İrfan Seyyahı Olarak Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Anadolu
Bir nevi irfan seyyahı olarak nitelendirebileceğimiz İbnü’l-Arabî’nin Anadolu seyahatini de ilim ve irfan seyahati olarak nitelendirmek mümkündür. Çünkü ömrünü, çeşitli hocalardan ders alıp sürekli olarak yaptığı coğrafî yolculuğunun yanı sıra ilmî ve zihnî yolculuklarda geçirerek olgunlaşan Arabî’nin Anadolu’ya gelişi kırk yaşına rastlamaktadır.
Bu yaş gerçekten de bir insanın en verimli ve olgun bir çağı olarak kabul edilebilir. Anadolu yolculuğu başlamadan önce en son gittiği Mekke’de iki buçuk yıl kadar kaldıktan sonra hac kafilesiyle Bağdat’a gelen Arabî, orada on iki gün kadar kaldıktan sonra yaklaşık bir sene kadar ikamet edeceği Musul’a geçmiştir.
Anadolu’ya gelmesinden hemen önce yaşadığı Musul hayatı; onu daha da olgunlaştırmış, ilminde daha da ilerlemesine vesile olan çok verimli bir dönem olmuştur. Zira onun, Musul’da üstadı olarak gördüğü “Ahmed el-Mukrî’nin yanı sıra Ebü’l-Hasan Ali b. Ebü’l-Feth ve Ali b. Abdullah b. Camî gibi âlimlerle sohbetlerde” bulunduğu ayrıca “Musul’un dışında, Muklâ denilen yerdeki bir bahçede yaşayan bu sonuncu zatın kendisine Hızır tarafından giydirilen hırkasını Arabî’ye giydirdiği” ve “ibadetlerin sırlarına dair et-Tenezzülâtü’l-Mevşiliyye” adlı eserinin Musul’da kaleme alındığı bilinmektedir.
Dolayısıyla Anadolu’ya gelmeden önceki Musul hayatı, büyük İslâm düşünürünün Anadolu’daki yoğun bir irfan hareketine başlaması için dinlenme faslı olduğu gibi yeni bir mertebeye ulaşmasını sağlayan âdeta bir hazırlık aşaması olarak da çok verimli geçmiştir.
Böylece Musul’dan hareket eden Arabî, sırasıyla Diyarbakır ve Mardin’den geçerek İç Anadolu bölgesine kadar gitmiş, sonra da Urfa, Erzincan, Sivas ve Malatya şehirlerinde de belirli sürelerde ikamet ettikten sonra Konya’ya gelmiştir. Konya’ya geldikten sonraki sene, yıl boyunca Mekke’de bulunduğundan söz edilir, takip eden üç yıl nerede olduğu kesin belli olmasa da kırk yedi yaşında “H. 608/M. 1211-1212 yılında Bağdat’a (Irak’a) geldiği” ve hemen ertesi yıl H. 609/M. 1212-1213 yıllarında ise Anadolu’ya geçerek Malatya’da durakladığı bilinmektedir.
Arabî’nin, her ne kadar, Anadolu’daki gerek maddî gerekse manevî açıdan refah, huzur ve itibara kavuştuğu bilinse de ne sebepten Malatya’dan Şam’a taşınıp hayatının sonuna kadar Şam’da kaldığı konusunda kesin bir bilginin olmadığı bilinmektedir.
Aslında çeşitli kaynaklardan Arabî’nin Anadolu coğrafyasına gelmesinin başka bir sebebinin olduğunu öğreniyoruz. Kaynaklarda büyük düşünürün, Türkler tarafından koca bir cihan devletinin kurulacağını önceden görmesi üzerine, Hz. Hızır’ın manevî işareti ile Anadolu’ya geldiği rivayet edilmektedir.
Bundan dolayı da İbnü’l-Arabî’nin Osmanlı Devleti ricalince ve aynı zamanda ilim-irfan sahibi kimseler tarafından da her zaman saygıyla anıldığı, eserlerinin “bizzat padişahın emriyle tercüme ettirildiği hatta aleyhinde söz söyleyenlerin şeyhülislâm fetvasıyla ikazlara uğradıkları görülür. Dolayısıyla Osmanlı çınarının tohumlarında İbnü’l-Arabî’nin ve görüşlerinin izleri, vardır.”
İbnü’l-Arabî’nin basit bir öngörü sahibi olmadığını; Selçuklulardan sonra dünyaya hüküm edecek olan Osmanlı Devleti’nin sadece doğuşunu değil, çöküşünü de görüp önceden (belki de önlem alınması gerektiğini) haber verdiği rivayeti tasdikler niteliktedir.
Keza, bu bağlamda, “ilm-i cifre dair eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye adlı eser izafe edilerek bu devletle mistik bir irtibatın sağlanmış” olması ayrıca “devletin manevî kurucusu Şeyh Edebalî’nin Dımaşk’ta öğrenim görürken İbnü’l-Arabî’nin sohbetlerine katılarak müridi olduğu rivayeti” de dikkate şayandır. “Bunun yanında Füsûsü’l-Hikem şarihi Davud-i Kayserî’nin devletin ilk resmî baş müderrisi ve onun talebesi Molla Fenarî’nin ilk şeyhülislâm olması da bu mektep ile Osmanlı Devleti arasındaki irtibatın ilginç delilleridir.”
