olan yine bizleriz. Bizim de yolda yürürken ayağımızın kayması, bir trafik kazası, başımıza yukarıdan bir şey düşmesi, bir cinâyet, bir kalp krizi sonunda âniden ölmeyeceğimizi kim garanti edebilir?
Âhirete yolcu ettiklerimizin yerinde hiç beklemediğimiz anda bizim olmayacağımızın bir güvencesi mi var? Elbette yok. Bu nedenle Veysel Karânî Hazretleri insana ölümün ne kadar yakın olduğunu ifade etmek için, “Ölümü, yattığında yastığının altında, kalktığında da karşında bil.” dermiş. Ölümün her an insanın yanı başında olduğunu hatırlatırmış.
Hayatı Değerli Kılan Kulluktur
İbret almasak da, kendimizden uzak tutsak da öleceğimiz gerçeği değişmiyor. Bu durumda, “Geçici hayat karşısında asıl ve değerli olan nedir?” diye çok basit bir soru sormak gerekmektedir. Bu basit sorunun cevabı da çok basittir. Önemli olan, insanın kalbiyle, yani inancıyla barışık bir hayat sürmesidir.
Kişinin kendisi yani kul olabilmesidir, inançlarıyla çelişkili bir hayat sürmemesidir. Velhâsıl ölüme gerçekten inanmasıdır. Zira ölümü kendimize uzak tutmamız âhiret sermayemizi artırmayışımızın en büyük sebebidir. Ölümü kendimize ne kadar uzak tutarsak, hazırlığımız da o derece az olmaktadır.
Dolayısıyla, insanın ölümü kendisine uzak başkalarına yakın tutması, ölüm sonrası hayatla ilgili hazırlığının yetersiz olması imanının yoğunluğuyla ilgili bir durumdur. İnsan Allah’a yakınlık kesbeder, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in getirdiği dini yaşamayı gönlüne hükümran kılarsa bu yönde bir çaba içerisinde olur. Ancak İslâm’ın güzellikleri ile Allah’ın kullardan beklentileri gönle tam olarak yerleşmezse âhiret sermayesini artırma çabası da o nisbette az olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ve ondan sonra günümüze kadar gelmiş geçmiş olan ve Allah dostu olarak andığımız insanların hayatını bir gözümüzün önüne getirelim. Allah sevgisi ve Rabb’e yönelme iştiyâkı onları her zaman ölüme hazır tutmaktaydı. Bu sebeple de yaşamları tam bir istikâmet üzere ve Allah’ın rızâsını her dâim gözeten bir çizgide sürmekteydi. Onlar ölüme, Rabb’in huzuruna yürümeye her an hazırdılar.
Ölüme Ne Kadar Hazırız?
Biz her an ölmeye hazır mıyız peki? Canımızın birden alınıverilmesi durumunda çıkınımız dolu mu? Kendi kendimize bunu sormamız gerekir. Biz bu satırları okurken Rabb’imiz bizlere son nefesimizi verdirecek olsa acaba onun huzuruna nasıl varırız? Boynu bükük olarak mı, yoksa Yaratan’ımızı memnun etmiş olarak mı?
İnsan elbette kendisini hiçbir zaman kâmil bir kul olarak göremez, ancak o yönde bir çaba içerisinde olup olmadığını bilir. En azından Allah’ın merhametine sığınmaya yüzü olup olmadığının farkındadır. Kalbinde bir titreme yoksa, farz olan ibâdetlerini yerine getirmekte zorlanıyorsa, insanlarla olan ilişkilerinde haram-helâl çizgisine dikkat etmiyor ve sadece menfaatini öne çıkarıyorsa, tanıdıkları onun ardından hep olumsuz şeyler söylüyorlarsa, bu insanın ölümle birdenbire yüzleşmeye hazır olmadığı açıktır.
Bütün bu anlattıklarımızdan ortaya çıkmaktadır ki, gerçek anlamda kulluk yapan her an ölüme hazır olan insandır. Allah’a isyan ânında insanın ruhunu teslim etmesi, bir haramı işlerken dünyasını değişmesinden daha kötü ne olabilir? Günah ve ardından tevbe etmek elbette insan içindir, ancak günah Allahu Teâlâ’nın istediği bir şey değildir.
