Tarihçi-Yazar İsmail Çolak ile Malazgirt Zaferi ve Sultan Alparslan Üzerine Röportaj
- İsterseniz öncelikle Selçukluların Malazgirt’e hazırlık sürecinden başlayalım. Anadolu’yu vatan yapan o süreç nasıl başladı ve Selçuklular Malazgirt önlerine nasıl geldiler?
Malumunuz, Anadolu kapılarının bizlere ve İslâm’a tamamen açılması, tabii ki 1071 Malazgirt Zaferi ile oldu. Ancak bu birden bire olmadı, yaklaşık 50-60 yıllık bir hazırlık, keşifler ve nihâyet akınlar süreci akabinde husûle geldi. Bilindiği üzere Selçuklular adına ilk seferi, Çağrı Bey üç bin askerle 1015-1021 yılları arasında gerçekleştirdi.
Altı yıl kadar Ahlat ve civarında hüküm süren ve keşif seferleri yapan Çağrı Bey, bu süre sonucunda Anadolu’nun ideal bir vatan olabilmesi açısından aranan bütün özellikleri taşıdığı neticesine vardı. Sultan Tuğrul’un da bu ideale destek vermesiyle Selçuklular, Türkistan’dan Anadolu önlerine âdetâ coşkun bir sel gibi akmaya ve Bizans küffârının kapısını dövmeye koyuldular. Bu noktada Anadolu, cihan hâkimiyeti ülküsünün ve i’lâ-yı kelimetullah dâvâsının en önemli ayağı ve hedefi mevkiine yükseldi.
1048’deki Pasinler Zaferi’nden beridir Bizans’a varlığını duyurup amansız akınlarıyla yıldıran Selçuklular, son ölümcül darbeyi indirmeye hazırlanıyorlardı. Sultan Alparslan’ın tahta çıkması ile Anadolu’nun fethi ve batıya ilerleyiş daha esaslı ve sistemli bir fütûhât politikasına dönüştü.
İlk olarak Tiflis, Ani, Kars gibi Anadolu’ya girişi kolaylaştıracak, kavşak ya da kilit noktadaki stratejik mevkiler ele geçirildi. Bu doğrultuda Bizanslıların ele geçirilemezliği ve sağlamlığı ile övündükleri Ani ve Doğu Anadolu’daki diğer stratejik yerlerin fethedilmesi, Selçuklu akınlarına direnç gösterebilecek büyük şehirler, müstahkem kaleler ve mevzilerin düşürülerek ilerde Malazgirt gibi büyük bir fethe ve Anadolu’yu yurt tutma ve İslâm beldesine dönüştürme siyasetine zemin hazırladı.
Can çekişmekte olan köhne Bizans’ı Anadolu’dan sürmek ve bu güzel diyarı İslâm’ın doğudaki sağlam kalesi durumuna getirmek için Sultan Alparslan ve emrindeki Selçuklu akıncıları ve alperenler işte böyle Malazgirt önlerine geldiler.
- Bizans’ın tavrı ve tepkisi ne oldu, savaşa yol açan sebepler nasıl zuhûr etti?
Gün geçtikçe büyüyen ve önü alınmaz bir kıvama gelen Selçuklu İslâm tehdidi karşısında Bizans İmparatoru Romanos Diogenes çareyi, Uz ve Peçenekler’in de dâhil olduğu sayısız milletin katılımıyla meydana gelen yaklaşık 200 bin kişilik, tarihinin en muazzam ordusunu teşekkül ettirmekte buldu.
Tamamı paralı askerlerden oluşan bu ordu, Bizans halkından zorla toplanan ağır vergilerle tesis edildi. Selçukluların Malazgirt’te Bizans’ın karşısına çıkarabileceği kuvvet ise ancak 50-60 bin olabildi. Diogenes, ordusunun kudretiyle öylesine mağrurdu ki, Selçukluları Anadolu’dan atmak bir tarafa, Türkistan ve İslâm âlemini de zapt edeceğini, camileri kiliseye çevirerek Hıristiyanlığı yücelteceğini zannediyordu.
