Fuzûlî’nin İki Hasreti
Edebiyatımızda; asırlar öncesinden sesini günümüze ulaştırabilen şairlerin başında yer alan, tezkirelerde “Mevlânâ” sıfatıyla anılan Fuzûlî, zamanının gerektirdiği din ve fen ilimlerinin hepsinde âlim olup lirizmin zirvelerine ulaşma başarısı göstermiş olduğu hâlde Safevîlerden de Osmanlılardan da umduğu itibarı ve değeri bulamamaktan alenen veya zımnen yakınmıştır.
Hayatı hakkında ayrıntılı bilgimiz olmadığından bu hususta kesin bir hükme varmak zordur ancak ateş olmayan yerden de duman çıkmaz sözü de bir hakikattir. Şairin iki konuda ciddi bir hasret, samimi bir özlem çektiğini söyleyebiliriz: Hz. Peygamber (s.a.v.)’e kavuşma özlemi ve Diyâr-ı Rûm dediği Anadolu’ya daha doğrusu İstanbul’a gitme arzusu...
Hz. Muhammed (s.a.v.) sevgisini konu edinen naatlar yazmak Müslüman şairlerin birinci önceliği olagelmiştir. İslâm tarihinde kimi şairlerin özellikle bazı şiirleri yazıldıkları zamandan başlayarak artan bir şöhretle yaygınlaşmış, birer çığır açarak bulundukları coğrafyaları ve asırları aşarak günümüze ulaşmıştır.
Bu şairlerin başında Ka’b bin Züheyr, Muhammed b. Sa’id el-Busûrî ve Fuzûlî gelir. Sırasıyla Arabistan, Mısır ve Irak coğrafyasında yetişen bu üç büyük şair na’tleriyle İslâm dünyasında ün salmış, gönüllerde taht kurmuşlardır.
Fuzûlî, Kur’ân-ı Kerim’de bizzat Allah tarafından methedilen Hz. Peygamber (s.a.v.)’i övmenin zorluğunun farkında olduğunu, Yâsîn ve Tâhâ Sûreleri örneğinden hareketle O’nu vasfetmenin imkânsızlığının farkında olduğunu şu çarpıcı beyitle dile getirir:
Nice takrîr edeyim vasfını ol şâhın kim
Ana vassâf ola Yâsîn ü mu’arrif Tâhâ
Her ne kadar aczini ifade etmiş olsa da duyduğu büyük aşk ve özlemi şairlik muhayyilesinin bütün imkânlarıyla âhir zaman Nebîsi’ni yazdığı naatlerle methetmeyi, onu en güzel isim ve sıfatlarla övmeyi ihmal etmemiştir. Bazı şiirlerindeki esma ve sıfat-ı Nebîler şairin samimi Peygamber sevgisinin şahitleridir:
“Meh-i sipihr-i nübüvvet, çerâğ-ı şâm-ı ebed, âf-tâb-ı subh-ı nüşûr,
Süleymân-ı mülk-i ma‘na, seyyid-i nev‘-i beşer, deryâ-yı dürr-i istifâ, gül-i bâğ-ı rüsül,
Hâzin-i genc-i şefâʻat, halef-i mu’teber-i Âdem ü Havvâ”
Bu dünyada Hz. Ahmed-i Mürsel’le görüşmenin mümkün olmadığının farkında olan Fuzûlî aşkını, hasretini en ünlü eseri Su Kasidesi, Gül Kasidesi, Hançer Kasidesi ve bazı gazellerinde ve Farsça şiirlerinde dile getirmiştir. Su kasidesinde redif olarak seçilen “su” kelimesi önemlidir.
Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır. Su rahmettir. Hz. Muhammed (s.a.v.) de âlemlere rahmettir. Şair sadece su kelimesinin akıcılığına kalemini teslim etmemiş, rahmet kavramının bütün çağrışımlarını göz önüne alarak bir tercihte bulunmuştur. Çünkü bir kutsi hadise göre kâinatın yaratılış sebebi Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir. Çok sevilen bu na’te, müstakil kitap halinde şerhler yazılmış, bazı beyitleri Arapça'ya tercüme edilmiştir.
Fuzûlî, Su Kasîdesi’ne, ağlayan gözlerine hitapla başlar: Hz. Muhammed (s.a.v.) sevgisi şairin kalbinde adeta bir yangına yol açmıştır. Dünya gözüyle O’nu görmesi mümkün değildir. Dolayısıyla imkânsızın kapısında canhıraş bir çığlık koparmaktan başka elinden bir şey gelmiyor.
