Muhabbet Bağının Gülü Açılınca
Tasavvufî konular incelenirken üzerinde durulan en önemli konulardan biri de muhabbettir. Mâneviyat yolunun ârifleri sevginin en ileri derecesi olan aşk kelimesinin karşılığı olarak muhabbet kavramını tercih etmişlerdir. Sûfiler yaratılmış her şeyin, kâinâtın ve insanın muhabbetin eseri olarak yaratıldığını beyan ederler.
Tasavvufta ilâhî aşk anlamında kullanılan muhabbet, Allah’ın kulunu, kulun Allah’ı sevmesi olarak tanımlanır. Allah’ın kulunu sevmesi kulunun onu sevmesinden öncedir. Muhabbet, insanın yaratılışındaki güzellik ve varlığın esasını oluşturur. Allah sevgisi insanda yaratılıştan itibaren vardır. Bu anlayışın idrâkinde olan sâlikler, maddeden mânâya, cisimden ruha yönelirler. Fânîliğin bâkî alana doğru evrilmesiyle ilâhî aşk (muhabbetullâh) başlar.[1]
Muhabbet kavramının İbn Arabî'nin düşüncesinde önemli rol oynamasının özel bir sebebi vardır. Bunun önemi, İbn Arabî'nin felsefesinin temeli ve özü sayılabilecek olan, şu kudsî hadisden ileri gelmektedir: “Ben bir gizli hazine idim. Bilinmeyi istedim (ahbabtu=sevdim/istedim). Mahlûkatı yaratıp kendimi onlara bildirdim. Onlar da beni bildiler.” Bu kudsî hadisin de açık bir şekilde bize bildirmekte olduğu gibi sevgi, Hakk'ı âlemin yaratılmasına tahrik etmiş ilkedir. Bu anlamda da bu “yaratılışın sırrı” ya da “yaratılışın sebebi”dir.[2]
İsmail Hakkı Bursevî, Hakk’ın “kenz-i mahfî” iken esmâ ve sıfatlarıyla tezâhürünün, mutasavvıflar indinde çok önem verilen “ilâhî aşk”a muhabbete dayandığını söyler. Ayrıca “Halkı onların faydası için yarattım, kendi faydam için değil.” kudsî hadisi ve bu kudsî hadisle aynı mânâyı ifade eden, “Ben insanları ve cinleri yalnız bana kulluk etsinler diye yarattım.”[3] âyet-i kerîmesi ışığında halkın/yaratılışın insanlara rahmet olduğunu söyleyebiliriz. Yine Bursevî, âlemin ve insanın yaratılış amacının muhabbet olduğunu beyan eder.
Tasavvufî anlayışta aşk denilince; mecâzî ve hakîkî olmak üzere iki ayrı şekilde tasnif edilir. Mecâzî aşk, insanın insanı veya diğer yaratılanları sevmesidir. Hakîkî aşk ise, Allah’ın kulu veya kulun Allah’ı sevmesi anlamına gelir. Aşk, her iki durumda da insanı Allah’a götüren bir vasıtadır. Âşık Allah’ın cemâl ve celâline vurgundur. Yûsuf-ı Hakîkî, “Gönül aşk ile kaplandıysa Allah yolunda gitmekte karar kıl ve Allah’ı inkâr etmeyi bırak.” şeklinde öğüt verir.
Mecâzî ve hakîkî olmak üzere ikiye ayrılan aşk, “Mecaz hakîkatin köprüsüdür.” ifadesine göre her iki durumda da insanı Mevlâ’ya götüren bir yoldur. Allah’ı bilmek, O’nu gerektiği gibi tanımak, ancak aşk ile meydana gelir. Allah’ı gerçekten seven kişi, yarattığı her şeyi de Allah’ın yaratmış olması sebebiyle sever. Bu aşk güzele değil, güzelliğedir.
Bazen âşık aşkta fânî olur, o zaman aşk hâline gelir. Sonra aşk mâşûkta fânî olur. Muhabbetin sonu aşkın başlangıcıdır. Muhabbet kalp için, aşk ise ruh içindir. Aşk aynı zamanda vahdet-i vücûd anlayışının da temel unsurlarından biridir. Mutasavvıflar baştan beri akılla Allah’a varılamayacağını, O’na ermenin ancak sevgiyle olacağını savunmuşlardır.
Mîrâc’da söz konusu edilen Cebrâil, aklı; Refref ise aşkı temsil eder. Hz. Peygamber (s.a.v.)’i bir noktaya kadar götüren Cebrâil, daha ileri götürmesi için O’nu Refref’e teslim etmiştir. Bunun için Allah’a giden yolda akıl belli bir yerde durmak zorundadır. Bu noktadan itibaren insanı Allah’a götüren aşktır.