Bir kaynakta İbnü’l-Arabî’nin Anadolu’ya gelişi söyle anlatılmaktadır:
Doğduğu topraklar olan Endülüs’den Doğuya doğru seyahatinde İbnü’l-Arabî öyle bölgelerden geçti ki, yemeğine zehir katılmak suretiyle öldürülmeye bile çalışıldı. Mekke’de Kâbe’nin karşısında murakabede Hacerü’l-Esved’e yönelik iken almış olduğu “Kalk ve Anadolu’ya git!” emr-i ilahîsi üzerine Anadolu’ya yolculuğu başladı.
Buna biz sevk-i ilâhî diyoruz. Yani Anadolu’ya gelişi kendi iradesi ile olmamıştır. Selçuklu sultanlarının bazılarının yetişmesinde çok büyük emeği geçer. I. Gıyasettin Keyhüsrev, oğulları I. İzzeddin Keykavus ve Alâeddin Keykubad ile doğrudan irtibatı olmuştur.
Şöyle ki, Malatya’da iken hocalığını yaptığı şehzade Konya’da tahta geçince hocasını daha Konya girişinde karşılamış ve atından inmek suretiyle “Gerçek sultan sizsiniz Efendim.” diyerek İbnü’l-Arabî’ye olan bağlılığını tekrarlamıştır. İbnü’l-Arabî, bu bölgede çokça itibar görmüş bir şahsiyettir.
Miguel Asin Palacios, onun 612’de (1215) Konya’ya gelmesinin tek sebebinin sultanı Hristiyanlara karşı kışkırtmak olduğunu ileri sürer. İbnü’l-Arabî, Halep ve Sivas’a yaptığı seyahatlerden sonra 615/1218’te Malatya’ya yerleşti. Dostu Mecdüddin İshak vefat edince vasiyeti üzerine dul kalan hanımıyla evlendi.
Oğlu Sadeddin Muhammed büyük ihtimalle burada dünyaya geldi. İbnü’l-Arabî, Sivas’ta iken de Keykavus’un Antakya’da Franklar’a karşı cihat ilan edeceğini ve şehri kuşatıp muzaffer olacağını rüyasında görmüş ve bunu bir şiirle sultana Malatya’dan bildirmiştir.
Bu bilgilerden Arabî’nin dostları kadar düşmanlarının da olduğunu, ama her şeye rağmen hakikat arayışıyla irfan yolculuğuna devam ettiğinden ötürü gerek kendi zamanının gerekse daha sonraki dönemlerin sultanları ile padişahları tarafından sevildiği, dolayısıyla da Anadolu’da bulunduğu yıllarda Selçuklu sultanlarıyla doğrudan görüşmeler yaptığını anlıyoruz.
Bu konuda Açıkgöz, “I. Gıyasettin Keyhüsrev ve oğullarının, I. İzzeddin Keykavus ve Alâeddin Keykubat’ın, İbnü’l-Arabî’nin doğrudan görüştüğü Selçuklu sultanlarından birkaçı olduğunu belirtmekle birlikte birçok kaynakta Osmanlı padişahlarının ona çok değer verdiklerinin zikredildiğinden” bahseder.
Osmanlı sultanlarının ona verdiği değerin çok önemli göstergesi olarak -aradan yüzyıllar geçmesine rağmen- Yavuz Sultan Selim tarafından İbnü’l-Arabî’nin kabrinin yeri tespit ettirilerek üzerine türbe ayrıca yanına cami ve tekke yaptırılması, sözü edilen türbenin II. Abdülhamid tarafından tamir ettirilmesi, Füsûhü’l-Hikem adlı eserinin III. Murat tarafından tercüme ettirilmesi gibi olguları örnek gösterebiliriz.
Onun kabrinin ortaya çıkması “İzâ dehâles siynu fiş şıynî yazharu kabri Muhyiddinî/Sin Şın’a girerse ben Muhyiddin’in kabri meydana çıkar.” sözünün tecellisiyle belirlenmiştir.
Kaynaklardan edinilen bilgiler ışığında bu büyük düşünür için sultanların yaptıklarını değerlendirecek olursak; aslında onların bu eylemleri yaparak sadece şahsî minnettarlıklarını bildirip sevgi-saygı gösterisinde bulunmakla sınırlı kalmayıp necip Türk milletinin Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye karşı şükran borcunu ödemiş olduklarını da rahatlıkla söyleyebiliriz.
Oğuzhan AYDIN
YazarTasavvufî konular incelenirken üzerinde durulan en önemli konulardan biri de muhabbettir. Mâneviyat yolunun ârifleri sevginin en ileri derecesi olan aşk kelimesinin karşılığı olarak muhabbet kavramını...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Yahya Kemâl Beyatlı, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en önemli isimlerinden biridir. Eski Türk şiirini ve Divan edebiyatını derinlemesine bilen, ancak şiiri sade bir dille ve yeni bir biçimde sürdürme...
Yazar: Oğuzhan AYDIN
İblis âyine durmuş sanki tavaf ediyorNefsimizin eline bırakma bizi Rabb’im!Gaflet uykusundayız oysa Kur’ân ne diyorNefsimizin eline bırakma bizi Rabb’im!İkra diyor başlarken bizlere ilk sözündeHep iyi...
Şâir: Eyüp CERAN
Somuncu Baba Dergisi yazarlarından hadis profesörü Enbiya Yıldırım Hoca’mızın Somuncu Baba’nın Kırk Hadis Şerhi adlı kitabının basımı tamamlanarak okuyucuların istifadesini sunuldu.Kırk hadis geleneği...
Yazar: Yusuf HALICI