Önce Gönüllerin Birliği
Gönül dünyası, insanı şekillendiren merkezdir. İnsanın iyi-güzel olması öncelikle gönlünün iyi-güzel olmasıyla mümkündür. Aynı şekilde bugün özlemini çektiğimiz toplumsal birlik ve beraberliğin gerçekleşmesi de öncelikle gönül dünyasında birlik ve beraberliğin gerçekleşmesiyle mümkün olacaktır.
Gönül birlikteliğini sağlayamayan insanların gerçekleştirecekleri birlik beraberlik girişimleri geçici olacak, onları bir araya getiren menfaatlerin son bulmasıyla sona erecektir. Onun için önce gönüllerin bir olması gerekmektedir. Gönülleri bir araya getiren ortak ülküler, ne kadar kalıcı ve anlamlı olursa gerçekleşecek birliktelikler de o ölçüde gerçek ve kalıcı olacaktır.
Onun için her peygamber gibi, insanları ayrılıktan kurtarıp gönülleri birleştirmeye gelen Son Peygamber de on üç yıllık Mekke Dönemi’nde ağırlıklı olarak gönüllere hitap etmiş ve insanların gönül dünyalarını önce şirk-küfür-inkâr virüslerinden temizlemeye gayret etmiş, ardından da hüsn-i niyet, hüsn-i zan rûhunu gönüllere kazıyarak bu hedefine ulaşmaya çalışmıştır.
Toplumsal birliğin kurulmasında bireyin kendi içinde birliğe erişmiş olması şarttır. Bu ise gönüllerde kökleşen birlik/tevhîdin söylem ve eylem dünyasına yansımasıyla mümkün olacaktır. Bir insanın gönlüne yerleşen tevhîd, söylemlerine ardından da eylemlerine yansırsa bireyin inanç-duygu-düşünce-eylem ve emel birliği gerçekleşmiş olacaktır. Bu yüzden iman tanımlarında kalp ile tasdîk, dil ile ikrâr ve amel ile isbat hep belirleyici formül olmuştur.
Önce gönül dünyasında birliğin kurulması dedik. Peki, bu nasıl gerçekleşecek? Elbette şirk-şüphe-küfür ve inkârdan arındırılmış tertemiz bir kalbe kazınacak doğru ve sağlam bir inançla olacaktır. Tevhîd sözündeki (Lâ ilâhe illallah) lâ silahı ile Allah’tan başka O’nun yerine geçmek isteyen bütün her şey yok edilecek, ardından kalbe illallah mührü vurularak bir Allah inancı yerleşecektir.
Zira Yüce Allah, bir insanın içerisine iki kalp koymamıştır; “Allah insanın içine iki kalp koymamıştır.”[1] Bu bir tek kalpte bir Allah inancı olacak, bir Allah sevgisi olacaktır. Artık o kimse hep Allah’ı ve O’nun sevdiklerini sevip sayacaktır. Sevdiğini Allah için sevecek, sevmediğine Allah için buğz edecektir.
Kalbindeki sevgi ve nefreti, hep Allah inancıyla yönetecektir. Yani insanın bu tek kalbi tek kaynaktan beslenecek, bir tek Allah’a inanıp güvenecek, O’nun denetim ve gözetimi altında olduğunu bilecek ve hep ona göre hareket edecektir. Aksi takdirde insanın hayatı paramparça olur, birbirinden ayrı, birbiri ile çelişen düşünceler arasında bocalanır. İki yüzlü davranışlar sergiler. Kendi içerisinde tutarsız olan böyle bir insanın toplumsal birlikteliğe katkısı nasıl olsun!
İman adamının gönül dünyasında kökleşen bu inanç orada sıkışıp kalmayacak, toprağa ekilen bir tohum gibi önce söylem dünyasına yansıyacaktır. İnsanın dış dünyaya açılan penceresi dili hep hakkı, doğruyu, iyiyi, güzeli, hayırlı ve yararlı olanı konuşacaktır. O kişi artık ya hayır söyleyecek yahut susacaktır.
Zulüm, haksızlık, günah ve isyan karşısında aslâ suskun kalmayacak, her şartta hep haykırı haykıracaktır. Kalbindeki hüsn-i niyet ve inançla hep hüsn-i kelam edecektir. Gıybet, yalan, boş söz o insanın dilini işgal edemeyecek, söylem dünyasını kirletemeyecektir.
Ardından eylem dünyasının inşâ ve ihyâsına sıra gelecektir. Kalpte kökleşip dil ile cihana ilan edilen iman, bütün davranışlara yön verecek, davranışları şekillendirecek, sahibini sürekli hayır işleyen bir hayır makinasına dönüştürecektir. Artık o kişi, iman edip imanın gereği sâlih amel işleyenler kervanına katılacaktır.
