Mânevî Fetihler Maddî Fetihlerin Temelidir
İslâm, madde ile mânâyı birlikte ele alır. İnsan beden ve ruhtan oluşmuştur. Yüce Yaratıcı, ilk insanı çamurdan önce bedenini yaratmış, ardından ona ruh vermiştir. Yani insanın maddesi önce şekillenmiş, ardından ona can verilmiştir. Dolayısıyla insan, beden ve ruhuyla, madde ve mânâsıyla insandır.
İslâm’a göre dünya ve âhiret hayatı bir bütündür. Dünya âhiretin hazırlık yeri, ekim tarlası; âhiret ise dünyanın hasılat ve hasat yeridir. Âhiret saâdeti dünyada kazanılır. Nitekim hesap gününde münâfıklar, önlerinde ve yanlarında nurlarıyla cennete doğru ilerleyen mü’minlere şöyle diyecekler:
“Bizi de bekleyin de ışığınızdan bir parça alıp faydalanalım.” dediklerinde mü’minler şöyle karşılık vereceklerdir: “Ardınıza dönün de ışığı orada/dünyada arayın!”[1] Zira nûru kazanma yeri dünya idi, şayet dönebiliyorsanız oraya dönün ve oradan nur elde edin!
İslâm’ın emir ve yasakları da hem maddî hem de mânevî alana yöneliktir. Bu itibarla mânâ önemlidir, madde de önemsiz değildir. Ruh gerekli, şekil gereksiz değildir. Sözgelimi namaz ibâdetinde vakte riâyet etmek, kıbleye yönelmek, beden ve namaz kılınacak yerleri temiz tutmak, kıyam-rukû’-secde-ka’de gibi rükünleri düzgün yapmak, cemâatle namazda safları sık ve düzgün tutmak şekille ilgili hususlardır.
Huşû’ ve huzû’ içerisinde bilinçli bir şekilde namazı kılmak ise ibâdetin mânevî boyutudur. Diğer ibâdetler için de durum böyledir. Bu yüzden işin mânevî/rûhî yönünü gözetirken, maddî/şeklî yönünü ihmal etmek yersizdir. Zaten madde-mânâ, şekil-ruh, dünya-âhiret her ikisi birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılmaması gereken şeylerdir.
Bir hadislerinde Peygamberimiz (s.a.v.), “Saflarınızı düz tutunuz. Zira safların düz olması namazın tamam olmasını sağlayan hususlardan biridir.”[2] “Safları düz tutunuz. İleri geri durmayınız. Sonra kalpleriniz de birbirinden farklı olur.”[3] buyurmuştur.
Günlük hayatı bir düzen ve intizam içerisinde olan Peygamberimiz (s.a.v.) mânâya önem verdiği gibi maddeye de önem verir ve “Yüce Allah, güzeldir, güzeli sever.”[4] buyururdu. Düşünecek olursak namaz ibâdetinde asıl olan insanın Yüce Yaratıcı’nın huzurunda olduğunun bilincinde olması ve bu bilinçle samîmî bir şekilde ibâdetini yapmasıdır.
Dış görünüş, şekil çok fazla önemli değil gibi görülmektedir. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Zira iç dünya dışa yansır, dış görünüş iç dünyanın aynasıdır. İman, bütün amellerin temelidir, gönül dünyası da söylem ve eylem dünyasının temelidir.
Çoğu zaman bedeni/şekli düzeltmek, kalbi/ruhu düzeltmekten kolaydır. Kolayı yap(a)mayan bir kişinin, zoru yapması daha güçtür. Bu yüzden çoğu ilim adamı, niyet etmekte asıl olan, kalbin hazır olmasıdır, ancak dil ile ne yapılacağını söylemek de kalbi buna hazırlar demişlerdir.
Bu yüzdendir ki, yirmi üç yıllık peygamberlik süresinin on üç yılı Mekke’de geçmiştir. Mekke Dönemi’nde daha çok iman ve ahlâkî düzenlemeler söz konusudur. Medine Dönemi ise muâmelât dediğimiz davranış dünyasına yöneliktir. Yani on üç yıllık Mekke Dönemi’nde gönüllerin fethi gerçekleşmiş, Medine Dönemi’nde bu süreç devam ederken maddî fetihler gerçekleşmeye başlamıştır.
Onun için maddî fetihlerin yolu mânevî fetihlerden geçer. Bireyin hayatında da toplumun hayatında da önce mânevî fetihlere ağırlık verilmeli, sonra maddî fetihler hedeflenmelidir. Ancak bu, diğerinin ötelenmesini gerektirmez. Zira her iki fetih birbirini tamamlayan ve hakîkî anlamda fethe ulaştıran rükünlerdir. Temel önemlidir ama, binâ da gereklidir. Üzerinde binâsı olmayan temellerin bir anlamı ve faydası yoktur. Ama büyük binâlar, sağlam temeller üzerine kurulurlar.
