Aşk Derdi Şefaat Merhemi
Antalya’nın Elmalı ilçesinde doğan Ümmî Sinan, 17. yüzyıl sûfî şairlerinden biridir. Halvetiyye Tarikatı’nın Ahmediyye şubesine intisap ettiği bilinen şair, Halvetî-Ahmedî silsilesinin önemli simalarından olup Niyazî-i Mısrî’nin şeyhidir. Kendisinden sonra tarikat Sinâniyye adıyla bilinir olmuştur.
Yetiştirdiği birçok halifesiyle Batı Akdeniz ve İç Ege’de genelde tasavvufun ve özelde Halvetiyye geleneğinin tanıtılmasında etkili olmuştur. İnsanın elest bezminden dünyaya, dünyadan ukbaya olan yolculuğunu incelediği Kutbü’l-meânî adında bir eseri, şiirlerini topladığı Divan’ı vardır.[1] Divan’ında yer alan “Yâ Mustafâ” kafiyeli bir na‘t-ı şerîften[2] seçilen dizeler kısa açıklamalarla yazımıza konu edilecektir.
Sen [ki] Yûsuf Mısra sultân ben Zelîhâ’yım bugün
Yâ ne vaktin nûr-ı vaslına irem yâ Mustafâ
(Ey Mustafa (s.a.v.)! Sen bugün Mısır’a sultan olan Yûsuf (a.s.) gibi, bense Züleyhâ gibiyim. Ne zaman sana kavuşmanın nuruna ereceğim!?)
Teşbihler manzumesi olarak adlandırabileceğimiz bu beyitte Ümmî Sinan, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i Hz. Yûsuf’a; kendisini de onun aşkıyla yıllarca hasret çeken Züleyhâ’ya benzetmektedir. Beyitte ayrılık, aşk ve Hz. Yûsuf’un güzelliği benzetme yönü olarak kullanılmaktadır.
Züleyhâ yerine Zelîhâ denmesi aruz ölçüsü açısından bir değişikliğe sebep olmamaktadır. O hâlde şair neden kendisini Züleyhâ değil de Zelîha ismiyle takdim etmiştir? Kanaatimizce şair Hz. Peygamber (s.a.v.)’e duyduğu aşkı, Züleyhâ’nın Hz. Yûsuf’a olan aşkı ile kıyaslamaktadır.
Buna göre Ümmî Sinan, kendi aşkını daha kuvvetli görmüş olmalı ki kendisini betimlerken kelimenin ism-i tasğir/küçültme kalıbı olan Züleyhâ’yı tercih etmemiştir. O, Züleyhâ’dan daha sabırlı ve daha samimi bir âşıktır. Zira Züleyhâ, suçu açığa çıktığında nefsine uymak suretiyle sevdiği insana iftira atabilmiş ve onun hapse girmesine göz yummuştur.[3] Oysa sevgi hakikate eriştiğinde sevilenin menfaati sevenin menfaatinden çok önce gelmektedir. Hatta sevenin varlığı bile sevgilinin yanında hiç mesabesindedir.
Aşk derdin câna pür-tâb eyledi bir zerrece
Gelmişem meydân-ı aşka Mansûr’am yâ Mustafâ
(Ey Mustafa (s.a.v.)! Aşk derdi her hücreme işledi. Aşk meydanına gelen Mansur’um.)
Ümmî Sinan’ın Hz. Peygamber (s.a.v.)’e duyduğu aşk sıradan bir sevgiden ibaret olmayıp şairin her bir zerresine tesir eden kuvvetli bir ızdırap doğurmaktadır. Şairin ikinci dizede kullandığı mansur kelimesi tevriyeli olsa gerektir. Zira tasavvuf ehline göre ilâhî aşk meydanında bulunabilmek, daha çok vehbîdir; gayretle kazanılmış değil lutf edilmiştir.