Bundan dolayıdır ki, Allah ve Sevgili Peygamberi günahların hemen peşinden tevbe edilmesini isterler. Kulun bir an önce tevbe etmesini ve günahının kararttığı amel defterini temizlemesini arzularlar. Çünkü ecel her an onu yakalayabilir.
“Kim haksız davranışından sonra tövbe eder ve durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”[3], “Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisine geldiği zaman; ‘Şimdi tevbe ettim.’ diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbul değildir. İşte onlara elem verici azap hazırlamışızdır.”[4]
Ölüm Hayatı Yaşamaya Engel Değil
Unutmamak gerekir ki, üzerimize doğru gelen bir şeye gözlerimizi kapatmamız onun gelmesini nasıl durdurmazsa, ölümü düşünmemeye çalışmamız ve yokmuş gibi yaşamamız da ölümün bize gelmesini engellemez. Öyle veya böyle ölüm gerçeğiyle hepimiz bir gün yüzleşeceğiz.
Bununla birlikte, ölüm gerçeğini insanın kalbinde hissetmesinin anlamı dünyayı ihmal etmesi, el etek çekmesi, münzevî bir hayata yönelerek insanlardan uzaklaşması, gülmemesi değildir. Rabb’imiz, üzerinde ömür sürdüğümüz bu dünyayı bizim yaşamamız ve mâmur hâle getirmemiz için yaratmıştır.
İçindeki nimetleri bizler için yaratmıştır. Bu nimetlere bizler ona kulluk etmeyenlerden daha lâyığız. Burada önemli olan, kulluğu unutmadan, yaratılış gayesinden uzaklaşmadan dünyanın nimetlerinden helâl ölçüler çerçevesinde istifade etmek ve her şeyi kulluğa dönüştürebilmektir.
Kulluğu sadece namaz kılmak, oruç tutmak gibi aklımıza gelen ibâdetlerle sınırlamamaktır. Biz iyi ve hâlis niyete sahip olduktan sonra hayatımızın her ânı ibâdete dönüşecektir. Ve bu durum bizi Rabb’imize daha yakın kılacaktır. Böyle olduğumuzda ise ölümle yüzleşmeye, hatta onunla kucaklaşmaya daha hazır olacağız demektir. Zira biz ölümü en sevgiliye kavuşma ânı olarak biliyoruz. Öyleyse insana düşen, bu kavuşma ânına yaraşır bir hazırlıkta olmasıdır.
[1] 3/Âl-i İmrân, 185.
[2] Enbiyâ, 34.
[3] 5/Mâide, 39.
[4] 4/Nisâ, 18.
Enbiya YILDIRIM
YazarBalkanların fethi sürecini başlatan Osmanlı Devleti, Balkanlarda kalıcı olabilmek için sadece siyasî ve askerî kuvvetlerin yeterli olmayacağını yakından anlamıştır. Fetihlerin kalıcılığını sağlamak, B...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Hayal, düşüncenin en temel kurucu öğesi olmakla birlikte, aynı zamanda âlemin de bir öğesidir. İslâm düşünürlerinden İbnü’l-Arabî’ye göre hayal, “epistemolojik düzeyde, en sınırlı anlamıyla, duyular ...
Yazar: Ensar SAKİN
Dünden Bugüne Tarihî Süreçte Boşnakların SerencamıBosna-Hersek, Avrupa'nın güney doğusunda Balkanlar olarak bilinen kadim coğrafyada tarih boyunca değişik etnik ve dinî grupların ikamet ettiği b...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Müslüman için ibâdet kavramı hayatın bütün alanını kuşatır. İbâdet sadece namaz kılmak, oruç tutmak veya hacca gitmek değildir. Yoldan karşıya geçmekte zorlanan yaşlıya yardım etmek, otobüste engelli,...
Yazar: Enbiya YILDIRIM