Bütün Müslüman milletlerin edebiyatlarında olduğu gibi Türk edebiyatında da aşk çok önemli bir yere sahiptir. Dîvân ve tasavvuf edebiyatlarında mutlak hakîkat olan Allah’a varmanın (vuslat) aşk ve akıl olmak üzere iki yolu bulunmaktadır. Âşık aşkı, zâhid ise aklı temsil etmektedir. Kişiyi en çetin olmakla birlikte en kestirme yoldan maksûduna ulaştıran aşk yoludur. Akıl gönlü aşktan ayırmak ister, gönül ise aşka koşar ve aşkı her şeye tercih eder.[4]
Muhabbet, gönülleri gül bahçesine çevirir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri bir beytinde şöyle buyurur:
Açıldı yine ol gül-i gül-zâr-ı muhabbet
Saçıldı yine lü’lü-i şehvâr-ı muhabbet[5]
(Yine muhabbet gül bahçesinin gülü açıldı (ve) muhabbetin büyük incileri saçıldı.)
Gül, tasavvufta “gönülde meydana gelen bilgi” anlamına gelmektedir. Hulûsi Efendi (k.s.), muhabbet kavramını güllerden oluşan bir gönül bahçesinde açılmış muhabbet güzellikleri olarak tanımlamaktadır. Tasavvufta gülün açılmamış hâli olan gonca vahdet/birlik’i temsil etmektedir.
Gül, na’tlarda Hz. Muhammed (s.a.v.)’in simgesi olarak kullanılmıştır Hz. Muhammed (s.a.v.) güzelliğiyle, kokusuyla, güzel ahlâkıyla gül bahçesinin en güzel gülü olarak tasavvur edilir. Gül, tasavvufta bilginin gönülde meydana gelen meyvesi olarak telakkî edilir.
Muhabbet ehli olanlar dâimâ Hz. Muhammed (s.a.v.)’in medfûn olduğu kabrine yüz sürmek ve orada bulunmak arzusunda olurlar. Bu şekilde gül olarak tasavvur edilen muhabbeti gönül dünyalarında hissetmek isterler. Tasavvufta bağ, bahçe neşeli rûhânî âlem anlamına gelmektedir.
Muhabbet bağının merkezi gönüldür. İlâhî güzellikleri görmek ve oradan rızıklanmak isteyenler, muhabbet bahçesine girmelidir. Muhabbet bahçesinin rûhânî âlemine giren âşıkların duâları, istekleri Hak tarafından kabul görür. Tasavvufta bahçıvan, mürşid-i kâmili simgeler. Muhabbet ehli sâlikler mürşid-i kâmilin terbiyesinde belirli merhalelerden geçtikten sonra duâların kabul edildiği seher vaktinde Hz. Muhammed (s.a.v.)’den şefâat umarlar.[6]
Beyitin ikinci mısraında incilerin en önemlisi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in saçtığı güzelliklerden bahsediliyor.
Hz. Muhammed (s.a.v.), klasik şiirde merhametinin bolluğu, tebliğ ettiği dinin evrenselliği, yaratılanların en üstünü oluşu ve İslâm’ın, önceki dinleri nesh etmesi konularında deniz ve suyla ilişkilendirilir. Dünyanın yegâne incisi anlamına gelen “dürr-i yektâ”, “dürr-i yekdâne” ve sedefteki tek inci anlamına gelen “dürr-i yetîm” terkipleri, istiâre ve teşbih yoluyla Hz. Muhammed (s.a.v.)’i karşılayacak şekilde kullanılır. Bu yaklaşımın temelinde, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e atfedilen mânevî değer ve O’nun merhamet ve şefâatine mazhar olma düşüncesi vardır.[7]
Hz. Muhammed (s.a.v.), insan nev’inin efendisi, seçkin inci denizi ve rahmet denizinden şefâat incilerini çıkaran dalgıç olarak tasavvur edilir. Fuzûlî’nin bu tasavvurlarının temelinde, ilâhî rahmetin sınırsızlığı, kuşatıcılığı ve inananların bu rahmetten faydalanmaları konusunda Hz. Muhammed (s.a.v.)’e tanınan muazzam yetkinin olduğu düşünülür.