Ordusuna güvenin verdiği gurur ve kibirle imparator, Sultan Alparslan’ın barış teklifini tereddüt etmeden reddetti; “Barış, ancak Rey’de yapılacaktır. Ben, İslâm ülkelerine, kendi ülkem gibi hâkim olmadıktan sonra aslâ geri dönmeyeceğim. Hemedan’ın çok soğuk olduğunu haber aldım, bu bakımdan biz, Isfahan’da kışlayacağız, hayvanlarımız ise Hemedan’da kışlayacaklar.” dedi. Alpraslan’ın elçisi İbnü’l-Mahleban ise şu muhteşem cevapla ona haddini bildirdi: “Hayvanlarınız Hemedan’da kışlayabilir, ama sizlerin nerede kışlayabileceğinizi bilemem!”
Diogenes, İstanbul’dan hareket etmeden önce, Ayasofya’da büyük bir dinî ayine katılarak buradaki meşhur Büyük Haç’ı ziyaret etti. İmparator, bu ziyaretle ilgili Malazgirt yenilgisinden sonra hayret ve şaşkınlık verici şöyle bir hatıra zikretmiştir: “Herhangi bir sefer dolayısıyla İstanbul’dan çıkan imparator törelerinden birisi de Ayasofya’ya gidip yakutlarla bezenmiş olan Altın Haç’tan yardım ve şefâat dilemekti. Ben de bu geleneğe uyarak Ayasofya’ya gidip Altın Haç’tan başarı için şefâat diledim.
Bu sırada haç, bulunduğu durumdan Müslümanların kıblesine doğru çevrildi. Buna son derece hayret edip şaşakaldım ve onu yeniden çevirip eski hâline getirdim. Ertesi günkü ziyaretimde haçın yine kıbleye döndüğünü gördüm. Bunun üzerine zincirlerle bağlanmasını emrettim. Fakat üçüncü günkü ziyaretimde haç, yine kıbleye yönelmişti. Hayretler içinde kalıp bunu, çıkacağım seferde yenilgiye uğrayacağıma yormuştum. Yine de durmadım, arzu ve ihtiraslarımın etkisiyle, İslâm ülkelerine yürüdüm ve işte bütün bunlar başıma geldi.”
Malazgirt Meydan Muhârebesi öncesinde Selçuklu öncü birliklerinin ânî bir baskın neticesinde Bizanslıları bozguna uğratması, korktukları yenilginin ilk işaretini vermişti aslında. Bu sırada Bizanslıların Büyük Haç ve İmparator Diogenes’in tahtı etrafında toplanıp İncil okumalarının hiçbir faydası olmamıştı. Selçuklu akıncılarının amansız taarruzları, getirdikleri tekbir nidâları ve yeri göğü inleten kös gümbürtüleri Bizans askerlerinin moralini çökertmeye yetmişti.
- Savaşa Selçuklular ve İslâm âleminin yaptığı maddî-mânevî hazırlıklar nasıl oldu, biraz da ondan söz eder misiniz?
Malazgirt Muhârebesi, Bizans’ın Anadolu’daki mevcûdiyetini belirlemesi açısından büyük öneme sahip olduğu gibi, esasen Türkler ve İslâm âleminin kaderini tayin etmesi bakımından çok daha hayâtî bir öneme sahipti. Türkler kadar Müslümanlar da büyük bir dikkatle bu kutlu savaşa ve neticesine kilitlendiler.
O yüzden Sultan Alparslan, imamı ve fakihi Buhârâlı Ebû Nasr Muhammed’in tavsiyesiyle savaşın gerçekleşeceği zamanı, mübârek Cuma günü olarak belirledi. Ebû Nasr Muhammed’in, Sultana söylediği sözler şöyleydi: “Sen, İslâm için savaşıyorsun. Bu sebeple İslâm ülkelerindeki camilerde bütün hatiplerin Müslüman halkla birlikte senin için duâ edecekleri Cuma günü, öğle namazı sırasında düşmana saldır. Ben, Yüce Allah’tan zaferi senin adına yazmasını beklerim.”