O da Peygamber (s.a.v.) hasretini mısralarıyla dile getirmeye koyuluyor. Gönüldeki aşk ateşini söndürmek üzere yaş döken gözlerine, kalbindeki Peygamber (s.a.v.) sevgisi ateşinin su ile sönmeyecek kadar büyük olduğunu hatırlatır:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
Gözyaşları o kadar çok akıyor ki gözlerini kaplıyor, gökyüzü Fuzûlî’ye su renginde görünüyor. Daha doğrusu bulanık görünüyor veya görünmüyor. Şair bu duruma şaşıyor: Gök mü mavi, gözyaşları mı göğü kaplamış? Şairin gönlü, Hz. Peygamber (s.a.v.) hasretinden, tıpkı kovanın ipinin kuyu duvarında bıraktığı izler gibi yarık yarık olmuştur.
Gül bahçesini sulayan bahçıvanın çabası boşunadır. Zira binlerce gül bahçesini sulasa da Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi bir gül bir daha asla yetişmeyecek, Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi biri artık gelmeyecektir. O hâlde bahçıvan bahçeyi suya versin boşuna zahmet çekmesin:
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su
Yine de Fuzûlî, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yüzünü andığında kirpiklerinin ıslandığını, buna şaşılmaması gerektiğini söyler; gül elde etmek için dikenli fidana su vermek boşa gitmez, der.
Fuzûlî’nin Ahmed-i Muhtar (s.a.v.) sevgisi öyle bir mertebededir ki, bütün tabiatı o gözle seyreder. Seher vaktinde açan güllere bakınca zihni Hz. Peygamber (s.a.v.)’e müteveccih olur. Esen yel Cebrail (a.s.), gül ise Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kalbi olur. Bilindiği üzre Hz. Peygamber (s.a.v.) henüz çocukken Cebrail tarafından kalbi yarılıp yıkanmıştır:
Çâk olup bulmuş safâ bâd-i seherden sanasın
Bâddır Cibrîl ü kalb-i Ahmed-i Muhtâr gül
Su, arı duru görünüşü ile Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yoluna girmiş, onun sünnetine uyarak temiz karakterini cümle âleme apaçık biçimde göstermiştir:
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr'a su
Sadece su değil, Fuzûlî’ye göre sabâ yeli de nerede olursa olsun Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şeriatına uyduğu için ateşten afet ve sudan zarar görmez. Bir bakıma oradan oraya esip duran saba değil şairin hayal gücü, bunu tahrik eden Peygamber (s.a.v.) sevgisidir. Saba ateşten zarar görmez, doğru ama ateşi parlatan da odur:
Oddan âfet görmez ü sudan zarar gûyâ kılar
Kanda olsa iktidâ-yi şer’-i Peygamber sabâ
Sabâ rüzgârı her yerde ne arıyor? Hangi sevda onu kapı kapı, bahçe bahçe koşturuyor? Cevap çarpıcı; Cenab-ı Ahmed’in kapısının feyzini bulmak… Bu yüzden bir yerde karar kılmaz, hiçbir gül bahçesinde durmaz, duramaz. Eğer saba, O’nun adaletini gezip yaymak için yedi iklime taşımasaydı zulüm ateşleriyle âlem tutuşur, yanardı. Fuzûlî, ölse bile sabâ yelinin Hz. Muhammed (s.a.v.)’den şefaat dileyerek mezar toprağının üzerinde mahşer gününe kadar dönüp duracağına inanır:
Öz günâhına şefâ’at isteyip feryâd edip
Çizginir hâk-i mezârıñ üzre tâ mahşer sabâ
Şairin Hz. Peygmaber (s.a.v.)’i ziyaret edip Ravza’sını tavaf etme arzusu o kadar içten, o kadar samimidir ki kendisi ölse bile toprak olan cesedinin tozlarının sabâ yeli tarafından ileteceğine inanır. Sabâ yelinin mezarı üzerinde dönüp durmasının sebebi budur; şairin Hz. Peygamber (s.a.v.)’e kavuşma arzusunu yerine getirmek, hasretini gidermek:
Etmezem terk-i temennâ-yi tavâfıñ çıksa cân
Hâk hem olsam gubârımı sana ilter sabâ
Fuzûlî’nin Ahmed-i Muhtar aşkı kelimelere sığmayacak bir büyüklük ve ulviliktedir. O, ömrünü Hz. Rasûl senasıyla geçirmek, öldükten sonra da bu övgüleri kabir ehline armağan olarak götürmek arzusundadır:
Mürûr-ı ömri senâ-yı Rasûl ile geçirem
Fuzûlî’nin en büyük umudu, en büyük dileği haşir gününde Hz. Peygamber (s.a.v.)’e kavuşmak, onun şefaati hürmetine bir ânı bin yıllık cennet hayatından daha güzel olan rü’yet-i cemâl ile müşerref olmaktır. Hz. Nebî (s.a.v.)’nin şefaati şairin dîdâr dileğinin gerçekleşmesinde en büyük vesiledir.
