Bizi Doğru Yola Hidâyet Eyle
Yüce Allah’a kulluk eden bir mü’min mutlak manada başka yerlerden medet umamaz ve yardım isteyemez. Beş vakit namazlarında, “Yalnız sana kulluk eder yalnız senden yardım dileriz.”[1] diyerek Allahu Teâlâ’dan inâyet ister. Bu bir dua örneği olmakla birlikte aynı zamanda şirke karşı da bir uyarıdır.
Kulluk ve ibadet yalnızca namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri eda etmek değil, O’nun hükmüne boyun eğmek, Sünnetullah'ına uyum sağlamak ve o düzeni hiçbir şekilde bozmaya yeltenmemektir. Yani başka bir ifadeyle insana verilen hilafet görevini layık-ı vechiyle yerine getirmektir.
Yüce Allah yardım ederse kimsenin yardımına ihtiyacımız kalmayacaktır. Yardım etmezse de O’ndan başka herkes birleşse de bunun bir faydası olamayacaktır. Burada “Sana kulluk ederim.” değil “Sana kulluk ederiz.” şeklinde çoğul bir ifade kullanıldığına göre bu gösterir ki, İslâmiyet bir ümmet, bir toplum, bir cemaat ve bir millet dinidir.
Ferdî esasları ihmal etmemekle birlikte sadece ferdî esaslara dayanan bir din de değildir. İslâmiyet “cemaat ruhu”nu canlandırarak fertlerine “biz” duygusunu kazandıran ve temelinde toplumsal bazı hedeflere ulaşmayı da gaye edinen yüce bir dindir.
Hidâyeti İsteriz
Milyonlarca Müslüman, günde beş vakit namazlarında defalarca “Sana kulluk ederiz.” dediklerine göre onları birleştiren ve “biz” yapan en temel ortak nokta da işte burasıdır. Müslümanlar işte bu biz duygusu ile “Bizi dosdoğru yola ilet.” diyerek hidâyete talip olduklarını ifade ederler.
Bu yol; tüm ilâhî kitapların, Kur’ân’ın ve peygamberlerin işaret ettiği yoldur. Yasin Sûresi 61’de şöyle buyrulur: “Ve bana kulluk ediniz, sırât-ı mustakim budur.” Rabb’imizin izi olmayan hiçbir yol doğru değil, hiçbir sistem de masum değildir. Bu âyetin meali “Bizi istikamet yoluna hidâyet eyle.” şeklinde de yapılabilir.
Zira birçok meallerde “ihdinâ” kelimesinin “hidâyet” bağlantısı ve “müstekîm” kelimesinin de “istikamet” bağlantısı es geçilmektedir. Genellikle “ilet” veya “yönelt” olarak çevrilen “ihdinâ” kelimesi “hidâyet eyleme” yani bir bakıma hak ve batılı ayrıştırma anlamındadır.
İstikamet yoluna hidâyet olunmak isteyenler aslında şöyle dua etmiş olurlar: “Rabb’im bana, hakkı ve bâtılı birbirinden ayırmam için lâzım olan doğruluk ölçütünü ver ki ben de dosdoğru yola böylece yönelmiş olayım.” Böyle bir duayı eden kul, iradesini ortaya koymuş ve doğruluk ölçütü üzere dosdoğru bir yolda gidebilmesi için kendisine lâzım olan ölçütü Rabb’inden istemiştir. Artık bundan sonrası Rabb’in işidir.
Nitekim Yüce Allah, bu doğruluk ölçütünün (hüden) Kur’ân olduğunu Bakara Sûresi’nin 2. âyetinde açıklamış ve aynı sûrenin 6. âyetinde de bu ölçüte göre hayatlarını idâme edenlerin iki cihanda kurtuluşa ereceğini müjdelemiştir. Evet, Kur’ân takva sahipleri için bir yol göstericidir. Fakat şu var ki insan “dosdoğru yola iletilmek” için, bu hidâyet rehberini yaşantısına “yön verici” unsur olarak kabul etmelidir. Burada yalnızca Kur’ân’a sarılmak da yetmemektedir.
Yasin Sûresi’nin 3 ve 4. âyetlerinde “Şüphesiz ki sen rasüllerdensin, sırât-ı müstekîm üzerindesin.” buyrulmaktadır. Demek ki Rasûlullah’ın Sünnet'ine tabî olmak da bir anlamda sırât-ı mustekîm üzere olmak demektir. Buna göre ancak sünnete ittiba eden İslâm âlimlerimiz istikamet ehli olarak kabul edilebilirler. Bu durumda sırât-ı mustekîm de peygamberler ve onların varisleri olan istikamet ehli âlimlerin gittiği yoldur.