Halîfe Kaim Biemrillah da bir İslâm Halîfesi olarak üzerine düşeni îfâ etti. Hilâl ile Haç’ın bu müthiş mücâhedesinde kazanan tarafın Sultan Alparslan ve İslâm Ordusu olması, mücâhitlere zafer ihsanı için niyazda bulunulması maksadıyla bir hutbe hazırlattı ve Cuma namazında bütün İslâm ülkelerinde okunmasını istedi. Dilerseniz o müthiş hutbeyi paylaşayım sizlerle... Şöyle seslenmiş İslâm Halîfesi Müslümanlara:
“Allah’ım! İslâm sancağını yükselt ve İslâm’a yardım et! Şirki, başını ezmek ve kökünü kazımak suretiyle yok et! Sana itâat için, canlarını fedâ edip kanlarını sana tâbi olma hususunda akıtan, senin yolunun mücâhitlerini, onları kuvvetlendirerek yurtlarını, güvenlik ve zaferle dolduran yardımlarından mahrum kılma! Mü’minlerin emîrinin burhânı olan Şehinşâhü’l-a’zam’ın (Sultan Alparslan) senden dilediği yardımı esirgeme ki o, bu sayede hükmünü yürütür, şanını yayılır kılsın ve zamanın güçlükleri karşısında kolayca yerinde tutunabilsin.
Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmek için onu, lütufkâr ve her zaman etkili olan desteğinden mahrum kılma! Ordusunu meleklerinle destekle, niyet ve azmini hayır ve başarıyla sonuçlandır! Çünkü o, senin ulu rızân için rahatını terk etti. Malı ve canıyla buyruklarına uymak amacıyla, senin yoluna düştü.
Çünkü Sen, ‘Ey iman edenler, can yakıcı bir azaptan kurtaracak bir yolu size göstereyim mi? Allah’a ve O’nun Peygamber’ine inanıyorsanız, onun yolunda can ve malınızla savaşırsınız.’ buyuruyorsun. Böylece onun, düşmana karşı giriştiği bu kutsal hareket, zaferden ışık alsın ve şirk zümresinin, hak yollarını göremeyip sapıklıkta gözleri yumulsun... Ey Müslümanlar, Alparslan’ın şerefli olarak düşmanlarını yok etmesi, sancağını yükseltip zaferlerin en son derecesine ve amacına erişmesi husûsunda, Allah’a duâ ve niyazda bulununuz!”
- Peki Sultan Alparslan ve Selçuklu İslâm Ordusu bu tarihî ve kutsal zaferi nasıl kazandılar? Bunun altında yatan dinamikler ya da başka bir deyişle Alparslan’ın zafer sırları nelerdir?
Malazgirt sadece Bizans ile Selçukluların değil, iki büyük inancın ve medeniyetin karşılaşması, kapışması ve hesaplaşması idi. İslâm’ın, Selçuklu Türkleri eli ve aracılığıyla Anadolu üzerinden Batı Hıristiyanlık âlemine karşı ilerleyişine kapı açacaktı. Komutanından neferine Sultan Alparslan ve Kutlu Ordusu, Malazgirt’in bu kritik ve kutsal misyonunun bihakkın farkındaydılar. Dolayısıyla zemzemle yıkanmış beyaz bir elbiseye ve aslında “Ölürsem kefenim olsun!” dediği kefene bürünen Sultan Alparslan, gaza edip Bizans küffârını devirmek için muazzam bir iman, azîm ve dinamizm ile bilenmiş ve donanmıştı.