İnsan öncelikle maddî fetihlere erişmek, ganîmet, izzet ve devlete ermek ister. Yapıp ettiklerinin karşılığını peşin olarak alıvermek, görüvermek ister. Ancak mânevî fetihler olmadan, gönüllerin fethi sağlanmadan kalıcı maddî fetihlere erişmek imkânsızdır. Bu sebeple hayat kitabımız Kur’ân, “açan-fetheden” anlamına gelen Fâtiha sûresiyle başlar. Bu sûre aynı zamanda Kur’ân’ın bir bütün olarak ilk inen sûresidir. Fâtiha Sûresi mânevî gönül fethinin anahtarıdır.
Kitabımızın son inen sûresi ise “Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde” âyetiyle başlayan ve maddî fetihden bahseden Nasr Sûresi’dir. Fâtiha Sûresi’nin adı sûrede açıkça geçmez. Nasr Sûresi’nde ise fetih kelimesi açıkça zikredilir. Zira mânevî fetih, maddî fetih gibi açıkça görülmez, o gönüllerde gizlidir. Maddî fetihten bahseden Nasr Sûresi’nin yüz onuncu sûre olarak Kur’ân’ın sonlarına konulması da oldukça dikkat çekicidir. Buna göre Kur’ân’ın yüz dokuz sûresi, maddî fetihleri hazırlayan ve onlara götüren ilkelerle doludur.
Kur’ân’da Fetih Sûresi adıyla bilinen sûremiz, “Doğrusu Biz sana apaçık bir fetih/zafer sağlamışızdır.”[5] âyetiyle başlar. Müfessirlerin açıklamalarına göre bu sûre, Hudeybiye Antlaşması’ndan hemen sonra inmiştir. Bu anlaşma Hicret’in altıncı senesinde, umre için Mekke yakınlarına kadar gelen Müslümanlar ile onlara, o sene umre yapma izni vermeyen Mekke müşrikleri arasında yapılmıştır.
Anlaşmanın şartları ilk etapta Müslümanlar için ağır maddeler içermektedir. Ortada, görülen bir fetih de yoktur. Anlaşmanın en can alıcı maddesi, tarafların on yıl birbirleriyle savaş yapmayacak olmalarıdır. İşte taraflar arasında bu barış ortamının sağlanması, büyük ve apaçık bir fetih olarak nitelenmiştir.
Gerçekten de antlaşmanın imzalanmasından iki yıl sonra Mekke’nin fethi, Hayber’in fethi gibi büyük maddî fetihler gerçekleşmiştir. Yapılan bu anlaşma da bu fetihlerin alt yapısını oluşturmuştur. Daha da önemlisi bu barış ortamının sağlanması ile insanlar Medine’yi ve Müslümanları yakından gezip görebilme ve İslâm’ı sâlim kafayla tanıyabilme imkânına sahip olmuşlar ve kitleler hâlinde İslâm’a girmeler gerçekleşmiştir.
Ki asıl fetih de zaten gönüllerin İslâm’a açılmasıdır. Onun için ilim adamları âyette geçen fetihten kasdın Hudeybiye Antlaşması, ilerde gerçekleşecek olan Mekke ve Hayber’in fethi, İslâm dininin gücünün ortaya çıkmasıyla onun yegâne hak din olarak anlaşılması olduğunu söylemişlerdir.[6]
O hâlde nefislere hoş gelen maddî fetihlere erebilmek için önce gönüllerin fethini gerçekleştirmeliyiz. Bu ise fethe tâlip olanların sağlam bir inançla, birlik ve beraberlik içerisinde birbirlerine kenetlenmeleri, İslâm’a özgü kardeşlik ruhunun toplumda hâkim olması ile mümkün olacaktır.
İslâm toplumunu oluşturan fertlerin yürekleri aynı hedef, aynı amaç doğrultusunda çarpmalı ki düşmana gâlip gelebilsinler. Şairin dediği gibi; “Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez/Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.” Bu konuda hayat düsturumuz biz mü’minleri şöyle tanımlar ve uyarır:
“Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan nimetini anın. Birbirinize düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz.”[7]
“Doğrusu Allah, kendi uğrunda, kenetlenmiş bir duvar gibi, sıra sıra savaşanları sever.”[8]
“Allah’a ve Peygamber’ine itâat edin; birbirinize düşmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz/devletiniz gider, zaferi kaçırırsınız. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.”[9]
Demek ki Yüce Allah’ın yardım ve sevgisini kazanabilmek için, izzet ve devlete erebilmek için Allah’ın kopmaz ipi Kur’ân’a sımsıkı sarılmalı, ayrılığa düşmemeli, geleceğe dönük umudumuzu kaybetmeden sabır ve kararlılıkla yolumuza devam etmeliyiz.