Sünnet-i seniyeyi terk edenlerin buna kavuşması söz konusu değildir. Kıyametin o dehşetli atmosferinde rahmete susayan insanların en büyük tesellisi âhir zaman Nebî’sinin şefaat suyundan başka ne olabilir:
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrum olmayam
Çeşme-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su
O gün gufran kapısının anahtarları Allah tarafından şefaat yetkisi olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’e verildiğinde, insanların en darda oldukları o zamanda Fuzûlî, Ahmed-i Mürsel’den lütfunu esirgememesini diler:
Yâ Nebî lûtfuñ Fuzûlî’den kem etme ol zamân
Kim olur teslîm miftâh-i der-gufrân saña
Fuzûlî, bulunduğu coğrafyadan hiç ayrılmamış, dolayısıyla Medine’ye gidip Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret edememiş, bu hasreti kıyamete kalmıştır.
Fuzûlî’nin ikinci büyük hasreti İstanbul’a gitmektir. Fuzûlî, Farsça Dîvânı’nda Abdülbaki Gölpınarlı'nın tercümesiyle, “Ey Rum zarifleri, felek, sizin muradınızı vermiş, şükredin. Sizin bizimle münasebetiniz bile yok, durağınız, durağımızdan üstün. Biz, ay yüzlülerin kullarıyız, bütün ay yüzlüler, sizin kullarınız” meâlindeki kıtasıyla Rum ülkesine ve bu ülkenin adamlarına karşı büyük bir saygı ve sevgi gösterdiğini ifade eder.
Rum zarifleri dediği Osmanlı âlim ve şairlerinin, başta padişah olmak üzere devlet erkânından gördükleri ilgi ve desteğe imrendiğini hissettirir. Bağdat’ta ilim ve irfan ehline rağbet gösterilmediğinden yakınan Fuzûlî, şairliğinin, ilim ve irfanının hak ettiği ilgiyi İstanbul’da görebileceğini umduğu tahmin edilebilir.
Osmanlı başkenti hüner sahiplerinin hünerlerini sergileyebildikleri, kabiliyetlerini geliştirip gösterebildikleri ideal bir yerdir. Faziletine, hünerine münasip bir itibar görmek arzusu taşıyan herkes gibi Fuzûlî de İstanbul’a, Osmanlı’nın başkentine gitmeye can atar.
Bağdat fatihi Muhteşem Süleyman’ın ordusu ile gelen Hayalî Bey gibi şairlerle tanışan, onların tavsiyesiyle Leyla vü Mecnun mesnevîsini kaleme alan Fuzûlî, bu şairlerin hal ve tavırlarından gördükleri değer ve itibarı sezmiş olmalı ki içinde Diyar-ı Rum’a gitme şevki uyanmış ve bu hayalini şu ünlü beytiyle “Ey Fuzûlî, fazilet rütbesinin artmasını, yükselmesini istiyorsan Rum Diyârı’nı gözet, Bağdat toprağını terk et” meâlindeki aşağıdaki beytiyle dile getirmiştir:
Fuzûlî ister isen izdiyâd-ı rütbe-i fazl
Diyâr-ı Rûm'u gözet terk-i kâk-i Bağdâd et
Mahmut KAPLAN
YazarEbrehe mutaassıp bir Hristiyan’dı. Bu dini yaymak için yoğun bir faaliyete geçti. Bu maksatla Sana’da, Arapça kaynaklarda Yunanca ekklessia kelimesinin Arap lisanıyla Kalis/Kulleys olarak geçen, kapıl...
Yazar: Resul KESENCELİ
Çok katmanlı anlam yapısına sahip olan tasavvufî şiirleri akılla hissetmek, duymak ve anlamak pek kolay değil. Tasavvuf kalp ayağıyla rûhî bir yolculuk olduğundan bu yola girmeyen, bu yolun erkânını i...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Bazı eserler vardır ki asırlar da geçse üzerinden, değerinden bir şey yitirmez. Yûsuf Has Hâcib’in neredeyse bin yıl önce kaleme aldığı Kutadgu Bilig de böyle ölümsüz eserlerden biridir. Bu yazımızda ...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Azerbaycan edebiyatının dünya çapında yetiştirdiği en büyük mesnevî şairi şüphesiz Nizamî’dir. Türk mesnevî edebiyatını derinden etkileyen Cemâleddin Ebu Muhammed İlyas bin Yusuf bin Zeki bin Müeyye...
Yazar: Mahmut KAPLAN