Solmayan Bir Gül
Hz. Peygamber (s.a.v.)’le alakalı edebiyatın teşekkülünde ona olan sonsuz ve samîmî bir muhabbet ve aşkın tesiri oldukça rol oynamıştır. O, habîbullah sırrının mazharı olarak aynı zamanda habîb-i ibâd/kulların sevgilisi olmuştur. Dolayısıyla bazı âşıkâne şiirlerde güzellik ülkesinin padişahı, yani sevgiliden maksat hadd-i zâtında Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir.
Zira o aslâ solmayan bir gül, emsali bulunmayan ebedî bir sevgilidir. Hiçbir sevgili onunla mukâyese edilemez. Her ne kadar na’t tabiri diğer peygamberler, hülafa-i râşidîn, sahâbe-i güzîn, Mevlânâ ve benzerleri için kullanılmışsa da daha çok Hz. Peygamber (s.a.v.) medhinde ve vasfında yazılan ve ona olan tarifsiz sevgiyi dile getiren şiirlere denmiştir.
Bâyezîd-i Bistâmî’ye göre hakîkî muhabbet makamı hürriyet makamıdır. Yılanın derisinden sıyrılması gibi kul da ilâhî muhabbet ile vahdete erer. Bu makama eren kimseye “muhip”, “hür” denir. Bu kimse Rahmânî sıfatlarla sıfatlanır ve aşkta “murâd” olunan olur.
Bu raddede, bu kimse zâhiren kulluk kisvesiyle görünür olsa da o kendi nefsini olduğu hal üzere görmektedir. Bu hâl, Yûsuf Peygamber’i gördüklerinde kendilerini kaybedip, farkında olmadan ellerini kesen kadınların haline benzemektedir.
Bu sözde şu mânâya da işaret olabilir: “Senden başka herkes kulluğun süneni üzereler iken, sen kendi nefsinle bir mahbûbsun.” Yahut Bâyezîd-i Bistâmî’ye bir tahsis söz konusu olabilir ki, bu durumda da, “Onlar, hepsi kullarımdır, sen ise benim âşığımsın!” demek olur. Bu noktada, Bâyezîd-i Bistâmî’nin muhabbete dair, “Ârifin en mükemmel derecesi, muhabbete yanmasıdır.” ifadesi, bu mânâya işaret etmektedir.[8] Hulûsi Efendi (k.s.)’de aşkın yakarak olgunlaştırdığı remzine şöyle işaret buyurmaktadır:
Yandırdı ârı varı aşk
Koymadı özge varı aşk
Ey gamzesi hûn-hâr-ı aşk
Bir bak nedir bu kâr-ı aşk
(Aşk, utanmayı ve varlığı yandırdı, yabancı bir varlık bırakmadı. Ey gamzesi aşkın kan dökücüsü, bir bak nedir bu aşkın işi, kazancı.)
[1] İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, 1989, s. 51.
[2] Toshihiko Izutsu, İbni A’rabî’nin Fusus’undaki Anahtar-Kavramlar, s.110.
[3] 51/Zâriyât, 56
[4] Mustafa Uzun, “Aşk” (Edebiyat, Kültür ve Sanat), DİA., İstanbul 1991, IV, 19.
[5] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006. s.27.
[6] Hasan Ekici, “Hasan Hilmî Divanı’nda Muhabbet Kavramı”, Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 9, Cilt: 9, Sayı: 17, Bahar 2019, s.367.
[7] Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, 155.
[8] Ferîdüddîn-i Attar. Evliya Tezkireleri, Çeviren Süleyman Uludağ. 8. baskı. İstanbul: Semerkand Yayınları, 2018, s.257.
Musa TEKTAŞ
YazarTürk şiirinde fetih ruhu; yeni ülkeler alma, bütün dünyaya hâkim olma, fatihlik ideali merhum Osman Turan’ın ifadesiyle “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” tâ başlangıçtan itibaren hâkim temayüllerden b...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
Hainler vatanın kıymetin bilmez Oysaki kan verdik biz bu toprağa İnandık amenna şehitler ölmez Cephede can verdik biz bu toprağa Yürürken seferde nebi izindeTereddüt görünmez erin gözünde Namımı...
Şair: Hulusi TATAR
İslâm tasavvufunda asıl amaç, Allah’a ulaşmaktır. Bu hedefe varabilmek için dünyevî bağlardan, aşırı mal sevgisinden ve en nihâyetinde kendi varlığından geçmek gerekmektedir. Bu süreci gerçekleştirebi...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Tasavvufî anlayışa göre hevâ ve heves nefstedir. Bazı sûfîler, nefs kavramıyla insanın kötü sıfatlarını ve isteklerini kasdederler. Nefs, tabiatında ebediyet arzusu, cimrilik, acelecilik, hırs, nankör...
Yazar: Musa TEKTAŞ