“Sırât” kelimesi Arapça'da geniş yollar veya caddeler için kullanılır. İslâm’ın sırât-ı mustakîmi genişçe bir caddedir. İslâm âlimlerinin de ifade ettiği gibi helâl dairesi zevke kâfidir. Bazı sabit fikirli Müslümanların bu caddeyi daraltmaya çalışmaları, bazı modernist Müslümanların da bu geniş caddeyi daha da geniş göstermeye çalıştıkları gözlenmektedir.
Oysa İslâm tam manasıyla kâmildir. Yani ne noksan ne de fazladır. Bir takım bahanelerle onu daraltmaya veya genişletmeye çalışmak aslında onun kemalinden şüphe etmek demektir. “Müstekîm” kelimesine gelince istikametle alakalıdır. Sosyal, ferdî, ahlâkî, siyasî, ticarî, iktisadî her yönden dosdoğru bir yaşantı ikâme ettirmeye işarettir bir bakıma.
Müstekîm kelimesi ile aynı kökten olan Rahman Sûresi’ndeki “egîmu’l-vezn” ifadesi ile Kur’ân bizden ölçtüğümüz her şeyi dosdoğru ölçmemizi istemektedir. “Egîmu’l-vezn”i fiiliyata geçirmek yani her türlü konuda teraziyi dosdoğru tutmak ve dengeli olmak, “sırât-ı müstakîm”de olmanın da bir gereğidir.
Müslüman’ın doğru olması gereken alanlarda kullanılan bu ifade “egîmu’s-salah” yani “Namazı gereği gibi dosdoğru kılın!” âyetinde de kullanılmıştır. Demek ki Müslüman alış verişten ibadete kadar hayatın her alanında bir istikamet adamıdır.
Doğru Yol Allah’ın Yoludur
Peki, burada bahsedilen “doğru yol” izafi/göreceli bir yol mudur? Bana göre doğru olan, size göre de doğru mudur? Sizin doğrularınız, benim için yanlış olabilir mi? Hayır! Buradaki doğru yol göreceli bir yol değildir. Net ve kesin çizgilerle belirlenmiş ve ilâhî bir kitapla “doğru yol” olarak tescillenmiş bir yoldur.
Bunu böyle anlamak zorundayız, zira aksi takdirde Rabb’imizin herkese göre farklı anlaşılan yani ne idüğü belli olmayan sözde doğruları bize işaret etmiş olması düşünülemez.
Gerçekte yanlış bir şeye insan “Bu bana göre doğrudur.” diyebilir, bu onun doğru olduğunu göstermez. Bundan dolayı Yüce Allah’ın olumluladığı yol ancak doğru yol olabilir. “Doğru yolu biz bilemeyiz.” diye de bir şey yoktur, çünkü, Yüce Allah “El-Hâdî” isminin tecellisi ile doğru yolu göstermiştir. O gösterdiğine göre bizim de Kur’ân ve Sünnet ölçülerine bakarak doğru yolu tesbit etmemiz mümkündür.
Doğru ve yanlışın belirlenmesi bağlamında çıkarılan ne tür bir hüküm varsa bunun ilkesi Cenab-ı Hak’tan gelir. Dekart da bunu böyle anlamış olmalıdır ki şu sözleriyle herhalde bunu anlatmak istemiştir; “...Bizde gerçek ve doğru olan her şeyin olgun ve sonsuz bir varlıktan geldiğini bilmeseydik, fikirlerimiz ne kadar açık ve seçik olsalar da, bize doğru olmak olgunluğuna sahip olduklarını temin edecek hiçbir kanıtımız olmayacaktı.”[2]
Doğru yolu göstermek mutlak manada Yüce Allah’a ait bir iştir. “Doğru”nun ve “yanlış”ın tanımlanması, doğru yola iletilmek ve doğrunun gösterilmesi; bütün bunlar Yüce Allah’a aittir. Hâşâ, böyle olmasaydı, “Bizi doğru yola ilet.” diye O’na dua etmemizin de bir anlamı kalmazdı.