İslâm tarihine bakıldığı zaman görülür ki, Müslümanlar, Bedir’de olduğu gibi, sırf Allah’ın kelimesini yücelterek Allah’ın rızâsına ermek için yola düştüklerinde hep gâlip gelmişler; Uhud’da olduğu gibi tefrikaya düştüklerinde, savaşın bir anında içlerinden bir kısmının dünyevîleşmesi sonucu mağlûbiyetlerle karşı karşıya kalmışlardır. Sekiz asırlık Endülüs medeniyetinin düşüşünde, düşmanın saldırılarından ziyâde Müslümanların dünyevîleşme ağına düşmeleri, makam mansıp ihtirasıyla parçalanıp birbirleriyle savaşmaları etkili olmuştur.
Malazgirt zaferini kazanan ordu, Allah yolunda şehâdet arzusuyla yola çıkan İslâm ordusudur. İstanbul fethini gerçekleştiren kutlu ordu da aynı gaye doğrultusunda birbiriyle kenetlenmiş ordudur. Onlar, “Kim var?” denildiğinde, sağına soluna bakmadan “Ben varım.” diyerek öne atılan şehâdet aşkıyla dopdolu cihad erleridir.
Bu orduların arka planında “Bugün ben siftahımı yaptım, komşum henüz yapmadı, alışverişinizi ondan yapın, onun da çoluk çocuğu var.” diyerek diğerkâmlık örnekleri sunan esnaf ruhu vardır. Dirâyetli kumandanların yanında, onları ilim ve irfanıyla yönlendiren ilim ve fen adamları vardır.
Umutla büyük düşünen ve büyük hedeflere yöneltip geleceğe hazırlayan üstatlar, savaş stratejisini bilerek gereken teknik hazırlığı yapan bilim adamları vardır. O ordunun muzafferiyeti için duâlarıyla destek çıkan duâ ordusu vardır. Fetih, Fâtih, Akşemseddin, Topları Döken Urban Usta, Ulubatlı Hasan ve halk desteğiyle gerçekleşen bir mozaiğin ürünüdür.
Unutmayalım ki gerçek ve kalıcı fetih, madde ve mânâsıyla bir bütün olarak gerçekleşecek olan fetihtir. Böyle bir fetih, kumandanı ve askeriyle, ilim ve fen ehliyle, duâ ordusu halkıyla bütünleşen bir ordudur. Evet, fâtihler var oldukça fetihler müyesser olacaktır. Fethe namzet adaylar oldukça fetihler gerçekleşecektir.
“İyi bilin ki Allah’ın yardımı şüphesiz yakındır.”[10] “Yardım-zafer Allah’tandır ve zafer yakındır. Mü’minlere müjdeler olsun!”[11]
“Amelleriniz âmirlerinizdir… Nasıl olursanız, öyle yönetilirsiniz.”[12] O hâlde talip olduğumuz fetihlere müstahak olmaya gayret emeliyiz. Biz hakedersek, fetih madalyalarını el-Fettâh olan Yüce Allah bizlere takacaktır.
[1] 57/Hadîd, 13.
[2] Buhârî, Ezân 74; Müslim, Salât 124.
[3] Müslim, Salât 122.
[4] Müslim, İman,147.
[5] 48/Fetih, 1.
[6] İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr.
[7] 3/Âl-i İmrân, 103.
[8] 61/Saf, 4.
[9] 8/Enfâl, 46.
[10] 2/Bakara, 214.
[11] 61/Saf, 13.
[12] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 146; II, 127.
Ali AKPINAR
YazarMüslümanlar, Allah’ın kelimesini yüceltmek (i’lâ-yı kelimetu’llah), İlâhî mesajı tüm insanlığa ulaştırmak için tarih boyunca hiçbir engeli/sınırı bahane etmeden dünyanın dört bir yanına koşturmuşlardı...
Yazar: Ali AKPINAR
Bir’den Geldik Bir Olmak İçin!Hay’dan Geldik Diri Olmak İçin!Yüce Yaratıcı biz insanları yaratıp dünyaya gönderdi. Biz, dünyaya sınav için geldik. Dünya, bizim geçici kalım yerimizdir. Orada, O’nun di...
Yazar: Ali AKPINAR
Yüce Yaratıcı’nın insanlığa son seslenişi Kur’ân, hayat rehberidir, hayat düsturudur, hayat kitabıdır. O sadece ibâdetlerde okunmak için gelmemiştir. Bunun yanında o, dünya hayatını dizayn ederek insa...
Yazar: Ali AKPINAR
Yüce Yaratıcı insanlığa “Âdemoğulları!” diye seslendiği gibi, size de “İsrâîloğulları!” diye seslenmişti. İnsanlığa “Âdemoğulları!” diye seslenirken, “Ey insanlık siz Âdem Peygamber’in evlâtlarısınız,...
Yazar: Ali AKPINAR