26 Ağustos Cuma sabahı orduya savaş düzeni aldırdıktan sonra ellerini semâya kaldırarak şu samîmî yakarışta bulundu: “Ey Allah’ım! Sana tevekkül ettim ve bu cihatta sana yaklaştım. Şu an senin huzurunda secdeye kapanıyor ve yalvarıyorum. Bu sözlerim, benim gerçek duygularımı yansıtmıyorsa beni, beraberimdeki yardımcılarımı kahret! Eğer samîmîliğimi kabul edersen, bu cihatta düşmanlarıma karşı bana yardımcı ol ve beni muzaffer bir sultan kıl!”
Asıl büyük hitâbetini ise, ordusuyla beraber Cuma namazını kılarken îrâd etti. Hepinizin bildiği o tarihî hitâbede dile getirdiği sözler cengâver gâzilerinin âdetâ yürek ve mâneviyatlarını takviye ederek şâha kaldırdı. Konuşmasında geçen bilhassa şu muazzam sözler beni, emînim ki sizleri de her zaman çok etkilemiştir:
“Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana kadar biz azınlıkta, düşman çoğunlukta olarak böyle bekleyeceğiz? Ben, Müslümanların camilerde bizlere duâ etmekte oldukları bu saatlerde, düşmanın üzerine atılmak istiyorum. Gâlip gelirsek arzu ettiğimiz netice gerçekleşecektir. Aksi takdirde şehit olarak cennete gideriz.
Beni takip etmek isteyenler gelsinler, istemeyenler ise serbesttir ve geri dönebilirler. Bugün burada, ne emreden bir sultan ne de emir alan asker vardır. Burada Allah'tan başka sultan yoktur. Emir ve kader onun elindedir. Bugün, ben de sizlerden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım. Ben nefsimi Allah'a adadım. Benim için şehâdet de muzaffer olmak da bir saâdettir. Zaferi kazanırsak istikbâl bizimdir.”
Nihâyetinde Bizanslılar, Selçukluların meşhur Turan taktiğini tatbik etmesi ve Uz-Peçenek Türklerinin Selçuklu safına geçmesiyle ummadıkları bir hezimete uğradılar. Kendileriyle birlikte, temsil ettikleri Haçlı âlemine de tarihlerindeki en ağır yenilgilerden birini tattırdılar. İşte bu azim, irâde, inanç, kararlılık ve mücâdele ile bu Malazgirt Zaferi kazanıldı. Tarih ve talihimizi taçlandıran mukaddes zaferlerden biri oldu.
- Son olarak Malazgirt’in tarihte ve tarihimizde meydana getirdiği derin ve şümullü neticeleri ve bugüne uzanan tesirlerine dair neler dersiniz?
Malazgirt Zaferi, yalnızca bizim değil, İslâm ve Batı tarihinin de akışını etkilemesi bakımından çok mühim bir dönüm noktasıdır. Başka bir deyişle, insanlık tarihinde geniş bir coğrafyanın gidişatını belirleyen nâdir savaşlardandır. Her şeyden önemlisi de üzerinde yaşadığımız cennet vatanı bize armağan edip yeni vatan kılan emsalsiz bir zaferdir.
Anadolu’nun kapıları Türklere ardına kadar bu zaferle açıldı, Bizans’ın mukâvemeti tamamen kırılıp engel olmaktan çıkarıldı. Kısa sürede Akıncılar, Adalar Denizi ve Marmara kıyılarına kadar olan yerlere kolayca ilerleyip fethettiler. Anadolu’nun kapısı ve kilidi yine bu zaferle alındı.
Anadolu’daki varlığımız sağlam temellere dayandırılıp perçinlendi. Horasan Erenleri ve Gazi Dervişler, tebliğ ve irşatları neticesinde Anadolu’ya İslâm mührünü vurdular. İslâm’ın diriltici ruhu ile dört bir köşesini yeşertip burayı İslâm’ın Hıristiyan Batı’ya uzanan ve yüzyıllar boyunca da yıkılmayacak olan sağlam bir ileri karakolu mevkiine eriştirdiler. Yine bu zafer Türklerin, İslâm’ın ve İslâm âleminin bayraktarlığı ve koruyuculuğu dâvâsını kuvvetlendirdi.