Yani kelimenin ilk anlamına göre şair, aşk meydanına gelmesini tevfik-i ilâhîye bağlamaktadır. Kelimenin ikinci anlamı ise telmih içermekte, yine sûfîlerce aşk şehidi olarak görülen Hallâc-ı Mansûr’un hikâyesine atıf yapmaktadır. Şairin kendisini, davası uğruna canından vazgeçmeyi göze almış bir isme benzetmesi yukarıda Zeliha ve Züleyhâ kelimeleri bağlamında yapılan yorumu doğrulamaktadır. Zira Ümmî Sinan, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e duyduğu aşk can vermesini gerektirecek olursa darağacına gitmeyi göze almıştır.
Yüz karalığından âhar armağanım yok sana
Cân u dil her dem sana eder kerem yâ Mustafâ
(Ey Mustafa (s.a.v.)! Sana yüzümün karasından başka sunacağım bir armağanım yok. Canım ve gönlüm, daima sana cömertlikte bulunur.)
Beytin ikinci dizesi mücerred olarak düşünüldüğünde okuyanı şaşırtan bir anlama sahiptir. Zira kim Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hangi konuda kerem edebilir!? Oysa şairin cömertçe sunduğu şey, ilk beyitte ifade edilen yüz karalığından başka bir şey değildir.
Yani şair, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna ayıp olmasın diye eli boş gelmemiş, yüzünün karasını hediye etmiştir. Şairin ifadesiyle bu hediye; bir defa getirilecek azlıkta değil, her defa getirilecek çokluktadır. Ümmî Sinan burada alışılagelmiş olan ve genellikle “elim boş yüzüm kara” şeklinde ifadesini bulan şair mahcubiyetinde değildir. Bilakis o yüz karalığını kendisine, şefaati ve bağışlamayı ise Hz. Peygamber (s.a.v.)’e yakıştırmaktadır.
Derdin urdı yüreğime şerha şerha yaralar
Sen şefâ‘at merheminden ver saram yâ Mustafâ
(Ey Mustafa (s.a.v.)! Derdin yüreğime dilim dilim yaralar açmıştır. Şefaat merheminden ver de yarama sarayım.)
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e duyulan aşk; onulmaz bir dert doğurmaktadır. Şairin yüreğinde zuhur eden, acı verici yaralar bu dertten kaynaklanmaktadır. Yazımıza konu olan ikinci beyitteki mansur kelimesinin anlamına atıf yaparak belirtilmelidir ki, bu derde karşı âşığın mansuru/yardımcısı, tabibi ve dermanı yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir.
Na‘tın istişfâ‘/şefaat talep edilen bu bölümünde şair, şefaat kavramını anlam genişletmesine uğratmakta ve bu dünyayı da kavramın kapsam alanına dâhil etmektedir. Buna göre şairin daima aradığı ve ulaşmayı umduğu, dertlerine derman olarak gördüğü manevî vuslat, şefaatin bu dünyadaki tezâhürlerinden biri olarak mütalaa edilmiştir. Bu açıdan bakıldığında şefaat talep edilen beyit aynı zamanda istişfâ’/şifâ talep edilen bölüm olmuştur.
İzzet-i lutfundan irdi cân senin esrârına
Kimse bilmez kim bu dil ne söylerem yâ Mustafâ
(Ey Mustafa (s.a.v.)! Senin sırlarına erişmem, yine senin lütfunun şerefindendir. Dilimin ne söylediğini kimse bilmez.)
Burada şair, manevî tecrübenin dile dökülemeyen doğasına ve dilin ifadeye yetişememesine atıf yaptığı gibi; zevk ehlini ancak zevk ehlinin anlayabileceğini ima etmektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.)’in cömertliğinden nasiplenmemiş kimseler şairin ne söylediğini asla anlayamayacaklardır.
Dolayısıyla bu açıklama, okuyucuyu sevmeye davet etmektedir. Zira na‘t şairleri Hz. Peygamber (s.a.v.)’i sevdikleri gibi yazdıkları şiirlerle onu sevdirmeyi gaye edinmişlerdir. Bir başka ifadeyle şu an okuduğunuz şerh, şiiri anlama gayesinin bir ürünü olup şairi anlamak isteyenler onun gibi bir sevdaya tutulmalıdırlar.