Nitekim “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet! Gazaba uğramışların ve dalâlete düşenlerin yoluna değil...” âyetiyle de doğru yolun ne olduğu açıklanmıştır. Nisa Sûresi’nin 69. âyeti bağlamında “nimet verilenler”; peygamberler, sıddıklar ve şehitlerdir. Gazaba uğrayanlar ve dalalete düşenler, klasik tefsirlerimizde bir hadis-i şerife dayanılarak, Yahudi ve Hıristiyanlar olarak tefsir edilmiştir. Nitekim Kur’ân, Ehl-i Kitab’ın gazabı gerektiren hallerinin anlatıldığı kıssalar ile doludur.
Bu konuda Mehmet Akif Ersoy, kısa tefsirinde, Peygamberimiz’in vahiy almazdan önce de sürekli müşriklerin ve Ehl-i Kitab’ın sapkın anlayışlarını gözlemlediğini ve onları bu batıl anlayışlardan kurtarmak istediğini ifade etmiştir.[3] Bu âyetler İslâmî çizgiden saparak gazaba müstehak olanlar ve Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeye çalışanlar veya onları dost edinenler için bir uyarı mahiyetindedir.
“Gazaba uğramışlar” Rahman’ın rahmet yağmurlarına karşı simsiyah gaflet şemsiyelerini açarak Yüce Allah’ın mübarek sevgi ve şefkat yağmurlarından kendilerini mahrum bırakan talihsiz kimselerdir. Biz insanların kendilerine yapıp yapabilecekleri en büyük kötülük, kendilerini ilâhî rahmet kanatlarının dışarısına çıkartmalarıdır. Bununla birlikte gazaba uğrayan kimseler Yüce Allah’ın nizamına başkaldıran kimselerdir. Çünkü Yüce Allah’ın kendisine isyan edenler için bir takım vaitleri söz konusudur.
Fatiha Sûresi’nin “Bizi doğru yola ilet.” âyetini okuyan insan, hidâyete ermek istediği konusundaki isteğini ve azmini ortaya koymuştur. Fakat hidâyetin gerçekleşmesi için bir de dalalete düşenlerin yani sapkınların yolundan uzak durmak gerekmektedir.
Burada dalâlete düşenler bir bakıma Rabb’in doğru yol göstericisini yani “hidâyet ölçütü”nü kabul etmeyenler ve de bu doğruluk ölçütüne göre hayatlarına nizam vermeyenlerdir. İslâmiyet’in terbiye sistemini, ahlak ve hukuk kanunlarını -yani hükümlerini- kabul etmeyenlerin tümü veya bunları kısmen kabul edenler dalâlete düşen sapkın kimselerdir. Bunlardan hiçbir yerde bahsetmeyenler ise İsrailoğulları’nın dinlerini az bir pahaya satan âlimlerine benzerler. Cenab-ı Allah cümlemizi onların şerrinden muhafaza buyursun.
[1] 1/Fatiha, 5.
[2] Descartes, Metot Üzerine Konuşma, Çev: Mehmet Karasan, Ankara, 1997, s. 41.
[3] Bkz; Sebilürreşad, VIII, ad.184, s.33-34.
Aydın BAŞAR
Yazar2024 Ağustos’un ilk günleri, yıllardır hep görmek istediğim Göynük‘e gitmek etmek nasip oldu. Oraya adımımızı atmamızla beraber daha önce fark edemediğim bir duygu kapladı içimi. Osmanlı’yı ben b...
Yazar: Aydın BAŞAR
Hastalıklar bize ölümü hatırlatır, hesap gününün yaklaştığını kulağımıza fısıldar... Bedenimizin Sahibi’nin dilediği zaman emanetini alabileceğini, kabirden hiç de uzak olmadığımızı söyler. Her an fil...
Yazar: Aydın BAŞAR
“Son ocak sönmeden” yurdumda benim,Bu vatan bölünmez, bu bayrak inmez.Bin yıllık tarih var ardımda benim,Bu vatan bölünmez, bu bayrak inmez.Gökyüzünde son güneşler batmadan,Yeryüzünde son şafaklar atm...
Şair: Yusuf DURSUN
Somuncu Baba Dergisi yazarlarından hadis profesörü Enbiya Yıldırım Hoca’mızın Somuncu Baba’nın Kırk Hadis Şerhi adlı kitabının basımı tamamlanarak okuyucuların istifadesini sunuldu.Kırk hadis geleneği...
Yazar: Yusuf HALICI