Öte yandan İslâm âlemine yönelik büyük bir tehlikeyi bertaraf etmesinden ötürü bu zafer, Müslümanlar üzerinde de derin bir yankı uyandırdı, büyük bir sevinçle karşılandı. Abbâsî Halîfesi, Alparslan’ın gönderdiği fetihnâmeyi devlet erkânı ve halk önünde coşkun bir törenle okuttu.
Sultan Alparslan’a, değerli hediyelerle birlikte özel bir mektup yazarak onu şu unvanlarla tebrik ve senâ etti: “Allah’ın yardımına mazhar, gâlip ve muzaffer evlat, en büyük sultan, Arap ve Acem hükümdarı, dünya hükümdarlarının efendisi, Müslümanların sığınağı, devletin kahredici bileği, dinin parlak tâcı ve İslâm ülkelerinin sultanı...”
İslâm tarihçilerinin ekseriyeti bu zaferi, Hz. Ömer devrinde Bizans’a karşı kazanılan ve İslâm hâkimiyetinin Asya ve Akdeniz’de kesin olarak yerleşmesini sağlayan Kâdisiye ve Yermuk Zaferlerine benzettiler.
Zafer, Batı âleminde derin bir şok ve hayal kırıklığı meydana getirdi. Selçuklu Türkleri vasıtasıyla esasen Müslümanların ve İslâm’ın kazandığı bu kutsal zafer, en az Bizans kadar Batı dünyasını da endişeye düşürdü. Zuhûr eden bu İslâm ve Türk korkusu, Anadolu’nun İslâm beldesine dönüşmesinin hâsıl ettiği hazımsızlık Avrupalıların, Anadolu ve Ön Asya’daki İslâm hâkimiyetine son vermek ve Bizans’ı kurtarmak için asırlar boyunca sürecek olan Haçlı Seferlerine girişmelerine yol açtı.
Meseleye, sonun başlangıcında olan Bizans cephesinden baktığımızda, Anadolu’daki varlık ve otoritesini mühim ölçüde kaybettiğini, Konstantinapol ve çevresine hapsolduğunu görüyoruz. Bundan sonra tarihin akışı Anadolu ve ötesinde Bizanslıların aleyhine, Türklerin lehine değişmiştir. Bu yüzdendir ki Malazgirt, Bizans için sadece kaybedilmiş bir savaş değil, aynı zamanda tarihini tersine çeviren bir kader savaşıdır.
Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin temellerinin atılması, İstanbul’un fethine zemin hazırlanması ve elbette ki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması noktasında da Malazgirt’in büyük ve şümullü bir rolü vardır. Bugün, bin yıldır yaşadığımız türlü tarihî serüvenlere ve engellere rağmen hâlâ bu vatanda hayat sürüyor isek, bunu her şeyden önce Malazgirt Zaferi’ne borçluyuz.
Netice itibariyle, üzerinde hür ve müstakil olarak yaşadığımız, insanlığa yön veren devlet ve medeniyetler kurduğumuz mübârek vatanımızı bize hediye etmeleri ve bu coğrafyaya İslâm damgasını inşallah ebediyen vurmalarından dolayı Sultan Alparslan’a, Gazi Alperenlere ve hâsılı Hoca Ahmet Yesevî’nin müritlerine ne kadar minnet ve şükran duysak yine de az gelir.
Son sözlerim şunlar olsun inşallah: Sıkça söylediğim ve vurguladığım üzere bu borcun en iyi ödenme biçimi bana göre emânet edilen mirasa sahip çıkıp lâyık olmaya çalışmak ve gelecek kuşaklara alnımızın akıyla devretmektir. Vatanımıza göz koyan azılı düşmanlarımızın çokluğu ve yüklendiğimiz vazifenin ağırlığı mevzuunda en sâdık şâhidimiz, geride bıraktığımız zengin tarih sayfalarıdır.