Himmet eyle dü cihânın bâğına bend olmayam
Menzilim sana erinceydek sürem yâ Mustafâ
Dir Sinân Ümmî ḳaçan kim vâsıl ola cân sana
Dü cihân ẕevḳi bana olsun ḥarâm yâ Mustafâ
(Ey Mustafa (s.a.v.)! Himmet et, iki dünyanın da nimetlerine bağlanıp kalmayayım. Dünya yolculuğumu sana yürüyerek sürdüreyim.
Ey Mustafa (s.a.v.)! Ümmî Sinan der ki, sana kavuşana kadar iki cihanın nimetleri bana haram olsun.)
Şair, burada daha çok Allah dostları için kullanılan himmet kelimesini Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hitaben kullanmaktadır. Zira kabul olunmuş duanın ve şefaatin, velîdeki izdüşümü himmet olarak adlandırılır. Velîlerin serdarı ve baş öğretmenleri Hz. Peygamber (s.a.v.) olduğu için bu kullanım yerindedir.
Son iki beytin ana konusu ise şairin dünya nimetlerine ve daha önemlisi âhiret nimetlerine aldanmaksızın Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, manevî buluşmaya, şefaate odaklanmışlığıdır. Genellikle sûfîler Allah’ın rızasını cennet nimetlerinden üstün tutan “Allah mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara içinde ebedî olarak kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn Cennetlerinde güzel meskenler vaad etmiştir. Allah’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür, işte büyük bahtiyarlık da odur.”[4] âyetinin referansıyla dünya ve âhiret nimetlerine karşı müstağnidirler.
Ümmî Sinan ise, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e olan sevgisinin şiddetinden ötürü, dünya ve âhiretin nimetlerine karşı ilgisizdir. Zira yukarıda da ifade edildiği üzere, âşık için sevdiğinden bir başka bir şeye iltifat etmesi kabul edilemez ve affedilemez bir hatâdır.
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke Yâ mahbûbe’l-Kulûb.
[1] Hayatı ve eserleri hakkında detaylı bilgi için bk. Abdullah Azmi Bilgin, “Ümmî Si̇nan”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (Erişim 17 Temmuz 2023).
[2] Ümmî Sinan, Ümmî Sinan Dîvânı, ed. Abdullah Azmi Bilgin (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2017), 20-22.
[3] Konu ile ilgili ayetler için bk. Yûsuf 12/25-35
[4] 9/Tevbe, 72.
Hamit DEMİR
YazarEdip Ahmed b. Mahmud Yüknekî tarafından XII. yüzyılda yazılmış, Türk dili, edebiyatı ve kültür tarihinin önemli kaynaklarından olan Atebetü’l-Hakâyık, Hakikatler Eşiği anlamına gelmektedir. Dâd İspehs...
Yazar: Hamit DEMİR
- İsterseniz öncelikle Selçukluların Malazgirt’e hazırlık sürecinden başlayalım. Anadolu’yu vatan yapan o süreç nasıl başladı ve Selçuklular Malazgirt önlerine nasıl geldiler?Malumunuz, Anadolu kapıla...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
1642 yılında Şanlıurfa’da doğan ve asıl adı Yusuf olan şair Nâbî, hikemi şiirin önemli temsilcilerinden biridir. Soylu bir nesepten geldiği bilinen şair; iyi bir eğitim almış, Farsça ve Arapça öğrenmi...
Yazar: Hamit DEMİR
Asıl adı Mehmed olan Fuzûlî, hayatı hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz şairlerdendir. 1400’lü yılların sonunda Kerbelâ’da doğduğu ve Türk asıllı olduğu bilinmektedir. Fuzûlî mahlasını kelimenin b...
Yazar: Hamit DEMİR