İşte bu şekilde yetişmiş ve şahsında tevhîdi özümsemiş bireyler hedeflenen İslâm toplumunu oluşturacak, ümmet bilinciyle oluşacak bu toplumun fertleri aynı inanç, aynı söylem ve aynı eylem birliği içerisinde birbirlerine kenetlenmiş tuğlalar gibi sağlam ve güçlü bir toplumsal yapı oluşturacaklardır.
Yoksa daha kendi iç dünyasında birliği kuramamış, kendi düşünce-söylem ve eylem dünyasında tevhîdi hâkim kılamamış kendi içerisinde ikilemler-çıkmazlar içerisinde kıvranan bir insanın toplumsal birliğe katkısı olamaz. Tam tersine böylesi insanlar sorunlu kimselerdir.
Unutmayalım ki İslâm toplumunda özlenen ve hedeflenen birlik bir stadyumda yahut bir kahvehanede yahut bir toplu taşıma aracında toplanan insanların oluşturduğu topluluk değildir. İslâm’ın hedeflediği birlik, aynı inanç doğrultusunda aynı hedeflere odaklanan idealist insanların bir araya gelmesiyle gerçekleşecek olan birliktir. Bu ise Kur’ân’ı düstur edinen, Allah Rasûlü’nü kendilerine model alan mü’minlerle gerçekleşir.
Şimdi Rabb’imizin şu âyetlerini okuyarak kendimizi âyetlerle test edelim:
“Toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Siz, birbirinize düşmandınız, Allah kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece âyetlerini açıklar.”[2]
Âyette inananlar Allah’ın Kitabı etrafında bir ve beraber olmaya çağrılmaktadır. Nitekim Kur’ân’ın ilk muhâtapları Mekke’de yıllarca süren Ficar Savaşları, Medîne’de yine senelerce süren Buâs Savaşları sebebiyle sürekli savaş hâlinde ve birbirlerine düşman kimselerdi.
Onlar Allah’ın Kitabı/Dini sayesinde bir ve beraber oldular, dünyada eşine ender rastlanan bir kardeşlik müessesesi kurdular. Saâdet Çağı’nın o güçlü toplumunun harcı Allah’ın âyetleri oldu. Onlar Allah Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v.)’in önderliğinde, bu âyetlerle kardeş oldular, fedakârlığın, diğerkâmlığın, yardımseverliğin, kardeşini kendi nefsine tercih etme demek olan isârın en güzel örnekliğini sundular.
Onların etnik kökenleri farklıydı, variyet-makam-mansıp bakımından da farklı konumlara sahiptiler. İçlerinde zengin efendi konumunda olanları olduğu gibi, yoksul köleleri de vardı. Asâlet bakımından farklı oldukları gibi, İslâm öncesi dönemdeki ahlâkî seviyeleri de oldukça farklıydı.
Ama İslâm ile onlar değiştiler, dönüştüler, birleştiler ve kardeş oldular. Sözgelimi Efendi Ebû Bekir ile köle Bilal kardeş oldular. Arap asıllı Ebû Bekir-Ömer-Osman-Ali ile Rumlu Suhayb, İranlı Selman, Gıfarlı Ebû Zer, Habeşli Bilal kardeş oldular. Câhiliye Dönemi’nin eşkıyâsı, İslâmî dönemin evliyâsı oldu. İslâm öncesi birbirleriyle kanlı bıçaklı hasım olanlar, İslâm ile hısım/dost/arkadaş/kardeş oldular.
Tarihte Müslümanlar Kur’ân ve Sünnet’i doğru anlayıp sımsıkı sarıldıkları sürece dünyanın en güçlü toplumlarını kurmuşlar, insanlığa en güzel medeniyet örnekleri takdim etmişlerdir. Yine Müslümanlar bu ölçülerden uzaklaştıkları zamanlarda da birbirlerine düşmüşler, dünyevîleşme, makam mansıp-iktidar hırsıyla birbirlerinin kanını dökmekten çekinmemişlerdir.
Onların kardeşliği onlara özgün bir kardeşlikti. “Şüphesiz ancak mü’minler birbiri ile kardeştirler.”[3] O kardeşlik rûhunda paylaşmak vardı, kendisi için istediğini kardeşi için de istemek vardı, kardeşlerini sırf Allah için sevmek vardı, kardeşini incitmemek vardı, iyi gününde kötü gününde kardeşinin yanında olmak vardı, kısaca bütün yönleriyle dini yaşamada kardeşine yardımcı olmak vardı…
Zaten bir sonraki âyet bu toplumun en temel özelliğini sayarken bu toplumun varlığını sürdürmesinin yollarını da bize şöyle göstermektedir: “Sizden, iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir ümmet olsun. İşte başarıya erişenler yalnız onlardır.”[4]
Demek ki birlik-beraberlik rûhu, kötü gidişata seyirci kalma, yapılan kötülükler karşısında duyarsız ve nemelâzımcı olmayı engellemektedir. Hatta gidişat karşısında Müslüman nötr/tarafsız da olamaz. O, hep iyilik ve iyinin yanında, kötü ve kötülüğün karşısında saf tutar.
Âyette “Birbirinizle düşmandınız da Allah kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz.” ifadesi de dikkatlerimizi çekmektedir. Demek ki insanlar kardeşliği hak edecekler, Yüce Allah da onlara kardeşliği lütfedecektir. Hak etmeyenlere bu nimet verilmeyecektir.
Bu nimeti hak etmek ise gönül dünyasında tevhîdi hâkim kılmakla Allah’ın ipine-Kitabına-dinine sımsıkı sarılmakla mümkün olacaktır. “Seni ve inananları yardımıyla destekleyen, kalplerini uzlaştıran O'dur. Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarf etsen bile, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın, ama Allah onları uzlaştırdı. Doğrusu O güçlüdür, söylem ve eylemlerinde hikmet sahibidir. Allah'ın yardımı sana ve sana uyan mü’minlere yeter.”[5]
“Allah uğrunda gereği gibi cihad edin... Namazı gereği gibi kılın, zekâtı verin, Allah'a sımsıkı sarılın. O sizin sahibinizdir. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!”[6]
“Allah'a ve Peygamber’ine itâat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve rüzgarınız/devletiniz/kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.”[7] Bu âyette geçen rüzgârınız/rîhıküm ifadesi, Yüce Allah’ın bu ümmete bahşettiği mânevî yardımlardır. Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Benden önceki peygamberlerden hiçbirine verilmeyen beş şey bana verilmiştir. Bunlar: Ben, düşmanımın içine bir aylık mesâfeden korku salma yardımına mazhar oldum. Yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı, onun için ümmetimden namaz vaktine kavuşan herkes (bulunduğu mekânda) namazını kılıversin. Ganîmetler bana helâl kılındı. Her peygamber sadece kendi kavmine gönderilirken ben bütün insanlığa gönderildim. Ve bana şefâat (etme hakkı) verildi.”[8]
Evet, bu ümmet, Allah ve Rasûl’ünün ölçüleri doğrultusunda hareket ettikleri sürece ilâhî yardımlara mazhar olmuşlar ve izzetli/devletli milletler olmuşlardır. Bu ölçülerden ayrıldıkları zamanlarda da güç ve kuvvetlerini kaybetmişler, zillete dûçâr olmuşlardır.
Peygamberimiz zamanında bile bunun örnekleri vardır. Bedir’de Allah’ın yardımıyla 313 kişi ile bin kişilik donanımlı müşrik ordusuna galebe çalmışlardı. Uhud’da ise bir grubun Peygamberimiz’in emrine uymamaları ve bir anlık dünyevîleşme içerisine düşmeleri sebebiyle ağır bir yenilgiyle karşı karşıya kalmışlardı. İslâm Tarihi her iki durumla ilgili pek çok örneği bağrında barındırmaktadır.
Günümüz için de aynı durumlar geçerlidir. İşte önümüzde çağlar üstü mutlak fikrin kaynağı, indiği ve geldiği gün gibi ter ü taze duran Kitap ve Sünnet. Dün olduğu gibi bugün de insanları birlik-beraberlik ve huzur içerisinde yaşayacakları izzetli günlere taşımaya hazır durmaktadır. Yeter ki o ölçüleri doğru anlayalım ve bir bütünlük içerisinde onlara sarılıp gereklerini yerine getirelim.
[1] 33/Ahzâb, 3.
[2] 3/Âl-i İmrân, 103.
[3] 49/Hucurât, 10.
[4] 3/Âl-i İmrân, 104.
[5] 8/Enfâl, 62-64.
[6] 22/Hacc, 78.
[7] 8/Enfâl, 46.
[8] Buhârî, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3.
Ali AKPINAR
Yazar"N’ideydin ey gönül Kârûnlara Musa mısın yâ ne N’ideydin ey gönül bî-fâide ömr eyledin ifnâ"( Divan-ı Hulusi-i Darendevi )KârûnKârûn, Hz. Musa (a.s.)'nın kavminden idi ve onun zamanında yaşamıştı. Hat...
Yazar: Resul KESENCELİ
Yüce Allah’ın son kitabı Kur’ân-ı Kerim, bütün zamanlara ve bütün coğrafyalara gelmiş bir kitaptır. O’nun son peygamberi Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in 23 yıllık emeğinin sonlarına doğru gerçekleştir...
Yazar: Ali AKPINAR
Babası kerâmetleri ve menkıbeleri ile anılan Hz. Ali soyundan Şeyh İbrâhim, annesi Mûsa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur. Küçük yaşlarda anne ve babasını kaybeden Ahmed-i Yesevî, sahâbeden olduğu söylenen ...
Yazar: Ali AKPINAR
Gülşeniyye Tarikatı’nın Hâletî kolu şeyhlerinden olan Mahvî (ö.1150/1737), XVIII. yüzyılda Hayrabolu’da faaliyet yürüten, dilindeki zenginlik, edebî zevki ve içeriği ile dikkat çeken Dîvânçe’si ile ta...
Yazar: Fatih ÇINAR