Bu vesileyle Sultan Alparslan ve kutsal savaşçılarını rahmet ve minnetle yâd ediyorum. Allah onlardan ebeden razı olsun, bizleri de hayırlı halef eylesin. Tabii sizler ve bu mülâkat vasıtasıyla Somuncu Baba dergisi okurlarına kalbî selâm, hürmet ve muhabbetlerimi sunmayı da bir borç ve vazife telakkî ederim. Vefâlı okurlarımızın bizleri de halis duâlarında unutmamalarını diliyorum.
Tarihçi-Yazar İsmail Çolak 1971 yılında Kayseri’nin Develi ilçesinde dünyaya geldi. İlköğrenimini Develi Atatürk İlkokulunda, ortaöğrenimini Kırşehir Çiçekdağı Lisesi’nde parasız yatılı olarak tamamladı. 1992’de Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu.
Yazı hayatı 1991’de başladı. Birçok dergi ve gazetede yüzlerce makalesi ve araştırması yayımlandı. 2007 yılından beridir düzenli şekilde tarih yazıları kaleme aldığı dergilerden biri de Somuncu Baba dergisidir. 2000 yılından itibaren kitap çalışmalarına ağırlık veren yazar, Osmanlı tarihi, kültür ve medeniyeti, yakın tarih ve eğitim tarihî alanlarında eserler yazdı.
Bugüne değin 40 civarında kitabı basıldı. Bazı kitapları, Türkiye’de kendi alanında ilk telif eserler olmaları bakımından daha fazla dikkat çekti. Hâlihazırda 1994’de başladığı öğretmenlik vazifesini sürdüren yazar, evli ve iki çocuk babasıdır. Yayınlanmış eserlerinden bazılarının isimleri şöyledir:
Osmanlı’nın Güzel İnsanları,
Beyaz Kerbela Sarıkamış,
Dünya Osmanlı’ya Hasret,
Gençler İçin Osmanlı Tarihi,
Okuldan Çanakkale’ye,
Son İmparator: Abdülhamid Han’ın Gizemli Dünyası,
Bitmeyen Hesaplaşma: Hilal İle Haçın Dünü Bugünü,
Osmanlı’nın Gizli Tarihi,
Cumhuriyetin Gizli Tarihi (2 Kitap),
Son Osmanlı Vahdeddin,
Millî Mücadele’de Kalemli Ordu,
Kürt Meselesinin Açılımı,
Yunan İşgalinin Gizli Patronu Zaharoff,
Modern Zamanlarda Osmanlıyı Aramak,
Kıtalara Sığmayan Osmanlı (6 Kitap),
Hikâyelerle Osmanlı Macerası (5 Kitap).
Şerif Hamideddin TEKTAŞ
YazarEdebiyatımızda; asırlar öncesinden sesini günümüze ulaştırabilen şairlerin başında yer alan, tezkirelerde “Mevlânâ” sıfatıyla anılan Fuzûlî, zamanının gerektirdiği din ve fen ilimlerinin hepsinde âli...
Yazar: Mahmut KAPLAN
İstanbul’un Fethi dünyanın en büyük hadiselerinden birisi. Fatih Sultan Mehmed bu fetihle hem Hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olmuş hem de Osmanlı’nın cihanşümul olmasına öncülük etmiştir. Ve Fa...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Hocam, İslâm tefekkürüne göre, ilim ve bilim arasında bir farklılık var mıdır?İyi ki böyle bir soru sordunuz. Çoğu insan ilim ve bilim kavramlarını aynı şey zannediyor ve birbirine karıştırıyor....
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Müslüman hayat serüvenini boşa geçirmemelidir. Her geçen gün daha güçlü donanıma ermek, her geçen gününü özverili bir şekilde değerlendirmek durumundadır. Hayatı anlamlandırmanın ve en güçlü yaşam kal...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE